Dış Politika Milli Bir Mesele Midir? – Ali Tirali
En sonda söyleyeceğimizi en başta söyleyelim: Başlığa aldığımız soru retorik bir sorudan ibarettir ve dış politika milli bir mesele değildir. Bunu söylerken dış politikanın ulusal çıkarlarla örtüşmesi gerekliliğini –şüphesiz– yadsımıyorum.
Türkiye toplumunda milliyetçilik baskın bir dünya görüşüdür. Hatta 1923’ten (belki 1870’lerden veya 1908’den) başlatabileceğimiz uluslaşma sürecimizde, diğer ulusal değerlerden, söz gelimi cumhuriyetçilik ve laiklikten daha fazla benimsenmiş, halk kitlelerine yayılmış bir fikirdir. Fakat bu baskın milliyetçilik, berkitilmiş bir doktrine sahip köşeli bir ideoloji değildir. “Devletin bekası” sözü etrafında dönüp durur. Bu basitliği de onun okuldan kışlaya her yerde kitlelere –tabiri caizse– hap gibi yutturulmasına yardımcı olur.
“Devletin bekası” son zamanlarda –özellikle 2015’ten itibaren– resmi ağızlardan sık sık işittiğimiz bir slogan. Bir kavramın derinliğinden, gerçek bir stratejik, siyasi arkaplandan mahrum, sadece – Saussure’cü dilbilimin lügatinden yardım alarak söyleyelim– bir boş gösteren.
Bu slogan etrafında şekillenen daha vülger bir söyleme de aşinayız. İşte bugün Türkiye’de kullanılan ve dış politikayı siyasi tartışma zemininin dışına çıkarmayı amaçlayan söz konusu söylem esasen iktidarın dış politikadaki tercihlerini meşrulaştırmak amacı gütmektedir. “Milli mesele” etiketi üzerine yapıştırıldığı her konuyu çelikten bir zırhla kaplayarak eleştiri oklarından korumaktadır. Bu nedenle dış politikadaki hiçbir hamlenin gerekli mi, gereksiz mi olduğu, lüzumundan bağımsız olarak doğru mu, yanlış mı yürütüldüğü tartışılamamaktadır.
“Mavi Vatan” doktrini meselesi bu konuda çok çarpıcı bir misaldir. Daha önce Deniz Kuvvetleri’nden dar bir subay kadrosu hariç kimsenin aşina olmadığı bu doktrin, bir anda iktidarın neo-osmanlıcı, yayılmacı retoriği ile de birleşerek, Akdeniz’de Barbaros Hayrettin Paşa ve Turgut Reis devrini geri getirecek bir sihirli anahtar olarak lanse edilmişti. Bu minvalde – -bir kısmının 104 amiral olayında iktidar tarafından üstü çizilen– Avrasyacı amiraller de yandaş basın tarafından ululanıyor, her dış politika tartışmasında kendilerine mikrofon uzatılıyordu. Bu doktrin bir anda iktidarın ulusalcı, Avrasyacı olarak takdim edilen bazı siyasi mahfillerden onay almasının ve onların etkilemeyi becerdiği bazı halk kesimlerinin toplumsal rızasını kazanmasının başlıca bir argümanı olmuştu. Öyle ki –Nisan 2021 itibariyle- halen “Mavi Vatan” doktrininin ne kadar yerinde olup olmadığına dair kamusal bir tartışma açmak mümkün değildir. Oysa geçmişi birkaç seneden geriye gitmeyen “Mavi Vatan” doktrinine karşı bir kamusal tartışma yürütmek mümkün değilken, Lozan Antlaşması ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal egemenliğinin kurucu belgelerinden biri olan Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ne karşı televizyon ekranlarında, tahayyül edilebilecek en seviyesiz ve cahilane biçimde bir karalama kampanyası yürütülebiliyor.
Bu konudaki ikinci bir örnek Kıbrıs’tır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) geleceğine ilişkin tartışmalarda AKP iktidarının ilk senelerinde Annan Planı –ve dolayısıyla federal çözüm– yanlısı bir tutum almıştı. Bu durum 2004 referandumunda da “evet” kampanyasının ve 2005 KKTC Cumhurbaşkanı seçimlerinde Mehmet Ali Talat’ın iştiyakla desteklenmesinden anlaşılabilir. AKP önderliğinin 2004-2005’te böyle hareket etmesinin sebebi, o anki pragmatik önceliklerinin –tam da erken AKP iktidarının AB’yle pozitif ilişkilerinin temsil ettiği çözüm atmosferinde– bu yönde olmasıdır. KKTC’nin kurucu lideri Rauf Denktaş’ın o dönem AKP’nin “baş düşman” olarak gördüğü ulusalcı çevrelerle girift ilişkileri de bu desteğin bir diğer sebebidir. Aradan on beş yıl geçtikten sonra ise AKP bu kez, esasen taban ve dünya görüşü itibariyle tamamen örtüşmese de, çok da uzak olmadığı, Ulusal Birlik Partisi ve Ersin Tatar’ı desteklemiştir.
Fakat bu “milli mesele” söyleminin en bariz şekilde iflas ettiği nokta AKP iktidarının Arap Dünyası siyasetidir. Burada Türkiye açıkça İhvan-ı Müslimin hareketinin, başta Mısır olmak üzere Irak, Yemen v.s. kollarının hamiliğine savunmuştur. Daha önce dış politikamızda örneği bulunmayan şekilde Türk diplomasisi parti savunuculuğuna, hem de islamcı, laiklik ve çoğulcu demokrasi karşıtı bir partinin savunuculuğa indirgenmiştir. Bunun başlıca sebebi de şüphesiz ideolojik yakınlık ve Türkiye İslamcılığının –bilhassa Behlül Özkan’ın önemli çalışmalarıyla belgelediği şekilde– İhvan-ı Müslimin hareketiyle ta soğuk savaş yıllarından gelen iç içeliğidir.
Örnekler çoğaltılabilir. AKP pekâlâ bir ideolojik partidir ve zannedilenin aksine ideolojisi Türkiye Cumhuriyeti’ni şekillendiren anlayışla uyumsuzdur. İdeolojik olduğu kadar da pragmatiktir AKP, zira islamcı ideolojisi darülislam – darülharp ikiliğinden hareketle, 19 yıllık iktidardan sonra halen darülharp saymaya devam ettikleri Türkiye Cumhuriyeti’nde her türlü pragmatik, hatta makyavelist hamleye cevaz vermekte, iktidarlarının devamı için en ilkesiz davranışları bile meşrulaştırabilmektedir.
Türkiye’de anaakım muhalefetin en büyük zaaflarından biri, bir tür milliyetçiliğin, devlet merkezli ve manipüle edilmesi çok kolay bir milliyetçiliğin hala geniş muhalif kitlelerin kafasını karıştırabilmesidir. Bu kafa karışıklığının köklerinde de Türkiye toplumunun bazı travmalarının olduğunu da kabul etmek gerekir. Ancak dış politikayı “milli” dolayısıyla siyaset ve ideolojiler üstü bir mesele olarak tartışmaya kapatmak ve takip edilen siyasetin içeriğinden bağımsız olarak tüm halkın rızasının söz konusu meselelerde seferber edilmesi iktidarı güçlendiren ve söyleminin muhalif kesimlere de sirayet etmesine imkân veren bir nevi joker hüviyeti taşıyor. Muhalefetin bu konuda daha dikkatli, daha müteyakkız olması, olur olmaz meselelerin tartışma sahasından apar topar kaçırılmasına mani olması şart. Esasen bu konuda zaman zaman cesur tavırlar alınıp, mevzubahis tavırların mükâfatı da görülmüşse de, bu alanda sistematik bir eleştiri uygulanamamakta, çoğu zaman dış politikada çarpıcı bir olay yaşandığında her muhalefet partisi başka bir yöne savrulmaktadır. Muhalif partilerin ideolojik farkları dolayısıyla belli bir konu üzerinde farklı pozisyonlar almaları doğaldır, ancak burada merkezi önemde olan bu keyfiyet değildir. İşin özü dış politikanın “milli mesele” olarak algılanmasının önüne geçip, bu dış politikanın da “herhangi bir parti olan” AKP’nin kendi ultra-pragmatik ajandasının mantığı içinde, iktidarını mümkün olduğunca uzun sürdürebilmek için uyguladığı bir siyasalar manzumesi olduğunu vurgulayabilmektir. Bu mümkün olursa, bu alanda yapılan her bir yanlış teker teker teşhis ve teşhir edilebilecek, böylece “milli mesele” olmak keyfiyetinin getirdiği “kör” toplumsal rıza mekanizmasının da gözleri açılabilecektir.
Ali Tirali, İVME Hareketi