Türkiye’nin Solcu ‘Ekibi’ Erdoğan’ın Peşine Düştü – Çeviri: Doğukan Piyale
Yeni bir parti, açıktan açığa sol siyasetin cumhurbaşkanını mağlup etmenin tek yolu olduğunu iddia ediyor.
Selim Sazak’ın FOREIGN POLICY‘de yayınlanan makalesinin çevirisidir. İzinle İVME Hareketi tarafından yayınlanmıştır
Yakın zaman öncesine kadar, Sera Kadıgil Türkiye’nin ana muhalefet partisi olan, merkez-solcu Cumhuriyet Halk Partisi’nin parlayan yıldızlarından bir tanesiydi. Otuzlarının sonlarında, İngiltere’de eğitim görmüş bir avukat olan Kadıgil, meclisteki tutkulu konuşmaları, siyasi televizyon programlarındaki sivri tarzı ve kadınlarla ilgili konulardaki usanmaz çalışmalarıyla ülkece takip edilmeye başlanmıştı. 2018 yılında, partinin pek çok eski tüfeğinden fazla oy alarak CHP’nin parti meclisindeki çok istenen koltuklardan birini bile kazanmıştı.
O yüzden Kadıgil’in Haziran sonlarında CHP’den istifa edip, Türk siyasetindeki eski bir ismi diriltmeye ve Yunanistan’ın Syriza’sının ve İspanya’nın Podemos’unun başarısını yinelemeye çalışan Türkiye İşçi Partisi’ne katılması sürpriz oldu. Kadıgil partinin lideri Erkan Baş; ödüllü araştırmacı gazeteci Ahmet Şık; ve oyunculuktan siyasete geçen Barış Atay’ın ardından partinin dördüncü vekili olacak. Ankara’daki rivayetler birkaç hukukçunun daha onun peşinden gelmek için görüşmelerde olduğunu söylüyor.
CHP’nin mensubu olduğu süre içerisinde çokça ABD’de AOC olarak bilinen, sivri dilli bir ilerici olan Alexandria Ocasio-Cortez’e benzetildi. Yeni partisinde, Kadıgil ve parti üyeleri ABD’de “Ekip” olarak bilinen bir grup genç ve ilerici temsilciler meclisi üyesiyle kıyaslanıyor. Ancak Türk siyasetini aynı ölçüde etkileme şanslarının olup olmadığı apayrı bir mesele.
1961 yılında bir grup sendika önderi tarafından kurulan, ve saflarında dünyaca ünlü romancı Yaşar Kemal ve kışkırtıcı bir hicivci olan Aziz Nesin gibi solcu entelektüelleri barındıran orijinal TİP 1965 yılında şaşırtıcı bir zafer elde ederek 15 vekille seçilmiş ve Türk parlamentosuna giren ilk solcu parti olmuştu. Partinin ömrü uzun sürmedi, ve polis müdahalelerinin, hizip çatışmalarının ve solun küresel gerilemesinin baskısı altında 1987 yılında Türkiye Komünist Partisi’nin içerisinde çözüldü. Yine de, TİP’in başarısı Türkiye solunun ortak hafızasında kalıcı bir miras bıraktı.
Senaryonun sürekli değiştiği, ancak kadronun büyük ölçüde aynı kaldığı Türk siyasetinde kim olursa olsun yeni bir oyuncunun gelişi heyecan uyandıran bir haber. Eğer politika gerçekten bir meslek olsaydı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, koalisyon ortağı, Milliyetçi Hareket Partisi’nin lideri Devlet Bahçeli; ve muhalefet liderleri, CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu ve İyi Partili Meral Akşener çoktan emeklilik yaşına gelmiş olup, Kürt yanlısı Halkların Demokratik Partisi’nin eş başkanları Pervin Buldan ve Mithat Sancar’ın emekliliğine ise sadece birkaç yıl kalmış olurdu. Buna kıyasla, TİP kadrosunun yaş ortalaması ise yalnızca 40.
Türkiye tesadüfi değil, kasti bir gerontokrasi. Türkiye’nin seçim sisteminin üç özelliği makamlarında bulunan siyasetçilerin yerlerini sağlamlaştırmasını sağlarken, siyasete yeni girenlerin karşısına ise neredeyse aşılamaz engeller çıkartıyor. Birincisi, siyasi partiler yasası fiilen siyasi parti liderlerinin nasıl seçildiklerini belirleyen yasaları kendilerinin yazmalarına müsaade ediyor, bu yüzden liderler koltuklarını terk etmedikleri müddetçe liderlikte değişimler nadiren yaşanıyor. Erdoğan ve Bahçeli 20 yıldan fazladır partilerinin dümeninde, Kılıçdaroğlu ise 11 yılı aşkındır koltuğunda oturuyor. Selefi Deniz Baykal’ın da 1990ların başında başlayan ve benzer şekilde uzun süren bir görev süresi olmuş ve bu süre ancak eski özel kalem müdürüyle bulunduğu bir seks kaseti skandalıyla son bulmuştu. O zaman bile onun yerini almak kıyasıya bir siyasi mücadele gerektirmişti, ve Baykal kendisini sakat bırakan bir inmenin ardından kısmen felç kalmış olmasına rağmen meclisteki koltuğunu koruyor. MHP’de ise Bahçeli, nihayetinde ayrılıp İyi Parti adındaki kendi partilerini kuran muhaliflerin ve onların başını çeken Akşener’in karşısına çıkmasını engellemek için liderlik seçimlerini iki yılı aşkın bir süre boyunca engellemişti.
İkinci olarak, Türkiye bir ihtimal dünyadaki en adaletsiz seçim sistemine sahip olabilir. Ülke seçimlerini “d’Hondt Yöntemi”ni kullanarak sayıyor, bu da ne en yüksek sayıda oyu alan partiye avantaj sağladığı, ne de azınlık partilerine orantısız bir pazarlık payı verdiği için nispeten istikrarlı hükümetler kurulmasını daha kolay hale getiriyor. Aynı zamanda, dünyanın her yerinden daha yüksek olan bir yüzde 10’luk seçim barajı dayatıyor. Bu sistem altında, bir partinin meclise girebilmesi için 5 milyondan fazla oy almaya ihtiyacı oluyor. Bu sebepten çoğu seçmen, 2002’de Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin oyların yalnızca üçte birini almasına rağmen, atılan oyların yüzde 46’sı barajı aşamayan partilere atıldığı için meclisteki koltukların üçte ikisini almasında olduğu gibi, oylarının boşa gitmesinden endişelendikleri için küçük partilerden ziyade büyük partilere oy atmayı tercih ediyor.
Son olarak ise, ufak partilerin seçimlere katılabilmesi bile zor. Seçim yeterliliğine sahip olması için bir partinin ülkenin 81 ilinin yarısından fazlasında bir merkez binasına, ya da mecliste bağımsız olarak ya da başka bir partiden seçilerek girmiş 20 vekile sahip olması gerekiyor. Bu güçlükleri aşmak içinse partiler yaratıcı yöntemler geliştirdiler. HDP’nin desteği Kürtlerin çoğunlukta olduğu güneydoğudaki 12 ilde yoğunlaştığı için, adayları yarışa bağımsız olarak katılıp mecliste tekrar bir araya gelmişlerdi. Buna kıyasla, İyi Parti ilk seçimlerine katılabilmek için CHP’den doğrudan 15 vekili ödünç almıştı. 2018 yılında Türkiye’de çok partili seçim blokları yasal hale geldi, bu da siyasi bir ‘çapraz tozlaşmaya’ – ve TİP’in yeniden doğuşuna alan açtı.
TİP 2017 yılında TKP’deki bir ayrışmanın ardından resmen yeniden doğduğunda, faaliyetleri üniversite toplulukları, duvarlara asılan posterler ve protesto yürüyüşleriyle sınırlı olan soldaki bir düzine ufak partiyle aynı kadere mahkûm gibi gözüküyordu. Farkı yaratan şey ise Erkan Baş’ın HDP aracılığıyla meclise girmesi oldu. Ömrünü eylemcilikle geçirmiş ve TKP’nin genel başkanlığına yükselmiş Baş, hâlihazırda şahsi popülaritesi partisininkini aşan bir figürdü. Mecliste olduğu süre içerisinde, partinin ılımlı kanadının başını çeken karizmatik liderleri Selahattin Demirtaş hapse atıldıktan sonra daha sert bir çizgi benimseyen HDP içerisinde uyumlu gözükmeyen, ve düzen karşıtı kimlikleriyle kendilerine bir itibar ve taraftar kazanmış olan yeni siyasetçiler Atay ve Şık’ı yanına çekmeyi başardı.
Kadıgil öyle uyumsuz değildi. En azından, görünüşte öyleydi. Hükümetin anahtar konumlardaki muhaliflere açtığı bazı yüksek profilli davalarda savunma avukatı olarak çalışıp ön plana çıktıktan sonra CHP’nin kadın örgütünde bir liderlik konumu kazanmış ve o zamandan beri parti içerisinde istikrarlı olarak yükselmekteydi. Ancak Kadıgil’in istifasının satır aralarını okumak, partinin ‘cam tavanının’ kırılmayacak kadar kalın olduğuna işaret ediyor. Kadıgil’in verdiği kararda TİP’in eski genel başkanı ve Türkiye’deki ilk kadın parti başkanı olan Behiçe Boran’ın mirasına duyduğu görev duygusundan anahtar bir unsur olarak bahsetmiş olması tesadüf değil. CHP etnik, bölgesel ya da mezhepsel bağlar üzerine kurulu hizipler arasında derebeylikler bölünmüş, derin parçalanmalara sahip bir parti. Yakın zamanda alınan cinsiyet kotası konulması ve kadın bir genel sekreter atanması gibi kararlara rağmen, CHP’nin liderliği erkeklerin egemenliğinde kalmış durumda. 15 başkan vekilinin yalnızca 4’ü ve vekillerinin ise yalnızca yüzde 10’u kadınlardan oluşuyor. Erdoğan’ın AKP’si bile güya ilerici olan CHP’den yüzdelik olarak iki kat daha fazla kadın vekile sahip.
Partinin taraftarları bu dörtlünün şahsi popülaritelerinin ülkenin kötü ekonomik gidişatı ve otoriterliğe yönelimiyle birleştiğinde, bu yöndeki küresel trendin yansıması olarak, halk tabanına yayılmış bir solcu hareketin kıvılcımını çakabileceğine ve hem Erdoğan’ı yenmekte, hem de onun ardından neyin geleceğini belirlemekte önemli bir güç oluşturacağına inanıyor. Ancak bu potansiyeli gerçekleştirmek bazı önemli engellerin aşılmasını gerektirecektir. Öncelikle TİP’in, anketlerin çok büyük bir çoğunlukla Erdoğan rejimine muhalif olduğunu gösterdiği Z Kuşağı’nın telinden çalmanın bir yolunu bulması gerekiyor. İkinci olarak, büyük çoğunluğu dini anlamda muhafazakâr ve AKP’nin sosyal yardım makinesine bağlı yaşayan işçi sınıfından destek kazanması gerekiyor. Üçüncü olarak da, CHP ve HDP’nin sol kanattaki gruplarını, mevcut partilerine kıyasla daha elverişli bir alternatif olduğuna inandırması gerekiyor. Buradaki önemli değişkenlerden bir tanesi Erdoğan’ın milliyetçilerin yanından sıyrılıp Kürtlerle olan ilişkisini tekrar sağlayıp sağlayamayacağıdır. Bu haftanın başında Erdoğan HDP’nin kalesi olan Diyarbakır’ı üç yılın ardından ziyaret edip, Kürtlerle barışın tesisi için yürüttüğü başarısız kampanyasını tekrar başlatmaya açık olduğunun sinyallerini verdi. Böyle bir ihtimalin bahsi bile HDP’yi şimdiden böldü. Eğer bu gerçekleşecek olursa, partiye sadık olan kişilerin pek çoğu böyle bir yönelim değişikliğini hoş karşılamayacaktır, ve bu durumda TİP bu hoşnutsuz Kürt seçmenler için muhtemel bir güvenli liman olacaktır.
Bütün bunları söylemesi, yapmaktan daha kolay. Siyasi zeminin kendisi bile başlı başına bir zorluk. Türk seçmeni sağa yatkın, sol epeyce parçalanmış durumda ve partinin siyasi arenada kendine bir yer kazanmasını sağlayacak altyapıyı inşa etmek zaman, para ve enerji gerektirecektir. Erdoğan rejiminin kindarlığı da bir engel teşkil etmektedir. Eğer parti, cumhurbaşkanına karşı fazla agresif olursa, Erdoğan üyelerini radikal olarak yaftalayıp şeytanlaştıracak ve üzerlerinde baskı kurmak için başkanlık yetkilerini kullanacaktır. Eğer parti daha pasif olursa da, öfkeli kitlelerden almayı beklediği desteği toplayamayacaktır. Ayrıca, TİP’in muhafazakâr hiziplerini kızdırarak mevcut muhalefet ittifakını çatlatmamaya dikkat etmesi gerekecektir. Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu gibi AKP muhalifleri ya da Akşener gibi milliyetçi politikacılar komünizm yanlısı bir partiyi benimsiyor gibi gözükmekten hiç hoşlanmayacaklardır.
Bu anlaşmazlıklar, muhalefet Erdoğan’ın karşısına çıkaracağı adayı seçerken yüzüstüne çıkabilir. Anketlere göre, İyi Partili Akşener ve yakın zamanda seçilmiş olan iki muhalif belediye başkanı, Ankara’da Mansur Yavaş ve İstanbul’daki Ekrem İmamoğlu, Erdoğan’a karşı galibiyet ihtimali olan yegâne figürler. Bu üçünden ikisi, Akşener ve Yavaş, geçmişlerinde anti-komünist faaliyetler olan muhalif milliyetçilerken, İmamoğlu Erdoğan ile aynı memleket kökenlerini paylaşan ve sürpriz galibiyetinin arkasındaki anahtar sebeplerden biri olan aynı güç ilişkilerine ait bir pragmatist. Türkiye’nin demografik yapısı göz önüne alındığında, muhalefetin solcu kısımlarının elverişli bir aday çıkarma ihtimali düşük görünüyor. Ancak ortak muhalefet üzerinde de facto veto gücüne sahip olmaya yeterli desteği toparlayabilirler.
Eğer bunun neticesi olarak muhalefet dağınık gözükecek olursa, bu Erdoğan’ın “O ne kadar kötü olursa olsun, alternatifinin daha kötü olduğu” şeklindeki kazanan iddiasına yağ sürecektir. Pek çok insan 2023’teki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin, açıktan açığa otoriterliğe geçilmeden önce köprüden önceki son çıkış olduğuna inanıyor. Eğer direksiyonun başında kimin olacağına dair bir kavgaya tutuşacak olursa, Türkiye siyasi normalleşmeye giden çıkış yolunu kaçırabilir.