Demokrasi ve SolDünyaGündemİVME BlogPolitika

Solun Olmadığı Bir Demokrasi, Demokrasi Değildir – Kemal Büyükyüksel

Son yıllarda sürekli olarak demokrasinin küresel bir kriz içerisinde olduğu söyleniyor. Demokrasinin son yıllarda ciddi bir huzursuzluk yaşadığı bir gerçek. Devletlerin farklı konulardaki performansını inceleyen Varieties of Democracy Projesi’nden Lührmann ve Lindberg’in (2019) kaleme aldığı makalede dünyanın yeni bir otokratikleşme sürecinden geçtiği tespiti yapılıyor. Ülkeler tamamen otokrasilere dönüşmese de eski ve daha sağlam demokrasilerde sistem eskisi kadar sağlam yürümüyor, zayıf demokrasilerde ise demokratik gerileme daha da hızlı bir biçimde gerçekleşiyor. Son yıllarda bu gerileme akımı yeni bir rejim tanımını da popülerleştirmiş durumda. Levitsky ve Way (2010), demokratik rejimlerin içerisine otokratik unsurların girdiği bu arada kalmış rejim modellerini “Hibrit Rejimler” olarak adlandırıyor. Sandık mekanizmasını saf dışı bırakmadan otokratik mekanizmaları güçlendiren bu rejimleri dünyanın farklı yerlerinde görmek mümkün: Rusya, Türkiye, Macaristan, Venezuela ve daha birçok ülke. Demokrasi büyük bir tıkanmışlık yaşıyor.

En gelişmiş demokrasilerde bile büyük kitleler hem siyasetten gittikçe umudunu yitiriyor hem de siyasete katılmak istemiyor. Siyasetin toplumun sorunlarına çözüm bulamaması insanların demokrasiye olan inancını da sarsıyor. Sürekli olarak benzer yöntemlerle sorunları çözmeye çalışmak pek de sonuç vermiyor. Pew Research Center’ın 2019’da yayınladığı rapora göre dünyada demokrasiye olan memnuniyet düşüyor. ABD’de halkın %58’i demokrasinin işleyişinden memnun değilken, AB genelinde bu oran %52. Yunanistan, İspanya, İtalya gibi ekonomik sorunların daha da yoğun olduğu ülkelerde oran %70’lerin üstüne çıkıyor. Latin Amerika’da Arjantin ve Brezilya gibi ülkelerdeyse memnuniyetsizlik muazzam düzeylerde, %80’in üstünde. Rapora göre bu memnuniyetsizliğin temel sebepleri ekonomik sorunlar, bireysel haklar ve halktan kopuk bir siyasi zümre.

Demokratik rejimler karşılaştıkları sorunları çözemedikçe insanlar demokrasiye olan inancını yitirme riskine sahip. Bu da bahsedilen demokratik gerilemeyi besliyor, hibrit rejimlerin çoğalma riskini arttırıyor. Halkın taleplerine cevap veremeyen demokrasiler var. Demokrasilerin yaşanan sorunlara doğru çözümler üretememesi demokrasinin eksikliklerini ortaya koyuyor. Ancak bu demokrasinin sorunlu olduğunu değil, demokrasinin eksik olduğunun bir göstergesi. Demokrasiye olan inancımızı sorgulamadan önce elimizdeki demokrasilerin eksik yanlarını sorgulamak gerekiyor. Bugünkü demokratik sistemlerimiz yeterince demokratik mi? Asıl sorun burada başlıyor.

Demokrasi en basit haliyle halkın karşılaştığı meselelerde alternatif çözüm yöntemlerinin tartışılarak uygulamaya sokulmasını gerektirir. Ancak son yıllarda demokrasilerin alternatif düşüncelere ne kadar yer verdiği de tartışılır. Aslında on yıllardır devam eden bir sorun olsa da özellikle son yıllarda 2008 küresel kriziyle birlikte ekonomik eşitsizliklerin muazzam boyutlara ulaştığı çokça konuşuluyor. Ancak bu ekonomik eşitsizliklerin ve farklı sosyoekonomik gruplar arasındaki uçurumun artış trendini hala tersine çevirebilmiş değiliz. Bu hem gelişmiş demokrasiler hem de Türkiye için geçerli bir durum. Halkın yaşadığı ekonomik sıkıntılar gittikçe derinleşirken iktidardakilerin ne yaparlarsa yapsınlar bu gidişi tersine çevirememeleri ise uygulanan yöntemlerin sorgulanmasına sebep oluyor. Bu sorun gerçekten çözülemez bir sorun mu ki bir türlü çözülemiyor? Yoksa soruna çözüm oluşturabilecek alternatif öneriler getirebilecek seslere yeterince yer verilmiyor mu?

1980’lerden beri demokrasilerde ekonomi politikaları gittikçe artan bir tek tip serbest piyasacı tahakkümün içine sıkıştırılmış halde. Gelişmiş demokrasilerdeki hem geleneksel merkez-sol hem de geleneksel merkez-sağ partiler ekonomik anlamda neredeyse birbirinden ayrıştırılamaz hale geldi. Var olan ekonomik paradigma kendi kurallarının ve gerçekliğinin tekilliğini dayattığı için bu yapı dışarısında bir çözüm aramak, politika yürütmek oldukça zor. Ancak artık Ortodoks hale gelmiş diyebileceğimiz bir sarsılmaz serbest piyasa inancı ve bunun üstüne kurulan piyasa üzerindeki denetimlerin minimize edilmesi gerektiği düşüncesine dayalı bir ekonomik ve finansal sistemin sorgulanamaması pek de demokratik bir durum değil. Çünkü demokrasi özü gereği, daha önce de belirtildiği gibi, farklı alternatiflerin ve seslerin kendini duyurabildiği ve farklı çözüm önerilerinin denenebileceği bir sistemdir. Ancak var olan ekonomik sistem ekonomik açıdan sermayedarlar gibi avantajlı olan gruplara sağladığı fayda, yarattığı güç alanıyla alternatif düşüncelerin gerçekten siyasi arenada temsil edilmesine ket vuruyor. Özellikle ABD’de Sanders ve İngiltere’de Corbyn gibi soldan figürlerin medya tarafından gördüğü muamele, aslında demokratik prensiplere hiçbir şekilde aykırı söylemlere sahip olmayan bu insanların seslerini duyurabilme kabiliyetlerini güçleştirdi. Demokrasi bu değil, olamaz. Tek bir ekonomik doktrinin, hem de o ekonomik doktrinin de tek bir alt yaklaşımının hegemonyasının sorgulanamaması bir demokrasi değil, sadece başka bir tek tip tahakküm rejimi olabilir.

Bir otokratikleşme akımı yaşadığımızı tespit eden V-Dem, demokrasilerin kalitesini değerlendirmek için Robert Dahl’ın “Poliarşi” kavramını kullanıyor. Schmitter ve Karl (1991), Dahl’ın “Poliarşi” kavramını birebir alarak üstüne de ekleyerek daha da kapsamlı bir demokrasi tanımı yapıyor. Bu genişletilmiş demokrasi tanımına göre demokrasinin 9 tane temel gerekli kritere sahip olması gerekiyor:

  1. Politikaları uygulamaya koyan hükümet kararları anayasal olarak seçilmiş temsilciler tarafından alınır.
  2. Temsilciler baskının olmadığı adil ve devamlı seçimlerle belirlenir.
  3. Tüm yetişkinler oy kullanma hakkına sahiptir.
  4. Tüm yetişkinler seçimlere katılma hakkına sahiptir.
  5. Vatandaşlar siyasi meselelerde baskı veya cezalandırılma tehdidi altında kalmadan fikirlerini özgürce ifade edebilmelidirler.
  6. Vatandaşların alternatif bilgi kaynaklarına ulaşımı engellenemez. Alternatif bilgi kaynakları var olmalıdır ve anayasal olarak varlıkları korunmalıdır.
  7. Vatandaşların siyasi partiler ve çıkar grupları dahil bağımsız organizasyon kurma hakları vardır.
  8. Seçilmiş yetkililer anayasal yetkilerini seçilmemişlerin kanun dışı baskılarına maruz kalmadan kullanabilmelidir.
  9. Siyasi sistem başka bir dış siyasi sistem tarafından baskı altında kalmadan kendi kendini demokratik biçimde yönetebilmelidir.

Bu kriterler ilk başta çok kapsamlı gözükse de Schmitter ve Karl’ın da belirttiği gibi birçok farklı demokratik sistem bu kriterlere uygun şekilde var olabilir. Her demokrasi aynı kurumlara sahip olmak zorunda değildir. Demokrasilerin nasıl şekil alacağı bir ülkedeki sosyoekonomik ve diğer faktörler ve devlet yapısı ile yakından alakalıdır. Bu 9 kriter üzerinden Schmitter ve Karl demokrasinin basit bir tanımını da sunuyor:

“Modern siyasi demokrasiler, vatandaşların dolaylı yoldan seçilmiş temsilcilerinin rekabeti ve uzlaşmaları üzerinden yöneticileri denetleyebildiği ve yöneticilerden kamusal alandaki faaliyetlerinin hesabını sorabildiği bir yönetim sistemidir.”

Demokrasinin bu kapsamlı sunumu çerçevesinde birçok alternatif fikrin ve siyasi sistemin yeşermesi mümkün. Tabii ki bu tanım da genişletilebilir, ancak bu tanıma göre bile siyasette tartışılabilecek fikirlerin skalası oldukça geniş. Ancak bugünün siyasetinde, özellikle ekonomik meselelerde bir tek sesliliğin oldukça hâkim olduğunu daha önce de belirtildiği gibi söylemek mümkün. Demokrasiler, halkın karşılaştığı derin ekonomik sorunları ve eşitsizlikleri gidermek için soldan gelebilecek alternatif politika önerilerini ana akıma taşımakta zorlanıyor. Belirli bir kitle tarafından soldan gelen öneriler ciddiye bile alınmayacak kadar resmin dışında bırakılabiliyor. Bırakın denetimlerin güçlü olması gerektiği fikrini tartışmayı, serbest piyasanın hatalı ve mükemmel olmadığı yönündeki sesler bile uzun süredir ana akımda pek var olamadı. Yıllardır hâkim olan ekonomik paradigma hem alternatif söylemleri marjinalleştirdi hem de sürekli benzer sesleri ana akımda canlı tutarak siyasi aktörlerin ve halkın alternatif söylemler üretebilme kapasitesini zayıflattı. Burada ana akım siyasi partilerin ve ana akım medyanın takındığı benzer tavır demokrasiyi tek tip bir söylem içerisine hapsederek aslında demokrasilerin içini boşaltmaya başladı. Demokrasi özünde böyle bir sistem değil. Farklı fikirlerin eşitçe bir şekilde tartışma platformlarına taşınması sağlanamadığı sürece demokratik bir zihniyetin yeşermesi çok zor ve eğer bu denge tutturulamazsa demokrasilerin içerisinde de bir hâkim söylem diğerlerini bastırarak demokrasileri işlevsiz hale getirme riskine sahip.

Schmitter ve Karl, demokrasinin liberal anlayışının kamusal mekanizmaları oldukça kısıtlı tutan bir anlayışa sahip olduğunu belirtiyor. Sosyal demokrasi ya da sosyalist bir demokrasi anlayışının ise kamusal alanın gücünü genişletecek biçimde denetimleri, teşvikleri ve hatta kamusal mülkiyet kavramını güçlendirecek bir demokratik anlayışa sahip olduğunu belirtiyorlar. Burada çok önemli bir noktaya dikkat çekiyorlar. Schmitter ve Karl’a göre “bu sistemlerin hiçbiri bir diğerinden daha az demokratik olmak zorunda değiller – sadece farklı şekilde demokratikler. Buna göre ‘özel sektörü genişletecek’ uygulamalar, ‘kamu sektörünü genişletecek’ uygulamalardan daha demokratik değildir”. Bundan öte, Schmitter ve Karl iki düşüncenin aşırı boyutlara taşındığında demokrasiyi zedeleyebileceğini de belirtiyor. Liberal ekonomik yaklaşımı uç bir boyuta taşımak herhangi bir kolektif ihtiyacı karşılayamayacak ve toplumları çöküşe sürükleyecek bir riske sahipken, devlet kontrolünü mutlak hale getirerek insan iradesini yok sayan bir başka distopik sistemin kurulma riski olduğunu belirtiyorlar.

Sol ile ilgili tartışmalarda Schmitter ve Karl tarafından bahsedilen bu aşırı uç örneği hızlıca kullanılabiliyor ve bu uçuk korku senaryosu üzerinden solu topyekün tahakkümle özdeşleştirme yöntemine kolayca başvurulabiliyor. Ancak Schmitter ve Karl bu uçlardan bahsetseler bile sosyalizmin dahi demokratik bir anlayışa uygun olduğunu belirtebilirken solun tüm değişik pozisyonlarını aynı potada eritmek alternatif fikirleri pasifize etmeye hizmet ediyor. Çoğu düşünceyi alıp ileri derecede uç bir noktaya götürürseniz irrasyonelleşme, hatta ilk başta temsil ettiği şeyden başka bir şeye dönüşme ihtimali var. Böyle bir yaklaşım üzerinden yürütülecek bir siyasi tartışma zeminin sağlıklı olma ihtimali de pek bulunmuyor. Bundan öte bugün yaşadığımız ekonomik sistemler tüm arızalarına rağmen ekonomik anlamda sağdaki bir paradigma üzerinden yürütülürken sola yapılacak aşırılık eleştirilerini benzer şekilde (ekonomik) liberalizme yapmaktan imtina etmek bir çifte standart sorunuyla bizi karşı karşıya bırakıyor.

Demokratik bir kapsam içerisinde çok daha geniş skalada ekonomik ve siyasi düşünceler tartışılabilmeye açıkken bu kapsamı çok dar bir sahaya sıkıştıran bugünün ana akım söylemleri, demokrasiyle örtüşen diğer fikirlere yer açmadığı, bunları köşeye ittiği, ciddiye almadığı ve dolaylı ya da dolaysız yoldan medya veya siyasi baskıyla gündeme taşımadığı sürece o sistem tamamen demokratik değildir. Sol sözünü duyduğunda, sosyalizm ve hatta sosyal demokrasi lafını duyduğunda bile irkilen ve bu siyasi pozisyonu tartışma dışında tutmaya çalışanlar oldukça demokrasiler düzgün işleyemeyecektir. Sosyal demokrasi kavramı belki ana akımda kabul edilebilir bir jargon olsa da sosyal demokrasinin ilerisindeki çözüm önerileri ve siyaset önerileri marjinalleştirildiği sürece demokrasi de eksik kalacaktır. Nitekim son 30 yıldır sosyal demokrasi kavramı bile eski anlamından çıkarılıp ekonomik liberalizmle neredeyse tamamen uyumlu bir pozisyona yerleşti. Bundan dolayı da ana akım siyasi arenada sağ ve soldan gelen çözüm önerileri gittikçe birbirine benzer hale gelmeye başladı ve tek tipleşti. Eğer bu tek tipleşmeye karşı çıkılmazsa demokrasilerin içi gittikçe boşalma riskine sahip. Sürekli olarak tekil bir yaklaşımı topluma dayatmaya çalışmak ve alternatifleri haksızca demokrasi dışı olarak niteleyip etiketlemek siyasi sistemleri bir çıkmaz sokağa itebilir. Karşılaştığımız sorunlara çözüm sağlamakta başarılı olamayan bir yöntemi kullanmakta ısrar ettikçe insanlar hem bu tekil yöntemi var olan siyasi sistemle gittikçe özdeşleştiriyor hem de bu yöntemle özdeşleştirdiği demokrasilere olan inancını yitiriyor.

Bugün tüm dünyada ekonomik eşitsizlikler ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Benzer şekilde toplumlardaki kutuplaşma oranı ciddi derecede artmış halde. Ekonomik eşitsizliklerin toplumlarda kutuplaşmayı körüklediği hakkında birçok empirik çalışma bulunuyor. Bu sorunlar hepimizin canını yakarken ve bir türlü çözüm bulamamışken sürekli aynı söylem üzerinden çözüm aramayı diretmenin ne kadar mantıklı olduğu ciddi derecede şüpheli. Hep aynı şeyi yapıp farklı sonuçlar beklemek akılcı bir yaklaşım değil. Demokrasi bir kriz yaşıyor bu doğru. Ancak demokratik sistemlerin yaşadığı kriz ve var olan sorunlara çözüm bulamama durumu demokrasinin kendi içindeki yetersizlikleriyle alakalı olarak görülmek zorunda değil. Çünkü demokrasinin işleyebilmesi için çoğulculuğun gerçekten sağlanması gerekiyor. Demokrasiyle çelişmeyen alternatif fikirlerin demokratik bir düzen içerisinde kendi çözümlerini önerebilmesi, topluma alternatif bir vizyon sunabilmesi ve bunu yaparken de meşruiyetinin sorgulanmaması gerekiyor.

Alternatif çözümlerin yer bulamadığı bir sistemde demokrasi de anlamını yitirecektir. Bu sebeple, özellikle dünyanın bugün yaşadığı sorunlar göz önünde bulundurulduğunda, demokrasinin sola ihtiyacı var. Gerçek bir solun sesini duyuramadığı, tüm ana akım partilerin birbirlerine benzer söylemleri tekrar ettiği bir düzen demokratik olamaz. Solun olmadığı bir demokrasi eksik kalacaktır. Demokrasiler ayakta kalmak istiyorlarsa demokratik çerçeve içine sığan tüm fikirlerin denenmesine izin verebilecek düşünceleri meşru görmek zorunda. Bu sağlanamadığı sürece halka seçim hakkı tanıyan ve alternatif düşüncelerin yeşerebilmesine olanak sağlaması gereken demokrasiler, halkın sadece dört yılda bir basit bir tuşa bastığı ve benzer figürleri iktidara taşıyan bir mekanizma haline dönüşür. Bu yazının amacı bu argümanı herhangi bir ahlaki pozisyona değil, rasyonel bir zemine dayandırarak savunmaktı. Ahlaki endişeler bir tarafa, asıl mesele ahlaktan önce aklı savunmak. Demokrasinin ve solun ihtiyacı olan bu.

Kemal Büyükyüksel – Doktor Adayı, Koç Üniversitesi, Siyaset Bilimi

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu