NATO-Rusya Agresyonunda Kendini Değersizleştiren Türkiye – Burak Yıldırım
Rusya’nın dozu giderek artan askeri agresyonlarına karşı aktif faaliyette bulunan tek ülke olan Türkiye neden ABD, AB ve NATO tarafından yalnız bırakılıyor? Türkiye beklediği takdiri ve desteği neden alamıyor?
I.
1999 yılında iktidarı devralan Putin, post-Sovyetik dönem enkazı haline gelmiş Rusya’ya yeni bir hedef çizdi. Rusya dış politikasının geleneksel histerisi olan ‘’yeterince önemsenmiyoruz, ciddiye alınmıyoruz’’ tehlikesine karşın dış ticaret fazlası veren bir ekonomi, orduda restorasyon/modernleşme ve eski Sovyet ülkeleri üzerinde tekrar hakimiyet kurma hedefleri Rusya’nın hem iç hem de dış politikasının omurgasını oluşturdu. Petrol ve doğalgaz fiyatlarının uzun süre yüksek kalması sayesinde önemli miktarda ekonomik kaynağa sahip olan Rusya öngördüğü her fırsatta çeşitli askeri operasyonlara girişti.
2011’de başlayan Suriye iç savaşında Rusya mevcut yönetimin yanında kendisini konumlandırdı. Esasen bu adım daha önceden başlayan ve yeterince dikkat çekmeyen Rus yayılmacılığının ilk kez NATO tarafından tehdit olarak görüldüğü an olarak kabul edilebilir. Ermenistan’daki Rus askeri varlığı çok uzun yıllardır bir gerçeklik olsa da Gürcistan’daki 2008 iç savaşı neticesinde fiili Osetya ve Abhazya işgali, Ukrayna’daki işgal ve Kırım’ın ilhak edilmesi, Libya’daki iç savaşta Wagner paralı asker grubunun etkinliği ve hatta doğrudan Rus uçaklarının Libya’da konuşlanması NATO’nun unuttuğu ‘’eski düşmanını’’ tekrar hatırlamasına sebep oldu.
İran nükleer programıyla ilgili olarak yürütülen anlaşma zemininin Rusya tarafından bozulmaya çalışılması, Sırbistan ile yapılan ikili askeri ve siyasi anlaşmalar, Hazar Denizi havzasındaki enerji kaynaklarının paylaşımıyla ilgili anlaşmazlık ve bu denizden geçecek bir boru hattına engel olmaya çalışılması, Uzak Doğu’da ise Kuril adalarıyla ilgili anlaşmazlık nedeniyle 2. Dünya Savaşı’ndan beri hala Japonya ile bir anlaşmaya varılmamış olması Rusya’yı başka bölgelerde de agresif davranmaya teşvik ediyor.
Rusya’nın Suriye’deki askeri varlığı ülkenin siyasi kontrolünü de ele geçirdiği bir sürece evrilmiş durumda. Türkiye ise Suriye’de Esad yönetiminin karşısındaki bloğun organizasyonunu, donatımını ve kontrolünü sağlıyor. Bu bölgede Rusya ve Türkiye çıkarları doğrudan karşı karşıya. Üstelik ABD/NATO da Esad konusunda tavırlarını en baştan beri net tutuyor. Tüm ilişkilerden bağımsız olarak ABD/NATO, Türkiye ile aynı önceliğe sahipler. Ancak ABD/NATO, bölgede PYD/YPG ile iş birliğini tercih ediyor.
Geçtiğimiz yıl gerçekleşen 2. Karabağ Savaşı’nda ise Rusya tarafsız görünmesine karşın Azerbaycan kuvvetlerinin tüm direnişi tamamen kırdığı ve tüm bölgede kısa sürede hâkim olabileceği anda müdahil oldu. Rusya tamamen Ermenistan lehine aldığı tavır ile bölgede barış gücü adıyla bir tümen görev kuvveti konuşlandırdı. Türkiye bu savaşta ve öncesinde Azerbaycan’ı politik gerçekliğin elverdiği koşullardan çok daha fazlasıyla destekledi. Türkiye yıllardır Azerbaycan ordusunun eğitimiyle ilgili yoğun bir çaba gösteriyor ve elindeki tüm askeri imkanları Azerbaycan ile paylaşıyor. Harekât planının Türk kurmaylarınca hazırlandığı da iddia ediliyor ki bunun bir adım ötesi Türk askerinin doğrudan çatışmaya girmesi demektir. Türkiye bu bölgede de Rusya’nın doğrudan karşısında konumlanmış olmasına rağmen Azerbaycan’a verdiği destek itibariyle başta Fransa olmak üzere Kanada ve ABD’nin de tepkisini çekti.
Kırım’ın Rusya tarafından ilhakıyla ilgili olarak tüm NATO bloğu ortak bir tepki verdi. Donbass bölgesinde devam eden çatışma haliyle ilgili olarak da Türkiye çeşitli askeri ekipmanları Ukrayna’ya temin etti. Bu ekipmanların finansmanı için Ukrayna’ya kredi açtı. Bazı askeri teçhizatları ortak olarak geliştirmek için çeşitli anlaşmalar imzaladı. Ukrayna’nın AB ve NATO üyelikleri uzun zamandır gündemde olmasına rağmen Türkiye dışında hiçbir ülke Ukrayna’ya bu büyüklükte ve somut bir destek vermedi. Çok kısa bir süre öncesine kadar topyekûn savaşın eşiğine gelen Ukrayna-Rusya krizinde de Türkiye Ukrayna’ya olan desteğiyle ilgili geri adım atmadı.
Kaddafi’nin devrilmesinden kısa bir süre sonra başlayan Libya iç savaşında Hafter kuvvetlerine teçhizat ve paralı asker grupları sağlayan Rusya’ya karşı Türkiye, savaşı neredeyse kaybetmekte olan Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne askeri danışmanlık sağladı ve ciddi bir ekipman desteği sağladı. S/İHA operasyonlarıyla müşterek olarak yürütülen karşı taarruzlara karadan da Fırtına obüsleriyle katkıda bulundu. Gerekli ateş desteği operasyonları doğrudan Türk askerleri tarafından sağlandı. Bu sayede UMH birlikleri Sirte’ye kadar ilerledi. Hafter kuvvetlerinin düştüğü zor durumu eşitlemek amacıyla Rusya bir avcı/bombardıman filosunu Suriye’den Libya’ya taşıdı. Kısa süreliğine de olsa Türk Hava Kuvvetleri’nin bir filosunun Libya’da konuşlanması bir seçenek olarak masada durdu. Bu seçenek değerlendirilmedi ve Libya iç savaşında ateşkes dönemine girildi.
Türkiye, Balkanlarda da Rusya karşıtı diplomatik faaliyetler yürütüyor. Makedonya-Arnavutluk merkezli bu faaliyetler ciddi hibeler ve bayındırlık yatırımları içeriyor. Sırbistan ile de çeşitli ekonomik anlaşmalar imzalandı.
Orta Asya’da da Türki cumhuriyetler arasında ekonomik, askeri ve siyasi birlikteliğin sağlanması için yoğun çaba gösteren Türkiye ortak tarihi ve kültürel değerlerin kendisine sağladığı avantajlarla bu ülkelere liderlik yapmayı hedefliyor. Bu hedefinin önündeki en büyük engel ise Sovyet döneminin öncesinden başlayan Rus nüfuzu olarak beliriyor. Öte yandan Rusya’daki Türk toplulukları kozu henüz masaya gelmemiş olsa da bu adım geçtiğimiz günlerde Duma’da bile gündem konusu oldu.
Özetle Türkiye’nin Rusya ile ihtilafları ortak noktalarından çok daha fazladır ve Türkiye bu cephelerde bariz biçimde geri adım atmamaktadır. Peki Rusya’nın Batı için tekrar bir tehdit olarak yükseldiği bu dönemde Rusya ile çatışan ve yeni cepheler açmaktan da pek çekinmeyen Türkiye neden Batı tarafından desteklenmiyor? Sadece Rusya karşısında değil, Çin ve İran karşısında da Batı’nın atabileceği tüm adımları kolaylaştırabilecek potansiyele sahip olan Türkiye neden yalnızlaştırılıyor?
II.
Türkiye, 2013 yılından beri Batı ile ilişkilerinde yeni ve kendi aleyhine olan bir sürece girdi. 2002 yılında başlayan demokratikleşme adımları Batı tarafından oldukça anlamlı bir destek aldı. Demokratikleşme adına atılan adımların zaman geçtikçe tüm denge ve denetleme mekanizmalarını ortadan kaldırmasıyla birlikte Türkiye gittikçe otoriterleşen bir siyasi iklime sahip oldu. Öyle ki devlet neredeyse tüm kurumsallığını kaybedecek noktaya geldi ve bir dönem iktidar ile ittifak kurmuş irticai terör yapıları bir darbeye kalkıştı. Bu darbe kalkışmasından sonra ortaya çıkan politik durum otoriterleşmeye çok daha büyük imkanlar tanıdı.
Yaklaşık 2 ay önce bir grup Demokrat Partili Senatör, Türkiye’ye insan hakları ihlallerine karşı etkili adımlar atmaması durumunda yaptırım uygulanması çağrısında bulunan bir tasarıyı Senato’ya sundu. Bu çerçeve sadece ABD açısından değil tüm Batı Bloğu için en temel ve ilk başta dile getirilen sorunu oluşturuyor. ABD-AB-NATO, Türkiye’deki insan hakları ihlallerinin ve bu ihlallere imkân veren siyasi durumun tüm anlaşmazlıkların kaynağını oluşturduğunu sürekli belirtiyor. Ortak güvenlik ve gelecek inşası için ortak değerlerin paylaşılması gerektiği her platformda ve her seviyede sürekli belirtiliyor. Böyle büyük bir ayrışma doğrudan mevcut Türk hükümetinden kaynaklı olarak algılanıyor ve iktidardan bu durumu düzeltecek adımlar atılması uzun yıllardır talep ediliyor. Ortaklığın ve desteğin aynı değerlerin taşınmasıyla mümkün olabileceği ön şart olarak Türkiye’nin önüne koyuluyor. İktidar ise bu konuların iç meseleler olduğunu ve bu konuda herhangi bir tartışmanın egemenlik haklarının ihlali olduğunu ifade ediyor. Meseleye bakış açılarının farklılığı ve iktidar kanadının iç politikadaki iktidar sürekliliği kaygısı bu temel zeminde uzlaşmaya engel oluyor.
ABD mahkemelerinde devam eden Halkbank davası, büyük bir para cezasıyla sonuçlanabilir. Trump, kendi başkanlık döneminde bu davayla ilgili bir müdahalede bulunmuştu ve Erdoğan da yine benzer bir müdahaleyi Biden’dan da talep edecektir. Ancak Biden’ın yargıya müdahale etmesinin ihtimalinin bulunmadığını da belirtmek gerekir. Halkbank davası Erdoğan dahil Türk Hükümeti’nin önemli isimlerinin karıştığı oldukça büyük bir dava. Yani Türkiye’deki rejimi fiilen tek başına elinde bulunduran Erdoğan, ABD’de devam eden bu davanın sonucuna bağlı olarak uluslararası mahkemelerde de yargılanabilir. Erdoğan’ın kişisel durumuyla ilgili bu ‘’zayıf karın’’ Türkiye’nın dış politikada rahat hareket etmesinin önünde engel olarak duruyor. Avusturya’da tutuklanan Sezgin Baran Korkmaz konusunda ABD yargısının atacağı adımlar da ikili ilişkileri benzer noktadan etkileyecek bir niteliğe sahip. Keza daha popüler siyasi gündem unsuru olan Sedat Peker’in Birleşik Arap Emirlikleri’nde ikamet ettiği ve milyonlarca kez izlenen videolarını burada çektiği toplumun tamamı tarafından bilinmektedir. Yayınlanan son videosunda Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili bilgiler vereceğini ilan etmesine karşın oldukça uzun zamandır beklenen video yayınlanmadı. Video ile ilgili belirsizlik uluslararası bir istihbarat müdahalesi mi yoksa Sedat Peker’in bir hype yaratma çabası mı bilmiyoruz; önümüzdeki süreçte göreceğiz.
Öte yandan iki ülkenin dış politika öncelikleriyle ilgili ciddi bir ayrışma bulunmaktadır. Arap Baharı sürecinin tasarlanan hedeflerine ulaşıp ulaşmadığı bir tartışma konusu olsa da bu sürecin şimdilik dondurulmuş olduğunu söyleyebiliriz. ABD-Türkiye ilişkileri de tam olarak bu süreçten sonra ciddi bir kırılma yaşamış ve paylaşılan somut bir stratejik vizyon kalmamıştır. Hedeflerin farklılaşması ve atılan adımlar iki ülkenin birbirleriyle ilgili durumunu iç politikada da derinleştirmiştir. Bu ayrışma ABD’yi PYD/YPG ile bir ortaklık kurmaya mecbur bırakırken Türkiye de Hamas ve Müslüman Kardeşler ile ortaklık kurmayı tercih etmiştir. Netice olarak ABD daha başarılı bir ortaklık kurmuş ve tam bir uyumu sağlamışken Türkiye ortaklık kurmayı düşündüğü yapılarla ilgili benzer bir başarı sağlayamamıştır. ABD ve Türkiye’nin terörle mücadele konseptleri de belirgin şekilde değişmiştir. Özellikle Türkiye açısından ABD ile ilişkiler sık sık iç politika malzemesi haline getirilmektedir. ABD’nin düşman olduğu bir dinamik özellikle kurgulanmaktadır ve bu durum ABD açısından son derece rahatsız edici bulunmaktadır. PKK resmi olarak bir terör örgütü olarak kabul edilse de Türkiye bu konuda destekten tamamen mahrum kalmıştır. İki ülkenin hedef terör örgütleri birbirlerinden tamamen farklılaşmıştır hatta bazı terör örgütlerine destek verildiği iddiaları yoğunluk kazanmıştır. İki ülkenin tercih ettiği yapıların farklılığı ve karşılıklı olarak desteklediği unsurlar en büyük kırılmayı da Suriye meselesinde yaratmıştır.
Türkiye açısından büyük beklentilerle katılım gösterilen son NATO zirvesi öncesinde ABD S-400 konusuyla ilgili Türkiye’ye içeriğiyle ilgili bilgi vermese de bazı seçenekler sunduğunu ilan etmişti. Zirve sonrasında açıklama yapan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin bu konudaki tutumunda bir değişme olmayacağını belirtti. S-400 sistemlerinin başka bir ülkeye gönderilmesinin bir seçenek olamayacağı çok daha kısık sesle konuşuluyor. Rusya ile imzalanan ihracat anlaşmasının ayrıntıları bilinmemekle birlikte bu sistemlerin başka bir ülkeye konuşlanmasını engellediği tahmin edilebilir. Öte yandan Türkiye’nin Libya’da ele geçirdiği Pantsir hava savunma sistemlerini Ankara’da ABD’li askeri yetkililerle birlikte incelediği bilgisi teyit kazandı. S-400’ler ile ilgili ABD tarafının başka taleplerle birlikte benzer bir talebi iletmiş olabileceğini de göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
S-400 konusunda, Türkiye 1990’larda Türkiye-Yunanistan-Kıbrıs arasında büyük kriz yaratan S-300 sistemleriyle ilgili örneği kendi açısından dillendirmektedir. Güney Kıbrıs idaresinin Rusya’dan satın aldığı bu sistemler Türkiye’nin büyük baskısı ve ABD’nin girişimiyle Yunanistan’ın Girit’teki Suda üssüne taşınmıştı. Bu üs ABD ve NATO kuvvetlerinin Doğu Akdeniz’deki en büyük müşterek üssüdür ve üssün büyütme çalışmaları halihazırda devam etmektedir. Buradan çıkarmamız gereken sonuç S-300 sistemlerinin tıpkı Pantsir sistemleri gibi ABD tarafından incelenmiş olma ihtimalinin yüksek olduğudur. Daha da ötesi İsrail’in de bu sistemlerle ilgili Yunanistan ile bir anlaşma yaptığı; Suriye’nin de sahip olduğu S-300’ler ile ilgili olarak karşı istihbarat çalışması gerçekleştirdiği bilinmektedir. Türkiye’nin bu örnekte görmezden geldiği gerçeklik ise S-300’lerin Güney Kıbrıs’a satıldığı dönemde siyasi-ekonomik-askerî açıdan sorgulanan Yeltsin döneminde bu satışın gerçekleşmiş olmasıdır. ABD’nin S-300’ler ile ilgili bulduğu çözüme Yeltsin Rusya’sı herhangi bir karşılık verecek kapasiteden yoksundu. Ancak bugün Gürcistan, Ukrayna, Karabağ ve Suriye’yi işgal etmiş Rusya’nın Türkiye’ye de Batı’ya da verecek cevabının hazır olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu kapasite artışı bugün NATO-Rusya gerginliğinin temel dinamiğidir.
Benzer bir problemle karşı karşıya kalan Hindistan ise Rusya’dan S-400 sistemlerinin temini ile ilgili nihai bir anlaşmaya vardı. Hindistan’ın da CAATSA yaptırımlarına uğraması konusu ise ABD’de fikir birliğine varılmamış bir konudur. Hindistan gibi önemli bir müttefiki ve Çin’e karşı denge unsurunu kendisinden uzaklaştırmak istemeyen ABD bir ayrıcalık sağlamayı resmi ağızlardan dile getirmiştir. Türkiye açısından bu durumu değerlendirmek durumun gerçekçiliği vurgulaması açısından onur kırıcıdır. Yeterli öneme sahip bir ülke yaptırımlardan uzaklaşabilirken doğrudan NATO üyesi olan Türkiye aynı kararla ilgili oldukça ağır yaptırımlarla karşılaşma tehlikesi altındadır. ABD’nin politikalarını ikiyüzlü ilan etmenin herhangi bir kazanım getirmeyeceğini göz önünde bulundurursak Türkiye’nin diplomatik ve ekonomik açıdan dünya siyasetinin neresinde olduğunu algılamak mümkündür ve Türkiye açısından acı vericidir. Hindistan’ın alternatifi yoktur ancak Türkiye’nin alternatifi PYD/YPG olabilmektedir.
İkili ilişkilerin düzelmesinde dolaylı pay sahibi olan bir diğer başlık ise Libya iç savaşı ile ilgilidir. ABD, Libya konusunda Türkiye’yi doğrudan karşısına almamakla birlikte çok daha uyumlu olduğu müttefikleri Fransa ve Yunanistan’ın diplomatik baskıları nedeniyle Türkiye ile iş birliği sağlayamamaktadır. Aslında Türkiye Libya’da tam olarak ABD ile uyumlu bir politika izlemektedir. BM tarafından tanınan hükümete verdiği destek sayesinde Halife Hafter’in en büyük desteği aldığı Rusya kalıcı bir yerleşim kuramamıştır. Kaddafi döneminde sürgüne gönderilen Hafter ABD’ye iltica etmiştir ve CIA tarafından korunmuştur. Ancak Kaddafi’nin devrilmesiyle Hafter ABD için kullanışlı olmaktan çıkmıştır. Savaş başlangıcında kısa sürede zafer kazanacağı beklenen Hafter kuvvetleriyle iş birliğini tercih eden ülkeler bariz bir hesaplama hatası yapmıştır. Rusya ile aynı safta kalmaları itibariyle karşı cephede kalan diğer ülkelere kıyasla Türkiye büyük bir nüfuz alanı elde etmiştir. Rusya dışında Hafter’i destekleyen ülkeler Berlin konferansı sonunda başlayan süreçle birlikte BM tarafından tanınan hükümette bir değişiklik yapılmasını sağlamıştır. Bu değişiklik neticesinde ise BM tarafından hükümet ile Fransa ve Yunanistan doğrudan diplomatik ilişki kurmuştur. Taraflar ve cepheler arasında yaşanan bu değişiklikler ile birlikte Türkiye nüfuz kaybına uğramış ve tüm silahlı unsurlarının çekilmesi çağrısı bazı Libya hükümeti mensuplarınca da yapılmaya başlanmıştır. Diğer siyasi ayrılıklar sebebiyle ABD de Libya konusunda Türkiye’yi dışlayıcı bir söylem geliştirmeye başlamıştır.
Libya meselesinin de dahil edildiği Doğu Akdeniz-Kıbrıs-Ege sorunu ise oldukça eski bir gündem başlığı olmasına rağmen son birkaç yılda yaşanan hadiseler nedeniyle daha fazla aktörün görüş belirttiği ve manevra yaptığı bir alan olmuştur. Ayrıntılarını linkteki makalede verdiğimiz Türk-Yunan anlaşmazlığının ana konuları olan bu sorun doğrudan etkilediği uluslararası meseleler itibariyle ABD’nin de Türkiye’ye karşıt söylem geliştirdiği bir başlık olmuştur. Doğu Akdeniz’de keşfedilen enerji kaynakları, bunların nasıl paylaşılacağı ve bu enerji kaynaklarının nasıl nakledileceği temel anlaşmazlık konularıdır. Türkiye bu konuda bölgede izlediği militarist, dışlayıcı ve müzakereden uzak politikalarının cezasını çekmektedir. Tüm bölge ülkeleriyle diplomatik açıdan problemler yaşayan Türkiye geriye kalan tüm ülkelerin birbirleriyle anlaşması sonucu kendi kendini dışlayan bir politika izlemektedir. İzlediği politikaların hukuki bir hükmü de kimse tarafından tanınmamaktadır. Başka bir yazının konusu olabilecek bu hatalı dış politika sonucunda da ABD tercihini mutabakat sağlayan ülkelerden yana yapmaktadır. ABD bu mutabakat sayesinde bölge üzerinde önemli kazanımlar da elde etmiştir. Avrupa ülkelerinin Rusya’dan temin edilen doğalgaza bağımlılığını önemli ölçüde ortadan kaldıracak olan bu enerji kaynaklarının bir an önce Avrupa’ya ulaştırılması ABD’nin ana hedefidir. Bu hedefin gerçekleşmesinin önünde ise Türkiye durmaktadır. Rusya’yı rahatlatan bu krize karşılık Türkiye Rusya nezdinde de bir kazanım elde etmemiştir. Hatta Rusya da bu başlıkla ilgili Türkiye karşıtı bir tutum takınmış, Sırbistan’ın Güney Kıbrıs’a Nora obüslerini satmasını sağlamıştır. Recep Tayyip Erdoğan’ın en yakın müttefiki olan Katar bile söz konusu Doğu Akdeniz olduğunda Türkiye’nin hasımlarıyla iş birliği yapmış ve doğalgaz arama ruhsatı elde etmiştir. Sadece buradan bile Türkiye’nin içinde bulunduğu çıkmaz gözler önüne serilmektedir.
Türkiye’nin bir diğer dış politika kamburu olan Ermenistan meselesinde ise yakın geçmişte oldukça önemli gelişmeler yaşandı. Biden, 1915 olaylarını soykırım olarak tanımlarken sorumluluğu Türkiye’ye değil bu kararı alan ve uygulayan Osmanlı’ya bıraktı. Geçtiğimiz yıl meydana gelen ve kesin Azerbaycan zaferi ile sonuçlanan Karabağ savaşı ile ilgili olarak ortaya çıkan yeni statüko Ermenistan erken seçimleri ile ortaya çıkan sonuç itibariyle ABD’nin lehine yorumlanabilir. Rus nüfuzunun azaldığı Ermenistan, erken seçimde Paşinyan’a tek başına hükümet kurma yetkisi vererek yüzünü Batı’ya dönme kararlılığı gösterdi. Soykırım iddiasıyla ilgili olarak Türkiye için de makul bir yolun nihayet ortaya koyulmasının yanı sıra Azebaycan-Gürcistan-Ermenistan bölgesinde Rusya’nın etkisinin geriletilmesi Türkiye sayesinde mümkün oldu. İkili ilişkilerle ilgili bir sorun başlığı olarak dile getirilen bu konular aslında iki ülkenin paralel siyaset kurgulamasını sağladı. NATO zirvesi sonrasında açıklama yapan Recep Tayyip Erdoğan da Biden ile yaptığı ikili görüşmede soykırım meselesinin gündeme gelmediğini açıkladı. Eldeki tüm veriler bu başlıkla ilgili diplomatik ya da siyasi bir sorun olmadığını ancak sınırlı etkiye sahip Ermeni diasporasının baskısıyla kamuoyuna yansıyan sınırlı bir gerilimin olduğunu gösteriyor.
III.
Birçok muhalif entelektüelin AKP’ye başarı gündemi sağlamaktan çekindiği için dile getirmediği ancak bu çekinceyi sağlayan değişimin AKP’den bağımsız olduğunu görmekten kaçtığı yeni bir Türkiye gerçekliğinin de üstünde durmak gerekmektedir. Türkiye bölgesindeki denge değişimiyle ilgili olarak ABD’ye daha az muhtaç durumdadır. Elbette iki ülkeyi kıyaslamak ya da ABD’nin artık süper güç olmadığını iddia etmek gülünç bile sayılamayacaktır. Hem ABD hem de Türkiye için bir denge değişimi söz konusudur ve Türkiye bu değişim ile birlikte daha fazla söz sahibi olmayı beklemektedir. AKP sonrası dönemle ilgili olarak da bu beklentinin değişmeyeceğini söylemek mümkündür. ABD ve Türkiye’nin karşılıklı olarak birbirini anlaması gerektiği yeni bir gerçekliktir ve ikili ilişkilerin yeniden dizaynını da mecbur kılmaktadır. Ancak bu dizaynın gerçekleşmesi için de Türkiye’nin Kürt meselesi, Yunanistan meselesi ve Ermeni meselesi gibi ana kamburlarını sırtından atacak adımlar atması gerekmektedir. Bu kamburlar ortadan kalkmadıkça Türkiye’nin ekonomik ve politik olarak gelişmesi mümkün olmayacaktır. Bu kamburların ortadan kalkması için vatandaş düzeyinde talebin oluşturulması ise AKP hükümeti altında mümkün gözükmemektedir.
Stratejik Müttefik Kuvvetler Komutanı yani dört yıldızlı orgeneral, yani NATO askeri kuvvetler komutanı veya basit bir tabirle ‘NATO ordusunun komutanı’ daima Amerikalı dört yıldızlı generaldir. Yardımcısı daima İngiliz orgeneraldir, değişmez. Kurmay başkanı da daima Alman orgeneral veya oramiraldir, değişmez. Türkiye’nin bu alıntıdaki düzeylerde bir denklik talebi bulunmaktadır ve bu değişim talebi meşrudur. Ancak izlenen politikalar nedeniyle böyle bir askeri-diplomatik hedefe ulaşmak mümkün değildir.
Başlangıç için Karadeniz’de Montrö’yü deforme etmeyen bir ABD-Türkiye ortaklığı sağlanmalıdır. Ukrayna konusu iki ülkenin birlikte son derece uyum sağlayacağı başlıktır. Üstelik Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve tüm Baltık ülkeleri NATO içindeki Rusya karşıtı bloğun en güçlü destekçileriyken Türkiye bu alanda atacağı adımlarla çok kritik destekler edinebilir. ABD’nin Türkiye’ye göre manevra alanının bariz fazlalığı nedeniyle bu destekler birçok sorunun çözülmesinde anahtar olabilecektir. Kabil havalimanını korumak yerine Türki cumhuriyetlerde askeri üsler kurmak isteyen ABD’ye Türkiye destek sağlayabilir ve bu hedeflerin gerçekleşmesini mümkün kılabilir. En nihayetinde ABD kendi çıkarını Rusya’ya karşı koymaktan çekinmeyen, Suriye’de çözüme katkı sağlayan, istikrarlı ve demokratik bir Türkiye’de görmektedir.
Tüm bunlara engel olan şey ‘’Saray’’ merkezli yönetim şeklinin tüm kurumlara zarar vermesidir. Bu zarar nedeniyle Türkiye sadece ABD ile değil tüm komşularıyla da kurumsal ilişkilerini geliştirememektedir. Uluslararası enerji nakil hatları ve bu hatların güvenliği gittikçe daha önem kazanırken gerçekçi müzakerelerden yana tavır koymak gerekmektedir. Sonbahar başlarında karar çıkması beklenen Halkbank davası ile birlikte, Reza Zarrab, Sezgin Baran Korkmaz ve Sedat Peker gibi isimler, bazı idarecilerin ve iktidar ortaklarının kişisel istikballerine zarar vermeleri nedeniyle Türkiye aleyhine politikaların gerçeklik kazanmalarına neden olmaktadır; kendi çıkarlarını ülke çıkarlarının önüne koyan politikacılar güvenlik zafiyeti yaratmaktadırlar. Türkiye 1945’teki gibi bir yol ayrımındadır ve ekonomik-politik aidiyetine karar vermek zorundadır. Çünkü Türkiye’nin herkesi idare edebilecek bir politika izleme kapasitesi/gücü bulunmamaktadır. Mevcutta izlenen bu idare etme politikasının Türkiye’ye getirdiği yalnızlık malumdur. İktidarın değişmesi tüm bu nedenlere bağlı olarak Türkiye’nin bekası için en öncelikli konudur.
Burak Yıldırım – İVME Hareketi