Hiç Çıkmayacak Türkiye-Yunanistan Savaşı Perspektifinden; Türkiye Savunma Doktrini Eleştirisi – Burak Yıldırım
‘’Yalnızca onu görmeyenler ister savaşı’’
Yoğun politik gündem; yayılmacı söylemlerin altında kalan ve aslında Türkiye’nin oldukça haklı temellere sahip olduğu uluslararası anlaşmazlıklara kaymış durumda. 90’lı yıllarda yaşanan Türk-Yunan gerginliği son birkaç yılda tekrar gündeme geldi. Yazının devamında konu başlıklarının Yunanistan perspektifi ile ilgili kısmına az da olsa değinilecek. Ağırlıkla üzerinde duracağımız konular; Türkiye iç siyasetinin gölgesinde hamaset altında kalan savunma doktrini ve savunma endüstrisi olacak.
I.
Öncelikle Türk-Yunan anlaşmazlığındaki konu başlıklarını ve tekrar başlayan ve çeşitli seviyelerde temsillerin sağlandığı görüşmeleri ele almak gerekirse, Türk tarafının diplomasiyi müzakere değil de münazara olarak ele alması kendi açısından en büyük problemidir. Bununla birlikte karar verici noktalardaki diplomatların son yıllarda yeterli kalifikasyonlara sahip olmamaları da görüşme masalarında Türk tarafı adına olumlu bir sonuç alınmasını yakın gelecekte imkânsız kılan başka bir etmendir. Anlaşmazlık taraflarının aslında anlaşmaya niyetlerinin olmaması ve Kıbrıs meselesinde bile tarafsız bir karar verici mekanizmanın 50 yıldır kurulmamış olması da konunun karşılıklı olarak çözülmemesinin ilk sıraya yazılacak nedeni olarak önümüzde durmaktadır. Yunanistan anlaşmazlık maddelerini teker teker çözmeyi hedeflerken Türkiye ise ‘’toptan pazarlık’’ yöntemini öne sürmektedir. Kıta sahanlığı, kara suları, münhasır ekonomik bölgeler, hava sahası sınırları, aidiyetlerinin belirsiz olduğu iddia edilen kayalıklar, silahlandırılan adalar, Ege ordusunun varlığı, Kıbrıs sorunu başlıklarıyla özetleyebileceğimiz anlaşmazlıklar Avrupa’nın sırayla en militarist ülkeleri olan Türkiye ve Yunanistan için çok önemli iç politika açmazlarıdır. İki taraf da çözümsüzlük beklentisiyle sürekli karşılığı olan bir iç politika söylemini terk etmek istememektedir. Bu sorunları makul ve adil bir şekilde çözmeyi hedefleyen siyasetçiler aynı anda Türkiye ve Yunanistan’da iktidara gelmediği sürece de nihai çözümlere ulaşmak oldukça zor gözükmektedir.
Derin ekonomik krizden görece çıkmış olan Yunanistan Fransa’dan yüzer platformlar, gelişmiş avcı/önleyici uçaklar (Dassault Rafale ve hava-hava angajmanlı Meteor füzeleri) satın almayı hedefliyor. F-35 projesinden resmi olarak da çıkarılan Türkiye’ye nazaran bu son teknoloji ürünü söz konusu uçaklarla ilgili 2 filoluk alım talebini resmen ABD’ye ileten Yunanistan, geçtiğimiz günlerde İsrail (Elbit Systems, hava kuvvetleri için harbe hazırlık ve drone operasyonları eğitimi) ile de 1.6 milyar dolarlık ve 20 yıllık bir askeri iş birliği anlaşması imzaladı. ABD ise Yunanistan’da 4 yeni askeri üs kuruyor ve bu üslerin konumları Girit-Larissa-Dedeağaç ekseninde. Yine ABD kendi envanterinden bir kolorduyu destekleyecek büyüklükte ateş destek ve karşı taarruz teçhizatını (120 obüs, 60 ÇNRA, 800+400+350 ZPT, 60 taarruz helikopteri) Yunanistan’a hibe etti. Bu haberler Türkiye gündeminde ve ana akım medyada Türkiye’ye karşı yapılan yığınağın ve hazırlığın bir parçası olarak lanse edilse de kimse NATO’nun stabil olmayan üyesi Türkiye’ye karşı duyulan güvensizliğe ve Rusya’nın bölgedeki agresyonuna karşı bir önlem olarak savunma çizgisinin Yunanistan’a çekilmesiyle ilgili olduğunu konuşmadı. Ortak savunma doktrininden ayrılan, tutarsız dış politika/savunma doktrini izleyen Türkiye’nin birliğin zayıf halkası olarak görülmesine neden oluğuna dair yorumlar yapılmadı ve beklendiği gibi iç politika malzemesi edildi. Denizin karşı kıyısında ise Suriye, Libya, Irak, Somali ve Karabağ bölgelerinde Türkiye’nin giriştiği askeri operasyonların amacının Yunanistan’ı çevreleme amacı taşıdığı; Suriyeli ve Afrikalı mülteci akının kontrolüyle AB’nin istismar edildiği, 1974’te olduğu gibi göz göre göre Türklerin yeni işgallerine karşılık Batı’nın kayıtsız kalacağı ve kendi başlarının çarelerine bakma amacıyla sürdürülebilir ekonomik karşılığı olmayan askeri harcamaların yapılması gerektiği kamuoyunun önüne koyuldu.
Tüm içerikten ve argümanlardan bağımsız olarak iki ülke arasındaki anlaşmazlıkların çözülmemesinin ana aksını bu bakış açısı oluşturmaktadır. Ege adalarının silahlandırılması büyük ve önemli bir ihlaldir ancak kendi topraklarında egemen bir devlet olarak Ege ordusunun teçhiz edilmesini meşru hak olarak ele alıyorsak aynını Yunanistan’ın yapması da denk bir cevap olmaktadır. Yunanistan hava sahasını 1931 yılında 10 mile çıkarırken ‘’zaten uçakları yok’’ diye itiraz etmeyen Türkiye bu duruma 1975’te yani 44 yıl sonra itiraz etmiştir. Yunanistan ise bu aşamaya kadar henüz imzalanmamış uluslararası sözleşmelerden çok öncesinde kendi tezlerini diplomatik çevrelere kabul ettirmiştir. 1982 anlaşmasına bu yüzden imza atmayan Türkiye oluşmuş fiili durum karşısında hukuken bir girişimde bulunamamaktadır. Mavi Vatan konseptiyle Girit ve Rodos’a kıta sahanlığı bırakmayacak bir harita ilan edilince Yunan tarafı da Meis üzerinden Türkiye Antalya körfezine hapsedilmek istemektedir.
Türkiye 1974’ten bu yana savunma sanayisinde yerlileşme ve bağımsızlaşma konularında ciddi bir uğraş vermektedir. Ambargoyla tanışınca yerli bir sanayi kurulmasının gerekliliğini anlayan Türkiye 1990’lı yıllarda başlayan makro projelerinin sonuçlarını günümüzde almaya başlamaktadır. Savunma sanayiinin gelişmesi önemli bir ekonomik çarpandır ancak toplumun geneline refah yaratan bir sektör olmaması itibariyle ekonomik büyümeye şu aşamada istenen katkıyı sağlayacak durumda değildir. Bu alanda yetişmiş insan kaynağının modern endüstriyel ürünlerle ilgili alanlara kaydırılması ise ülke ekonomisi için daha tercih edilebilir bir seçenektir. En nihayetinde Türkiye kendisine denk bir kuvvetle arasında çıkacak bir savaşı Yunanistan’a göre daha uzun sürdürebilecek kaynaklara ve imkanlara sahiptir. Bu tabloyu da tüm bölge ülkeleri ve bölge üzerinde etki sahibi ülkeler görebilmektedir.
NATO’nun İki Önemli Üyeleri Olan Türkiye ve Yunanistan Arasında Bir Savaş Çıkar mı?
İki ülkenin derin ekonomik açmazları ve pandemi nedeniyle uğradıkları kayıplar önümüzdeki 50 yıl boyunca istikrarlı ekonomik programlarla ancak telafi edilebilecek seviyedeyken ve tetiği ilk çekenin özellikle savaş sonrası tamamen tükeneceği bir dünya siyasi dengesi varken kritik bir noktada ‘’yanlış ellere düşmüş bir silah’’ bile tahayyül edilen savaşa gerekçe olamaz. İki ülke de tetiği çektikleri anda tüm kazanımlarını kaybedeceklerini bildiğinden böyle bir savaşa girişemez. Ortada ‘’temiz savaş’’ için hiçbir formül bulunmamaktadır. Sürekli askeri müttefik talebinde bulunan Yunanistan kurmayı sıklet farkının algılayabiliyorken ve 50 yıldır aralıksız savaşan ve savaşın ne anlama geldiğini ve sonuçlarını bilen Türkiye kurmayları da bu savaşla ilgili gönülsüzdür. Aklı başında olan herkes gibi onlar da böyle bir savaştan kaçınmayı hedeflemektedir. Lojistik açıdan Yunanistan’ın çıkarma yoluyla makul bir işgal gücünü Türkiye kıyılarına götürme kabiliyeti yoktur, Türkiye ise bu konuda daha yeterli olmasına rağmen taarruz kapasitesine kesinlikle sahip değildir. Hava lojistiği için durum iki ülke için daha da kötüdür, Yunanistan kendi topraklarında bile yeterli hava lojistik desteğine sahip değilken Türkiye en iyi tahminde bile ancak bir tugay büyüklüğünde görev kuvvetini 2030’dan önce hava yoluyla nakledemeyecektir. Medyatik bir söylem olması itibariyle iki taraftan da emekli ya da muvazzaf askeri personellerin-akademisyenlerin istisnai çıkışları ise önemsenmeyecek seviyede kalmaktadır. Her ne kadar son dönemde Türkiye’nin eylemlerine yeterince tepki verilmediğini ve ‘’şımartıldığını’’ ifade eden ana akım muhalif Avrupalı siyasetçiler konunun halkla ilişkiler alanını işgal ediyor olsa da ABD, AB ve NATO da böyle bir gerginliğin silahlı çatışmaya dönmesine izin vermeme adına gerektiğinde baskı yapma eğilimindedir. Rusya bile her ne kadar NATO’da çatlak oluşturmayı hedeflese de deniz ticaretinin çok önemli bir kısmının Boğazlar ve Ege’ye bağlı olması nedeniyle bir Türk-Yunan savaşının çıkmasını istemeyecektir. Bu aşamada bu konuyla ilgili ne kadar ciddiye alınacakları belirsiz olsa da iki ülkenin en yetkili ağızları da savaş istemediklerini ve müzakere etmek istediklerini her platformda dile getirmektedir.
Bunca yaygara ise her ülkenin daha doğrusu her ülkedeki iktidarların kendi ajandalarından ötürü oluşuyor. Küresel ticaret ve silah satışları bir yana, ekonomik zenginliklerden arzu edilen payı alma amacıyla çatışan çıkarlar sorunların nihai çözümüne engel olarak duruyorlar. Ege’de kalıcı ve adil barış hiçbir siyasetçinin işine gelmiyor. İstismar etmesi bu kadar kolay bir konudan ve getirilerinden kimse vazgeçmek istemiyor. Silah satışları ve bu silahları işletmek için harcanan kaynakları yatırımcılarına yüksek kar bırakırken bu ticaretin kirliliği rüşvet mekanizmalarını da canlandırıyor. Karar verici noktalardaki siyasetçilerin büyük çoğunluğunun bu gergin ortamın devam etmesine ihtiyaç duyması meseleyi yeni çıkmazlara götürüyor. İki ülke de toplumun geneline refah yaymayacak ve kronik problemlerini çözmeyecek askeri harcamalara ve girişimlere hem kaynaklarını hem de çok değerli zamanlarını kaybetmeye devam ediyor, üstelik asla çıkmayacak bir savaş için.
II.
Türkiye, cumhuriyetin ilan edildiği dönem Yunanistan, Romanya ve belli başlı Doğu Avrupa-Balkan ülkeleriyle birbirlerine denk sayılabilecek bir nüfusa sahipti. Şu anda ise Rusya’yı saymazsak Avrupa’nın en kalabalık ülkesi. Aradan geçen dönemdeki bu büyük nüfus artışı ekonomik büyüklük olarak da çeşitli yansımalara neden oldu. Çeşitli çevresel faktörlere ve tarihsel bağlara bağlı olarak da savunma konsepti ve doktrini gelişti. Son 40 yılda ise tüm savunma ihtiyacını yerli imkanlarla karşılamayı hedefleyen bir kurmay akıl var. Bölge gücü olarak Türkiye çevresindeki siyasi süreçlere müdahil olmayı yaşamsal bir zorunluluk olarak algılıyor. 1974 ambargosuyla birlikte başlatılan girişimler ve yakalanan NATO standartları makul gelecekte kabul edilebilir bir seviyeye yaklaşılacağını gösteriyor. Makul geleceğin göreceliğinin yanıltıcı olmaması adına, 50 yılda gelinen nokta artık sır olmayan alt seviyede teknolojik teçhizatın üretilmesine denk olduğunu belirtmek gerekir. Bundan sonrası için gereken kaynak ve zaman çok daha fazla olacaktır ki ayrılabilinecek kaynak miktarının da azalması göz önünde bulundurulmalıdır.
Nükleer silahlar, uçak gemileri, 2500 km menzilli seyir füzeleri, 5. Nesil avcı/önleyici uçaklar, jet motorlu taarruz sihalar milli gururu en çok ‘’gıdıklayan’’ hedefler olarak önümüzde duruyor olsa da topçuluğun önemini dünyaya gösterdiğini iddia eden askeri geleneğe sahip Türkiye kendi obüslerinde kullandığı üst düzey kalitedeki barutu Almanya ve Güney Kore’den ithal ediyor. TUSAŞ üretimi olan ve faydalı yük kapasitesi daha yüksek, uydudan kontrol edilebilen S/İHA projelerine nazaran aile bağlarının daha güçlü olduğu projelerdeki özel sektör teşebbüsleri çok daha fazla kaynak ve imkana sahip oluyor. Gelenek sahibi ve elit üniversitelerden mezun olup savunma sanayinde istihdam edilmiş olan yüzlerce mühendis ise küresel yarı iletken üreticisi firmalarca transfer oluyor ve yetişmiş insan kaynağı Türkiye’den ayrılıyor. 2019 itibariyle Türkiye’den giden beyin göçünün orta vadedeki tahmini kaybı 220 milyar dolara denk düşüyor. Altay tankına hala motor ve şanzıman temin edilememesi projenin artık öldüğüne dair tanımlamaları yoğunlaştırıyor. Altay projesinin ihale edildiği BMC bu yazının yazıldığı gün tank motoru için geliştirdiği ilk prototipin bir test videosunu yayınladı, ancak güç aktarımı için çok daha uzun bir yol alınması gerektiğini belirtmek gerekiyor. Gövde ömürleri tükenme noktasına gelen F-16’lar ve F-35 projesiyle birlikte (tekrar belirtelim, Türkiye bu projenin tüm safhalarından çıkarıldı ve öngörülebilir gelecekte bu uçaklara sahip olamayacak) envanterden çıkarılacak olan F-4’lerin daha ne kadar hizmet verecekleri ve nasıl ikame edilecekleri belirsiz. MMU projesinin açıklanan takvimi ise gerçekçilikten uzak duruyor. MİLGEM’in denize inmesi yaklaşık 20 yıl sürmüşken çok daha komplike bir hava sistemi olan MMU’nun operatif olarak envantere girmesi için açıklanan 10 yıllık takvimin düşündürdükleri olumsuz referanslar veriyor. S-400 niteliğinde olarak açıklanan SİPER projesi ise aşama aşama takvime uygun ilerliyor. Yine bu yazının yazıldığı günlerde Savunma Sanayi Müsteşarlığı HİSAR-A sistemlerinin seri üretime girdiğini ve TSK’ya teslim edilmeye başlandığını duyurdu. HİSAR-O ise test edilmeye başlandı ve HİSAR-U için de çalışmalar takvime uygun olarak sürdürülüyor. Tüm bu gelişmeler AR-GE olarak harcanabilecek çok ciddi bir bütçenin neden S-400 için harcandığı sorusunu akıllara getiriyor. Üstelik bu alım nedeniyle dış politikada önemli açmazlara düşen Türkiye, karar vericilerinin masalarında gerçekten bir planın olup olmadığına dair merak uyandırıyor.
Öte yandan 100’ü aşkın kamu ve özel savunma şirketleri toplamda 80 milyar dolarlık projeleri yürütürken bu şirketlerde ve özellikle kamuya ait savunma şirketlerinde çalışan mühendislerin beyin göçü oldukça kirli bir propagandanın öznesi olmuş durumdadır. Beyin göçü kapsamında değerlendirilebilecek olan ve kamuya ait savunma şirketlerinden ayrılarak yurtdışına yerleşen insan kaynağıyla ilgili bir anket çalışması yapan Savunma Sanayii Müsteşarlığı, yürütülen kirli propagandaya tezat sonuçlar ortaya koyuyor. Örneğin yurtdışına giden mühendislerin yalnızca %6’sı maddi imkanların daha elverişli olması gerekçesiyle göç ettiğini beyan ediyor. Göç sebeplerinin başında şirket yöneticilerinin yaklaşımı, tutumları başta geliyorken ve burada çalışan mühendislere en basit mesleki tatmin hakkı, mesleki gelişim imkânı sağlanamıyorken ve yine göç eden mühendislerin çok büyük kısmının ülkedeki siyasi atmosferin değişmesi şartıyla ülkeye dönebileceklerini ifade etmelerine rağmen kamuoyuna vatan hainleri gibi sunulmaları daha fazla yetkin insan kaynağının yurtdışına gidişini hızlandırmaktan başka bir sonuca sebep olmuyor.
Gelecekte hizmete girmesi planlanan savunma platformları için en önemli başlıklar olan ekonomik kaynaklar ve yetkin insan gücü konularında tablo ortada durmaktadır. Giden mühendislerin yerleri taşra üniversitelerinden mezun ve nispeten katma değer üretim gücü sınırlı personelle doldurulmaya çalışılsa da istenilen sonucun alınamayacağı barizdir. Değer kaybeden para birimi, pandemi ve kronik ekonomik sorunlar nedeniyle kaynaklar daralırken ve yetkin personel ülkeyi sürekli terk ederken başka sorunlar da bulunmaktadır. Savunma sanayiindeki birçok ürün için hayati önemi olan bazı komponent parçalar için mamul haline getirme aşamasında zaruri olan rafineri tarzında işleme tesisleri kurulmamış durumdadır. Bunun yerine estetik çirkinlikleriyle ünlü, adı tasarım ofisi olan binalar inşa edilmektedir. Gereken bazı madenler oldukça dar coğrafyalardan çıkarılmaktadır ve Türkiye’de bulunmamaktadır. Bu madenlerin alımları ise onlarca yıl boyunca ABD, Çin ve Fransa gibi ülkelerce kapatılmış durumdadır; parasını verseniz de alabileceğiniz bir tedarikçi bulunmamaktadır.
Çok kısa süre içerisinde faal olacakları ilan edilen projelerle ilgili en büyük sorunlardan bahsettik. TSK içindeki kronik sorunlara bakacak olursak, ciddi bir kadro sorunu, mesleki haklar sorunu, taltif ve terfi sistemi sorunu hiç de yeni olmayacak şekilde önümüzde durmaktadır. 15 Temmuz öncesinde kadrolaşmasına izin verilen terör odakları nitelikli askeri personelin de kurum içinde bulunmasını engellemiştir. Bu kadroların ihracıyla tüm birliklerde komuta kademelerinde ciddi personel eksikliği meydana gelmiştir. Yurtdışı operasyonlara katılan kadroları da ekleyecek olursak ciddi bir nitelikli personel eksiği mevcuttur. Kapanan askeri okullarla birlikte dış kaynaktan temin edilen personelin yetkinliği ve ideolojik bakış açılarıyla ilgili ortaya atılan iddialar da göz ardı edilemeyecek kadar büyük sorunlar olarak önümüzde durmaktadır. Sicil sistemine bağlı olarak kökleşen ve yenilikçilikten, inisiyatiften uzaklaşmış; tek tipçi hale gelmiş anlayış kurmaylık yolunun önünde durmaktadır. Astsubay ve uzman erbaşın özlük haklarının yetersizlikleri ve bu personele olan yaklaşım çalışma motivasyonlarına ve mesleki itibarlarına zarar vermektedir. Son yıllarda yapılan en faydalı işler jandarma ve sahil güvenlik personelinin profesyonelleşmesi ve komando tugaylarının sayılarının arttırılmasından ibarettir. Komando tugaylarının sayılarının arttırılması olumlu olsa da çağın gereklerine uygun bir hibrit savaş eğitimi niteliğine sahip olduğuna dair soru işaretlerinin olması hatta komando temel eğitiminin birçok NATO ülkesinde temel askeri eğitim seviyesine denk gelmesi de bu girişimi anlamlı kılmaktan uzak tutmaktadır. Birçok noktada silahlı kuvvetler personelinin özverili gayreti ile ‘’işler’’ yürümektedir. Birçok denetleme ve eğitim sadece işler bir görünümü sergilemeyi hedeflemektedir. Halının altını kaldırdığınızda görülecek tablolarda sefere hazırlık oranının denetleme heyetlerinin raporlarından çok daha farklı olduğunu görmek mümkündür.
Tüm bu sorunların kaynağında ise savunma doktrini konusundaki belirsizlik ve kafa karışıklığıdır.
Örnek vererek ilerleyelim.
Türkiye siyasi elitleri bir uçak gemisine sahip olmayı arzuluyor. Bu arzunun temelinde askeri gerekliliklerden daha çok siyasi gerekçelerin bulunduğunu biliyoruz. Uçak gemisine sahip olmak deniz aşırı operasyonlar planladığınızı gösterir. Deniz aşırı toprağı olmayan bir ülkenin hangi ihtiyaçlara ya da hedeflere uygun olarak böyle bir projeye ihtiyaç duyduğu cevaplanmamış bir soru işaretidir. Türkiye’nin, önümüzdeki 50 yıllık savunma planında uçak gemisi gibi hem üretimi hem de işletmesi çok pahalı olan bir platformu nereye koyduğuna dair bilinmezlikleri bulunmaktadır. Türkiye’nin dışarıdan gelecek hangi tehdit için böyle bir gemiye ihtiyaç duyduğu bilinmemektedir.
Her şeye rağmen böyle bir gemiyi envantere aldığınızda ve işletme maliyetlerini eğitim-sağlık gibi ihtiyaçlarınızdan kısarak karşılamayı göze aldığınızda da sorun bitmiş olmuyor. Bu platformlar tek başlarına operatif olan sistemler değillerdir. Sualtı, su üstü platformlara karşı koruma sağlayacak ve hava savunma sağlayacak ayrı bileşenleri olan, eşgüdümlü operasyon kabiliyetine sahip bir filoya ihtiyaç duyarlar. Türkiye’nin donanma platformlarının yarısından fazlasıyla bile (tüm MİLGEM çıktılarını bu filoya bağlamak zorunda kalacağımızdan) bu imkanları bu filoya tam olarak sağlaması mümkün değildir. MİLGEM projesine bağlı olarak yapımları/projeleri devam eden platformların tamamlanması en erken 2030’ları bulacaktır. Bu platformların savunma sistemleri ve kullandıkları mühimmatlar da farklılık gösterecektir. Az önce belirttiğimiz ekonomik sorunlar ve insan kaynağı kaybı bu aşamadan sonra yine Türkiye’nin önünde durmaktadır. MİLGEM mevcut 20 yıllık iktidardan çok önce başlayan bir proje olması itibariyle Türkiye’nin gerçek savunma ihtiyaçlarına oldukça denk düşen bir proje olarak önümüzde duruyorken bu projeyi daha üst aşamaya taşımak yerine gösterişli ve maliyetli projelere kaynak ayırmak şu aşamada israftan öteye geçmeyecektir. İsrail’in donanmasını güdümlü füzeler ateşleyebilen denizaltılarla donatması Doğu Akdeniz için çok makul bir örnek olarak önümüzde duruyor.
Sorunlar burada da bitmiyor. Uçak gemisi filosu için gereken personelin yetiştirilmesine dair Türkiye’nin elinde herhangi bir maddi ya da bilgi birikimi bulunmamaktadır. Bu personelin benzer filolar işleten bir NATO ülkesinde eğitim almaları dışında alternatif de bulunmamaktadır. Bu filoları işleten tüm NATO ülkeleri ise mevcut siyasi düzlemde böyle bir eğitim imkanını Türkiye’ye sunmayacaktır. Türkiye gerekli tüm platformları inşa etse bile bu platformlarda görev alacak askeri personelin verimli ve operatif bir hizmet vermesi çok daha uzun zaman alacaktır.
Gözlemlenen savunma anlayışıyla ilgili birçok sorundan bahsedebiliriz. Bu kısımda en temel ve en büyüklerinden bahsettik. Şüphesiz ki Türkiye ölçeğindeki bir ülkenin savunma doktriniyle ilgili alternatif bir referans üretmek çok daha uzun bir tezin konusu olacaktır ve yüzlerce makale içerecektir. İlk başta cevaplanması gereken soru ‘’Türkiye ne yapmak istiyor?’’ sorusudur. Görünen o ki makul ve uygulanabilirliği bir yana Türkiye’nin elinde hayalci bir savunma doktrininin bile bulunmamaktadır. Kozmik odaya girilme hadisesiyle boşa çıkan eski doktrinin yerine yenisinin konması uzun yıllar alacak bir uğraştır ancak böyle bir uğraşa girişildiğine dair bir emare de bulunmamaktadır.
Burak Yıldırım – İVME Hareketi