Demokrasi ve SolDünyaEkoloji ve İklimEkonomi ve KamuculukToplum ve SiyasetToplumsal CinsiyetYaşam Tarzı

Veganlık, Hayvan Sömürüsü, Endüstrileşme: Endüstriyel Hayvan Üretimini Aşmak Hayvan Sömürüsünü Ortadan Kaldırır Mı? – Zeynep Çağdaş

Vegan kelimesini 1944 yılında ilk kez literatüre kazandıran Vegan Derneği kurucusu Donald Watson ve topluluğun ortak kararı ile veganizm nedir sorusunun basitçe yanıtı şudur:

“Hayvanların gıda, giyim ya da başka amaçlar uğruna maruz kaldıkları sömürü ve zulmün her türlüsünden, uygulanabilir olan en mümkün mertebede kaçınan ve ek olarak insanların, hayvanların ve çevrenin yararına, hayvan kullanımını içermeyen alternatiflerin geliştirilmesi ve kullanımını destekleyen bir felsefe ve yaşam biçimi. Beslenme konusunda, hayvanlardan elde edilen ürünlerin reddedilmesi anlamına gelir.”

Bir yaşam tarzı ve politik duruş olan veganizmin günümüzde yeni yeni yaygınlaştığı düşünülse de aslında veganlık çok uzun yıllar önce ortaya çıkmış bir felsefeye dayanır. Hayvansal ürünlerin ve gıdaların kullanımından kaçınmanın bildiğimiz kadarıyla en az iki bin yıllık tarihi vardır. Bazı tarihçiler Antik Yunan filozoflarının felsefelerinde, ayrıca Budizm, Hinduizm ve Jainizm gibi dinlerde vejetaryenliğe teşvik olduğunu ortaya koymaktadır. Bu tarihi arka planı bir şiirle renklendirmek istersek Arap şair Ebu ‘L’ala Ahmad ibn ‘Abdallah el-Maari’nin (973-1057) yazdığı, okunur okunmaz veganlıkla kolaylıkla ilişkilendirebilecek bir şiirini örnek verebiliriz

Artık Tabiattan Çalmıyorum.

“Kavrayışta ve dinde muallelsin.

Bana gel, ki hakikatin sesinden havadisleri duyabilesin.

Sudan ayrılan balıkları haksızca yeme,

ve yemek diye arzulama katledilen hayvanların etlerini,

veya annelerin, saf içimini asilzade hanımlara değil

yavrularına adadığı ak sütünü.

Ve yumurtalarını alıp masum kuşları kedere boğma;

adaletsizlik kabahatlerin en fenasıdır.

Ve arıların mis kokulu bitkilerin çiçekleri üzerindeki

gayretleriyle elde ettikleri bala kıyma;

başkalarının olsun diye istiflemedikleri gibi;

bağış ya da hediye olsun diye toplamadıkları için.

Elimi tüm bunlardan çektim; keşke yolumu

şakaklarım ağarmadan önce fark etseydim!”

El-Maari

Veganizme dair tanımı ve tarihi arka planı verdikten sonra gerekli ilk iş veganlık açısından sıcak meselelere değinmektir. Hadiseyi somutlaştırmak açısından bir örnek vermek gerekirse dünya genelinde yılda iki buçuk milyar civciv doğar doğmaz katlediliyor. Vurgulamakta fayda var: İki buçuk milyar. Yumurta endüstrisi içinde doğan civcivlerin acısız bir yaşam için hiç şansları yok. Doğan civcivin kaderi cinsiyetine göre belirleniyor ve eğer erkekse aynı gün kıyma makinelerine gönderilip katlediliyor, eğer dişiyse annelerinin kaderini yaşamak için, ömürlerinin sonuna kadar suni yollar ile tecavüze maruz bırakılıp insanlar için yumurta verebilsinler diye küçük kafeslerde tutuluyorlar. Kötü muameleye maruz kalan hayvanların bedenleri üzerinden, artık kapitalizmin hedeflediği kar elde edilemediğinde de mezbahanelere, tabaklarımıza gelebilsinler diye öldürülmeye gönderiliyorlar. Yazının konusu bir yandan da üretim ilişkileri olduğundan burada sormamız gereken soframıza gelen bir yumurta için kaç civcivin, hangi şartlar altında yaşayıp katledildiği mi? Yoksa soframızda neden yumurta olduğu mu?

Dolayısıyla bu sorulara cevap alabilmek için hayvanlarla aramızda nasıl bir ilişki olduğunu incelememiz gerekiyor. Günümüzde ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, zenofobi, sağlamcılık gibi başka ayrımcılık çeşitlerinin savunulamayacağına ve bunların pratik edilmemesine dair ortak görüş konu türcülüğe geldiğinde aniden ortadan kalkıyor. Bunun asıl sebebi de hayvanları etinden, sütünden, yününden, tırnağına ve hatta yaşamına kadar kullanılabileceğimiz ‘’emrimize amade’’ canlılar olarak görme eğilimizdir. Hayvanlar kendi yaşamlarının öznesi olan, psikolojik olarak bizim kadar komplike, bizler kadar acı çeken, keyiflenen ve özgürce yaşamaya hakları olan, insanlarla eşit olarak bedensel haklara ve sınırlara sahip canlılardır. Yani meseleyi üretim ilişkileri doğrultusunda tartışmadan evvel, bu ilkeleri ve hakları kabul etmek gerekir. Elbette endüstriyel hayvan ürünleri üretimi, hayvan sömürüsünün boyutlarını korkunç düzeye taşıyor. Kapitalizm, tarih boyunca var olmuş sömürüyü endüstrileştirmiş, geniş alanlara yaymış ve hayvansal ürünleri çok daha basit şekilde ulaşılabilir hale getirmiştir. Ancak sorunu salt buraya indirgemek aynı zamanda büyük bir yanılgıya da yol açacaktır.

Yani hayvanların sömürülmesi ne kapitalizmle ne de endüstriyle başladı. Kendisini doğanın hakimi sanan insan, önce hayvanları yakalayıp avcı ve toplayıcı bir yaşam sürdü. Daha sonra M.Ö 10.000 civarında ilk bitki ve hayvan türlerinin evcilleştirmesiyle beraber yerleşik bir yaşama geçti ve bugünkü yaşantımızın temellerini attı. Dini ritüellerde, gündelik ağır angarya işlerde hayvanları kullanmaya başladı. Tarih boyunca insanların en yakın dostu olduğu iddia edilen hayvanları savaşlarda hep ön saflara sürdü. Endüstriyel hayvansal ürün üretimi kadar olmasa da bunlar da sistematik bir sömürü girişiminin ilk emareleridir.

İlk fizyolojik çalışmaların canlı hayvanlar üzerinde Galenos tarafından 131-201 yılında yapılmasının bir sebebi vardı: Diğer tüm alanlarda kullanıldığı gibi hayvanların kullanılabilir bir ‘şey’ olarak görülmesi. Peki hayvan kullanımının tarihi bu kadar eskiyken günümüzde neden sadece endüstri ile ilişkilendirip, sömürüyü tamamen ortadan kaldırmak için uğraşmak yerine, endüstrileşme ile bir savaş veriyoruz? Hayvan sömürüsü söz konusu olduğunda asıl sorunun endüstri ile olduğunu düşünmek neden yanlış?

Geleneksel sol kanat fikirlerin sömürüyü bir sistem sorunu olarak ele alması bizi bu noktada yanılgıya düşürür. Var olan sistem içerisinde vegan olmanın anlamlı olmayacağı argümanları sadece endüstriyel hayvancılığı bitirmeye yönelik olup kapitalizmle savaşmayı hedefler ve hayvan kullanımına refahçı bir yaklaşım getirir. Bu yaklaşımdaki tehlike, endüstriyel hayvancılıkta şartlar iyileştirildiği ve kapitalizmin ürettiği pazar bittiği takdirde hayvan sömürüsüyle ilgilenmeme riskidir. Asıl sorun sistem ne olursa olsun hayvanların hala sömürülüyor olmasıdır. Hangi ekonomik sisteme bakacak olursak olalım hayvanların kullanılmaya devam ettiği gerçeğiyle karşılaşırız. Sosyalist bir sistemle yönetilen Küba hiçbir zaman hayvanlar için bir cennet olmadı veya SSCB uzay çalışmalarında ilk kez hayvanları kullanan ve ölümlerine sebep olan ülkeydi. Bu sebeple geleneksel soldan gelen sadece endüstrileşmeye yönelik eleştiriler ve argümanlar hayvanların yaşam hakkını korumakta yetersiz kalarak mutlu sömürü çiftliklerine sebep olma riskini taşımaktadır. Mutlu sömürü çiftlikleri reklamlarda bizlere gösterildiği gibi ineklerin özgürce yaşadığı iddia edilen, hayvanların daha büyük kafeslerde olduğu, serbest gezen tavukların yumurtladığı, endüstrileşmeden uzaklaşan fakat hala hayvan kullanımının devam ettiği çiftliklerdir. Mutlu sömürü çiftliklerinde sömürünün acısız, insani ya da merhametli olduğu düşüncesi pazarlanmaya çalışılsa da hayvanların bedensel hakları hala gasp edilmektedir. Dolayısı ile geleneksel solun bu özgür ve esenlikli yaşam hakkı mücadelesini görmezden gelip hayvan sömürüsünü yalnızca bir  sistem mücadelesine indirgemesi hayvanlar için hiçbir kazanım sağlamayacaktır.

Zeynep Çağdaş – Aktivist

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu