Demokrasi ve SolGündemİVME BlogLaiklikPolitikaToplum ve Siyaset

CEHAPE ve Aşinalar Siyaseti – Rona Şenol

Birkaç gün önce yapılan bir seçim anketinde iki soruya verilen cevaplar çok uzun bir süredir tekrar eden formuyla statükocu eskimiş siyasetin tıkanmışlığına dair önemli bir ipucu verdi. Ankette Erdoğan ve olası herhangi bir rakibi arasındaki tercih dağılımını gösteren hepimizin aşina olduğu sonuçların yanında bir inanç sorusu soruldu: Önümüzdeki seçimde Erdoğan’a oy vereceğini söyleyenlerin miktarı %42.1’de kalmışken Erdoğan’ın kazanacağını düşünenlerin oranı %60.9 gibi yüksek bir oran. Aradaki farkın sebebi sadece Erdoğan olamaz.

Sebebini aramadan önce bu sorunun soruluş amacını düşünmek gerekebilir. Hedef bir şekilde %50 + 1’e ulaşmak olduğuna göre ve çoğu ankette blok muhalefet adayı bu orana ulaştığına göre kimin neye inandığının çok bir önemi var mı? Pandemi başladığından bu yana, hatta daha da uzun süredir, AKP’nin oylarındaki yavaş erimeyi; bu vahim yoksulluk, adaletsizlik ve mağduriyet birikiminin bile yaratamadığı kopuşu bekliyorduk. O büyük kopuş bir türlü gelmedi. Kurumsal muhalefetin merkezi, ittifak siyaseti altında aynılaşmayı ve kimliksizliği taşımaya çalıştığından kültürel eksen, hak ihlalleri, özgürlükler alanında söylem üretmekten kaçındı. Bunun yerine kendisini herkesin bildiği ekonomik zorlukları -kendi özneleri de en az etkilenen gruptan olduğundan -pek de etkili olmayan bir üslupla tasvir etmekle sınırladı. Tereddütle başlayan fakat sonra büyük halk desteğinin de teşvikiyle cesaret kazanan kamulaştırma ve 5’li çete söylemini dışarda bırakırsak bir sistem eleştirisi ve alternatif bütüncül bir vizyon koyulduğunu söylemek de doğru olmaz. Sosyal adalet, güvencesizlik, örgütlülük, orta sınıf kandırmacalarından ibaret geçici neoliberal büyümenin eleştirisi, bakım ekonomisi ve ekoloji gibi alanlara odaklanmış bir kampanya göremiyorduk. 

Yerel yönetimlerin kazanılması, aşırı sağcı ittifakın baskısının kırılması ve demokratik koalisyon örneği açısından bir kırılma vaat etmişti. Yeniden dağıtım ve şeffaflık odaklı bir belediyecilik örneği ile özellikle pandemi döneminde daha da olumlanabilecek politikalar geliştirilmedi değil. Her ne kadar ülkenin sermaye-siyaset ittifakının 20 yıllık kuralsız rant yağmasından parçalı olarak kurtulması azımsanabilir olmasa da yeniden dağıtım ve şeffaflık her yeni iktidarın sözünü verdiği ve ilk yıllarında da uygulayabildiği yaklaşımlar. Bu politikalar sistemsel sıkıntıları ve tıkanmışlığımızı çözecek yeni vizyonu tek başına taşıyamaz. Kısır döngülerimizi çözemez. Yüzleşmeyi, barışı, adaleti vatandaşlık bilincini getiremez. İhtiyacımız olan vizyon denenmemiş bir politika setinde. Cesur, ilerici, radikal ve sol politikaların bu 20 yıllık devletsizleşme sürecinin ürünleri tarafından, yeni Türkiye’nin çıktı insan profilinin ağzından ve yaşantısından anlatılması gerekiyor. Bu profilin yabancılığına ihtiyacımız var. Bu yabancılığın hayretine ihtiyacımız var.

140journos’un ‘CEHAPE zihniyeti’ videosunun kaçırdığı şey de burada. Videoda eski CHP’nin statükocu bir yaşlılar ittifakı olduğu, az olsun bizim olsun mantığıyla hareket ettiği, şimdilerde CHP’nin pek çok toplum kesimiyle bir araya gelebildiği anlatılıyor. Bu manevra kabiliyetine gösterge olarak da ittifak siyaseti ve yerel yönetimlerdeki başarılar gösteriliyor. Bunun yanı sıra muhafazakarlık mitolojisinin güçlenerek sürdüğünü görüyoruz videoda. Eskiden partiyle bağlantılanamayan muhafazakârların partiye oy vermeseler de kulak vermeye başladıkları iddia ediliyor, muhafazakâr partiler ile yan yana gelebilen bir CHP imajı çiziliyor. Bunun ötesinde, Yenikapı Mitingine katılım bir yana milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldıran anayasa değişikliğine evet demek konusunda dahi parti lideri özeleştiri vermekten kaçınıyor. 

İşin aslı, son 11 yılda CHP’nin değişmediğini söylemek yerinde olmaz. Toplumsal muhalefetle, kadın hareketiyle, öğrencilerle ve hak gaspına uğramış çeşitli mağdur gruplarla sokakta daha çok ilişki kuran bir CHP var denilebilir. En azından bu doğrultuda olan isimler var artık. Fakat bu bir başarı ölçütü olarak tercih edilmemiş videoda. Halihazırda cılız olan bu hareketleri beslemek yerine AKP ve türevlerinin 20 yıldır sattığı hikâye aynen satın alınmış ve muhafazakârlık portresi onlar nasıl istiyorsa öyle çizilmiş. Nitekim videoda süre olarak da Erdoğan’ın demeçlerine, yaptıklarının tekrar tekrar yorumlanmasına yer verilmiş çoğunlukla. Bu kitleyi kendilerinin nasıl okuduğu yok. Statik hiç değişmeyen, adı konulmamış, temsilcisinin kim olduğu anlaşılmamış bir muhafazakârlık mitolojisine saplanmaya devam ediliyor. Videodaki isimlerden de anlıyoruz bunu. Nagehan Alçı örneğin, kendisi midir CHP’deki bu esnemenin yeni girdisi? Muhafazakâr mitolojinin iyi bir kurgucusu olmak bir yana ‘muhafazakâr’ imgenin karşılığı kendisinde mi bulunur? ‘Türkiye’nin yüzde yetmişi’ klişelerinde kastedilen profil o ve videodaki kalanlar mıdır? İmamoğlu’na Bağcılar’dan Küçükçekmece’den Avcılar’dan oy veren kitlenin partiye yakınsamasını bu isimler mi yansıtırlar? Kılıçdaroğlu da farkında değil ortadaki tutarsızlığın. Kendi ağzından itiraf ediyor bunu. Göreve ilk geldiğinde CHP’ye uzak ama ‘halkın sevdiği’ bazı kanaat önderleriyle bir araya gelmek istemiş fakat parti örgütünün ‘Kim bu kanaat önderleri?’ tepkisiyle karşılaşmış. Bu soru hala geçerliliğini koruyor. Fakat cevabın Nagehan Alçı ve diğerleri olmadığı açık.


            İtiraf edin AKP’yi iktidara getiren de güçte tutan da sağ-liberallerin desteği değildi. Muhalefetin kazanımları da onların desteği sayesinde olmayacak.


Peki nedir bu başarı hikayesi? 2011’de %25 civarlarında olan oylar bugün %22’lerde tutulmuş. Tek ölçüt oy miktarı olmayabilir. Toplumsal bir değişime sebep verilmiş mi? Tabanının beklentileri, tepkiselliği, profili mi değiştirilmiş? Seçmeninde bir değişiklik görebiliriz gerçekten partinin. Ne var ki bu değişiklik parti merkezinin politikalarındansa Türkiye’nin yeni şartlarına cevaben geliştirilmiş yeni bir tepkisellik ve yeni bir katılımın izlerini taşıyor daha çok. Öyleyse iki ölçüt kaldı başarıyı gösteren, birincisi belediye seçimleri ikincisi ittifak siyasetinin başarılmış olması. Buna karşın ikincisini tek başına başarı olarak kabul etmek siyasetçilerden beklentilerimizi vahim derecede asgari düzeyde tutmamızdan kaynaklanıyor olabilir. Cumhurbaşkanlığı seçim sistemi getiriliyor ve ittifaklar gerekli kılınıyor, ülke her türlü hukuksuzluk, devletsizlik ve yağma politikalarıyla boğuşuyor. Müthiş bir kutuplaşma var. Böyle bir ortamda Erdoğan etrafında birleşen ittifakın karşısında diğer ittifakın oluşturulamamış olması -ki hala da oluştuğunu tam olarak söyleyemesek de- büyük bir beceriksizlik emsali olmaz mıydı? Sandığın doğal olarak zorladığı bir ittifakta yan yana gelebilmeyi bir kenara koyunca elimizde belediye seçimleri kalıyor. Burada yapılan ittifakın zorunlu bir ittifak olmadığını ve bir koalisyon inşası olduğunu kabul edebiliriz. Bu aşamada başa dönüyorum. Kim verdi oyları Ekrem İmamoğlu’na? Bu genişlemenin karşılığı sağ liberallerin takdirine mahir olmaktan geçmiyor. Geçmişten gelen ahlaki kaygıları ya da seçmen karşılıkları olup olmadığını bir kenara bırakıyorum. Nagehan Alçı ve taifesinin kendi kurgularını bu muhafazakar mitoloji üstünden satmaya devam etmesi kimseye oy ve destek getirmedi, getirmeyecek. Recep Tayyip Erdoğan’a gelen desteğin arkasında büyük bir öfkenin kesişimi ve eşitsizlikler vardı. Onun yıllarca devam eden kavga siyaseti ılımlı görünümlü siyasal İslamcılar ve sağ liberallerin ikircikli ve yorucu entelektüel aklama çalışmalarıyla çelişti durdu. CHP’nin mevcut kazanımlarında da onların parmağı yok. Kimsenin anlamaya, kendince yorumlamaya yeltenmediği, değiştiğine de bir türlü inanmadığı muhafazakâr hikayeleri en azından gerçek öznelerden dinlemeye cesaret etmemiz gerek. Bunun için de sağ liberallerin anlatmaktan, bizim inanmaktan yorulmadığımız 40 yıllık muhafazakarlık mitolojisine inanmayı bırakabiliriz. Türkiye’nin ‘yeni’ normali sağın denge arayışından çıkmayacak. O hikaye simgeleri ve diliyle tükendi.

Ben demiyorum, Sedat Peker söylüyor. Ruşen Çakır’ın ‘Sedat Peker solcu mu oldu?’ videosu da izlenebilir. Sünni, milliyetçi, aşırı öfkeli, racon kesen devlet baba figürünün ve bunun etrafında şekillenen sağ sembollerin tükenmişliğinin kendisi de farkında olacak ki sol atıflar olmadan anlatamıyor derdini Peker. Bir danışmandan taşra örgütünden bir partiliye kadar herkes kandırmacanın farkında, aynı taktiği onlar da kullanıyor. Birbirlerine cevap bile veremiyorlar tüm bu hesaplaşma içinde. Herkes sağın sembollerini listeleyip birbirlerini daha az vatanperver daha az inançlı olmakla suçluyor. Bu büyük çöküşün en çok sağcılar farkında. İnanç anketleri de bunun başka bir sonucu, belki biraz da seçimi kazandıracağına inandığımız statükocu yaklaşımları bir kenara bırakıp seçimi muhalefetin kazanamayacağını düşünen çoğunlukla hesaplaşmalıyız. Kazanılacağına inançla oy kopuşu birbirinden tamamen bağımsız iki değişken değiller. ‘Kazanacaklar galiba’ hissi sağlanabilir ve bunun tek yöntemi kutuplaştırıcı miting kavgaları olmak zorunda değil. Kalabalıklar alternatif bir okumanın kazanabileceğini hissettikçe de kayma yaşayabilir.


           Yeni organizasyonlara yeni tepkilere yeni bir Türkçe’ye yeni bir insan görüntüsüne ihtiyacımız var. Bu profil Türkiye’nin yabancılarından başkası değil. II. Yüzyılı inşa etme işi Türkiye’nin vasatlığına aşina olanlara bırakılmayacak kadar kritik bir iş.


Ne yazık ki elimizde bu yeniyi taşıyacak yeni yüzler yok. 90’larda doğmuş kuşak bunun için biçilmiş kaftan niteliğinde. Bu nesil anlatabilir en iyi AKP yıkımını. Fakat bu vizyonun taşıyıcısı yine öncenin aşina siyasetçileri olmaya çalışıyor. Önümüzdeki seçimin en yaman çelişkisi bu olacak herhalde. İkinci Yüzyıl adlı dergide Kemal Kılıçdaroğlu’nun yorgun ve aşina olduğumuz dingin simasının boydan boya kapak fotoğrafı yapılması da bu çelişkinin çok önemsenmediğini gösteriyor. O bir türlü arayıp bulamadığımız yeni hissi bu eski yüzler vermeye niyetli. Yeni yüzyıl bahsini bile yeni yüzyılda en çok vakit geçirecekler taşıyamıyor. 

1980’den miras kalan ‘devlet baba’ figürü tüm içini boşalttığı eski sağcı kavramlarıyla ve ekonomik temeli olan neoliberalizmiyle birlikte çöktü. Bunun farkında olmaya cesaret edecek bir siyasete ihtiyacımız var. Muhafazakâr imgeleri unutalım demiyorum. Tüm cinsiyetçiliği ve heteronormatifliği bir yana devlet illa da ebeveynlerden biri olacaksa anneye çevirmekle başlayabiliriz bunu örneğin. Şefkatli, ayrımcılık karşıtlığında titiz, güven veren, kavgada barışı, düşünce kaldırmayı ilke edinmiş ve adil bir anne. Devlet babayı sağcılar kurdu ve öldürdü. 2021’de, solcu bir devlet anaya ihtiyacımız var. 

Katılımcılığı, kent ve mahalle konseylerini, bakım ekonomisini, iklim krizini, mülkiyetin çalışanlara devrini, hibrit modelleri, sil baştan bir vergi reformunu, gelir garantilerini, yerelleşmeyi, dijital demokrasiyi gündemine alabilen; bekçileri kaldıracağız, eskiden kalma mafyatik ilişkilerin hükmünü etrafta görmeyeceksiniz çünkü hepsi yargılanacaklar, YÖK’ü kapatacağız, KYK borçlarını sileceğiz, polis şiddetini durduracağız, ırkçılık ve homofobi sorununu çözeceğiz, İstanbul’da eskisinden bile kapsamlı yeni bir sözleşmeye öncülük edeceğiz demekten korkmayan ilerici modelleri öncelemeliyiz. Marjinalde örgütlenmekten korkmak özellikle küçük yüzdelerin büyük etkiler yaratabildiği bu dönemde büyük kayıp olur. İstanbul Sözleşmesinin sözde iptalini hatırlayalım. Bu ilk ortaya atılışından son ana kadar bir çoğunluk dayatması değildi. Yeni hiçbir şey üretmeyen sağ-liberal atıllığına muhalefet bloğunu teslim etmemiz için hiçbir sebep yok. Politika yapışımızdan ideal insanımıza, bilinçaltımızdaki devlet imgesinden, vatandaşlık nedir sorusuna üstteki modellerle uyumlu yeni cevaplar verebilen ve verdiği cevaplarla tutarlı bir profil çizebilecek yabancı kalabalıklar var. Bu yabancıların angajmanı ve yukarıda önerilenler son derece bağlantılı. Biri sağlandıkça diğerinin gelmesi hiç de zor değil. Bu açıdan ‘İkinci Yüzyıl’ başarılı olacaksa öncelikle bu yabancıların öncülüğündeki bir ‘aidiyet devrimiyle’ başlamak zorunda.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu