Aldo Madariaga: Neoliberalizm Demokrasiye Karşı Her Zaman Bir Tehdit Oldu – Çeviri: Kemal Büyükyüksel
Neoliberalizm, bir dizi serbest piyasa politikasının ötesinde, her zaman toplumun güç dengesini patronlar lehine değiştirmeye çalışmıştır. Demokrasiye saldırısı ve sendikaların altını oyması şimdi doğrudan aşırı sağın eline oynuyor.
Aldo Madariaga’nın Jacobin için yazdığı yazının Türkçe çevirisidir. İzinle İVME Hareketi tarafından yayınlanmıştır.
Neoliberalizm, üç çeyrek yüzyıldan fazla bir süredir bizimle birlikte. Mont Pelerin Derneği’nin 1940’larda eski moda liberalizmi yeniden icat etme çabalarından bu yana neoliberalizm birçok farklı forma büründü: Chicago Okulu ve Alman ordo-liberalizmi, Pinochet liderliğindeki 1973 Şili darbesi, Thatcher-Reagan devrimleri, IMF ve Dünya Bankası güdümlü yapısal düzenlemeler veya Avrupa Üçüncü Yolu gibi çeşitli biçimler aldı.
Neoliberalizm konusu, ancak uzmanlar giderek tartışmalı ve kaygan olan bu terimi anlamlandırmaya çalıştıkça son on yılda genişleyen gerçek bir yorum endüstrisi üretti. Neoliberalizm hakkında yazanların çoğu, 2008–9 mali krizinin getirdiği dönüşümler, korumacı otoriter hükümetlerin yükselişi ve COVID-19 çağında geniş ölçekli kamu ihtiyacının yarattığı dönüşümler arasında, neoliberalizmin dünya sahnesindeki son valsi olduğuna inanıyorlar. Politika çözümleri sunan birçok kişi, neoliberalizmin gerçekten de son çırpınışları olduğunu ilan etti.
Ama durum gerçekten böyle mi? Yoksa neoliberalizm – daha da şiddetli biçimlerde – devam mı ediyor?
Başka bir yerde tartıştığım gibi, neoliberalizm ölmüyor, aksine onu günümüz demokrasisi için özellikle tehlikeli hale getiren önemli dönüşümlerden geçiyor. Aslında neoliberalizmin direncini anlamanın anahtarı demokrasiye yönelik bu tehdittir: krizlere ve rakip sistemlere dayanma kapasitesi, serbest piyasaların ve ekonomik rekabetin kalıcı cazibesinin bir sonucu değildir. Bunun yerine neoliberalizm, demokratik kurumlarımızın ve örgütlerimizin temellerini değiştirerek hayatta kaldı.
Bunu yaparken neoliberalizm, demokrasiyi eşit derecede küçümseyen güçlerle -diktatörler ve teknokratlarla- ittifak kurdu. Neoliberal projenin bu temel yönü, dünya çapında yeni nesil radikal sağ liderler için zemin hazırlayan şeydir. Bugün neoliberaller ile büyük sermaye arasında milliyetçilerin, sosyal muhafazakarların ve otoriter popülistlerin desteğine dayanan bir ittifak ortaya çıkıyor. Demokratik siyasete yönelik en büyük tehditlerden birini oluşturabilecek olan bu ittifaktır.
Neoliberalizm Siyasi Bir Projedir
Birçokları için neoliberalizm, bireyler arasında bir sosyal koordinasyon biçimi olarak pazarların üstünlüğünü öne süren bir dizi ekonomik fikirdir. Bu şekilde okunduğunda, neoliberalizmin devlet planlaması gibi rakip fikirlere karşı baştan çıkarma, ikna etme ve nihayetinde galip gelme yeteneğine sahip olduğu düşünülür. Neoliberalizmin bu tanımına katılanlar için, devletin bir “geri dönüş” yaptığına dair fikirler, sarkacın neoliberalizmi reddeden bir toplumsal uzlaşmaya doğru geri döndüğünün kanıtı olarak görülüyor.
Neoliberalizm bu nedenle yaygın olarak piyasaları devletlerin ve bireyleri toplumların üzerine koyan bir ideoloji olarak tanımlanır. Bununla birlikte, onlarca yıllık araştırmalar, Philip Mirowski’nin neoliberal doktrinin arkasındaki “çifte gerçek” dediği şeyi kanıtladı: seçim özgürlüğü ve baskıcı devlet düzenlemelerinden kurtuluş sunarken, neoliberaller aslında her zaman güçlü, çoğunlukla zorlayıcı bir devletin gerekliliğinin farkındaydılar.
Bu iki anlama geliyordu. Birincisi, neoliberaller, direkt olarak piyasalarla, piyasalar aracılığıyla elde edilebileceklere göre daha az (ve hatta piyasa rekabeti ile) ilgileniyorlardı. Neoliberaller genellikle özel teşebbüs serbest kararlarına karşı herhangi bir devlet müdahalesine karşı olduklarını belirtseler de tüm devlet müdahalesi biçimlerine karşı değillerdir. Neoliberaller, elbette, (cömert vergi muafiyetleri veya finansal krizler sırasında büyük çaplı kurtarmalar yoluyla) temel özel sektör gruplarına yeniden dağıtım sağlayan devlet müdahalesi biçimlerinden daha az endişelenirken, işçi sınıfı için yeniden dağıtım tedbirlerini zorunlu kılan müdahale türleri konusunda daha endişelilerdir. Benzer şekilde, neoliberaller, piyasaları ve piyasa mantığını her türlü sosyal ve politik yaşamı kapsayacak şekilde genişletme sözü verirler, ancak bunun haksız rekabete veya doğrudan tekele yol açması durumundan daha az endişe duyarlar.
İkincisi, neoliberallerin, doğrudan baskıcı devlet önlemleri biçimini alsa bile, serbest piyasalarını dayatmak ve zorlamak için güçlü devletlere ihtiyaçları olduğu artık iyi anlaşılmıştır.
O halde neoliberalizm, serbest piyasalarla ilgili bir dizi fikirden çok daha fazlasıdır. Bu, yalnızca devletin gücünü azaltmayı değil, daha somut olarak, herhangi bir kolektif aktörün – devletler, sendikalar, siyasi partiler – özel girişimlerin kararlarına müdahale etme çabalarını baltalamayı amaçlayan siyasi bir projedir. Güç dengesini değiştirmeye yönelik bu proje, dayanıklılığının anahtarıdır.
Neoliberalizm ve Demokrasi
Neoliberalizm ve demokrasi arasındaki ilişkiyi anlamak için, neoliberallerin mülksüz çoğunluğun tiranlığına karşı asırlık korkularına ve mülksüzlerin demokratik hırslarının ekonomik özgürlüğü etkileme olasılığına bakmamız gerekiyor. Neoliberal geleneğin en saygı duyulan savunucularından biri olan James Buchanan, bunu ünlü kitabı Eksik Demokrasi’denet bir şekilde açıkladı.
Orada, odak noktası serbest rekabet, uygun piyasa işlemleri ve hatta devlet müdahalesini eleştirmek değildi. “Ekonomik politikanın uygulanması gereken siyasi kurumlar” üzerineydi. Bu mantığı uygulayarak, Şili’nin Pinochet’den miras kalan siyasi ve ekonomik mimarisinin arkasındaki beyin Jaime Guzmán, siyasi kurumların “düşmanlar yönetecek olsalar, arzu edileceğinden o kadar farklı olmayan eylemlerde bulunmakla kısıtlanmaları” şeklinde düzenlenmesi gerektiğini düşündü. Mont Pelerin Cemiyeti’nin büyükbabası Walter Lippmann’ın açıkladığı gibi, “sorunun püf noktası çoğunluğun yönetip yönetmemesi değil, ne tür bir çoğunluğun yönetmesi gerektiğidir.”
Neoliberalizm, nihai olarak siyaset ve politika için mevcut alanı daraltmak amacıyla destekçileri ve muhalifleri arasındaki güç dengesini değiştirerek demokratik siyaseti kısıtlıyor. Latin Amerika ve Doğu Avrupa’da neoliberalizm ve demokrasi üzerine yapılan bir araştırmadan, iş başında olan üç somut mekanizma saptayabiliriz.
İlki, eski devlet varlıklarını özelleştirerek ve şimdi deregüle edilmiş sektörlerde yeni iş fırsatlarına izin vererek yeni bir sermaye sınıfı yaratmayı içeriyor. Sosyal devleti dağıtma mantığının verimliliği ve büyümeyi tamamen maksimize etmek olduğu uzun zamandır iddia ediliyordu. Ancak, neoliberalizmin başarılı olduğu ülkelerde, hedeflenen özelleştirme ve kuralsızlaştırma (regülasyonlardan arındırma), öncelikle, daha geniş neoliberal projeye destek verme olasılığı en yüksek olan işletmeleri yaratmayı veya güçlendirmeyi amaçladı.
Bu, özellikle finans sektöründe, rekabetçi ihracatçı firmalar ve çok uluslu şirketler arasında geçerliydi. Neoliberalizmin ebediyen sürmesinde çıkarları olan şirketler kendilerine sunulan yapısal avantajı; vergilendirme, sanayi politikası, sosyal önlemler, çevresel ve emek piyasası korumaları gibi reformist girişimleri geri püskürtmek amacıyla kullandılar.
İkincisi, neoliberalizm, neoliberalizm karşıtı siyasi güçlerin mücadele kapasitesini engelleyerek hayatta kaldı. Neoliberalizmin sendika örgütlerine ve toplu pazarlık haklarına saldırısı iyi belgelenmiştir. Siyasi kurumlarımızın her türlü güvenilir siyasi muhalefeti engelleyecek şekilde tasarlanma şekli daha az belgelenmiştir. Bu, yürütmenin daha temsili olan parlamentoları bypass edebilmeleri için gücünün artırılmasını, çoğunluk kararlarını geçersiz kılabilecek seçilmemiş veto aktörlerinin kurumsallaştırılmasını ve daha fazlasını içeriyordu. Bu taktiklerin en başarılıları, seçim mühendisliği ve gerrymandering gibi siyasi temsil kalıplarını etkileyenler olmuştur.
1989’da seçim sisteminin ve bölge büyüklüklerinin (belirli bir bölgedeki seçilmiş temsilcilerin sayısı) Sağ’a, parlamentodaki tüm temsilcilerin yarısını (alışılmış olan üçte birinden fazlasını) vermek üzere tasarlandığı Şili’de durum buydu. Sol’u yirmi yıl boyunca temsilsiz tutan ve daha ılımlı Sol’u merkezci güçlerle uzun vadeli bir ittifaka iten ve reformist duruşlarını sulandıran tam da bu hareketti. Şili’nin Pinochet tarafından tasarlanan kurumlarının temel özelliklerini değiştirmek için gerekli süper-çoğunluk eşikleriyle birlikte, bu eylemler 1990’lar ve 2000’ler boyunca birbirini takip eden dört merkez-sol hükümetin iktidarı sırasında anlamlı bir reformun gerçekleşmesinin önlenmesinde kilit rol oynadı.
Diğer durumlarda, temsili sınırlama çabaları, nüfusun büyük bir bölümünün haklarından tamamen mahrum bırakılmasını içeriyordu. Eski Sovyetler Birliği’ne karşı milliyetçi bağımsızlık hareketinin en radikal ifadeleriyle neoliberalizmin ortak bir amaç etrafında birleşebildiği Estonya’da durum buydu. Neoliberaller, Estonya halkının ülkedeki büyük Rus nüfusunun (1989’da yaklaşık yüzde 40) bağımsızlığını engelleyeceği ve etnik Rusları oy hakkı olmadan bırakacağı yönündeki korkularını başarıyla istismar etti. Ve bunu, Doğu Avrupa’da uygulanan en geniş kapsamlı neoliberal projelerden birini hayata geçirirken yaptılar.
Sonuç olarak, bu reformlardan en çok zarar görenler ya oy kullanma hakkına sahip olmadılar ya da sosyoekonomik değil milliyetçi gerekçelerle oy kullandılar. Sonunda bu, diğer birçok Doğu Avrupa ülkesinde olduğu gibi, neoliberal saldırıyı en azından yumuşatabilecek sosyal demokrat güçlerin oluşmasını engelledi.
Son olarak, neoliberaller, politika yapıcıları, bazen “anayasallaştırılmış kilitleme” olarak adlandırılan kurumlar üzerinden, bir ülkenin ekonomi politikasının kilit yönlerinin, Buchanan ve Richard E. Wagner’in sözleriyle “demokratik siyaset denizinde başıboş bırakılan”, demokratik müzakerenin erişiminden uzak tutulduğu anlamına gelen popüler taleplerden yalıtmışlardır. Örneğin bağımsız merkez bankaları ve maliye politikası kuralları, para ve maliye politikasını demokratik müzakerelerden uzak tutmanın temel araçlarıdır. Enflasyonun temel makroekonomik hedef olarak sabitlenmesi, merkez bankalarının ekonomik krizleri yumuşatmak için para politikasını kullanma ve istihdamı fiyat istikrarına tercih etme kapasitesini azalttı. Tersine, dengeli bütçe prosedürleri gibi mali kurallar hükümetin genel harcama kapasitesini ciddi şekilde azalttı. Buna ek olarak, bu düzenlemeleri değiştirmek için yüksek anayasal değişiklik çıtalarının oluşturulması, seçilmiş hükümetlerin kilit ekonomi politikası değişikliklerini uygulamasını zorlaştırdı.
Neo-Gramsci’ci anlamda, belirli iş sektörlerine dayanan çok partili bir sosyal blok, bu somut ekonomik ve kurumsal kaynaklar sayesinde politika üretmek için mevcut alanı azaltan neoliberal projeyi başarıyla savundu. Ve bunun doğrudan sonucu olarak, demokrasilerimizin temsili karakterinde keskin bir düşüş yaşandı.
Neoliberalizm ve Popülist Akıl
Neoliberalizmin temel demokratik kurumlarla olan düşmanca ilişkisi düşünüldüğünde, neoliberalizm ile günümüzün radikal popülist sağı arasındaki yakınlığı anlamak zor değil. Wendy Brown’un iddiasının aksine, radikal sağ neoliberalizmin “harabelerinden” değil, neoliberalizmin temel ilkelerinin popülizmle bir “hibrit” oluşturabildiği somut olasılıklardan ortaya çıkıyor.
Bu hibrit nasıl ortaya çıktı? 1970’lerden 80’lere, neoliberal idealler, dünyanın gördüğü en kapsamlı reformlardan ve diktatörlüklerden bazılarını yaratmak için otoriter doktrinlerle uyumlu şekilde hareket etti. Daha sonra, 1990’larda ve 2000’lerde neoliberaller, sorumsuz hükümetlere piyasa disiplini dayatmak isteyen teknokratik “üçüncü yol” elitlerinin kalplerini ve zihinlerini fethetti. Benzer şekilde bugün, neoliberalizmin temel ilkeleri, radikal popülist sağla ittifaklar kurmaya eğilimlidir.
Bu ittifaklar, piyasa özgürlüklerine yönelik ortak bir çıkara değil, demokratik siyasete yönelik ortak bir düşmanlığa ve temsili demokratik kurumları daha fazla sınırlamaya yönelik oluşan ihtiyaca dayanmaktadır (bireyselleştirilmiş bir toplumsal kavrayıştan bahsetmeye bile gerek yok). Dolayısıyla, popülizm ve neoliberalizmin antagonistik eğilimler olduğu iddialarına rağmen, temel demokratik özgürlükleri ve kurumları engellemeye yönelik popülist girişimler aslında neoliberalizmin antidemokratik projesini pekiştiriyor.
Hemen hemen her yerde neoliberalizm, gelişmiş yürütme yetkisi ve demokratik gücün hesap sorulamayan bürokratik kurumlara devredilmesi ile ilişkilendirilmiştir. Radikal popülist sağın günümüzdeki demokrasiyi baltaladığı gibi neoliberaller de çoğu zaman seçim sistemlerini ve siyasi temsil kalıplarını “ekonomik özgürlük” lehine değiştirmiştir.
Radikal popülist sağ, neoliberalizmin bireyciliği ve genel olarak topluma karşı kuşkulu duruşuyla çelişen ahlakçı ve milliyetçi bir dünya görüşünü benimsiyor gibi gözüküyor. Neoliberaller ne zaman geniş kitlesel destek toplamak isteseler, bu genellikle daha serbest piyasaların getirdiği kitlesel bireysel tüketimin potansiyel faydalarını vurgulamak şeklinde olmuştur. Popülist seferberliğin ise aksine, giderek kayıtsızlaşan ve bireyselleşen bir toplumu yeniden siyasallaştırdığı söyleniyor.
Ancak Melinda Cooper’ın araştırmasının gösterdiği gibi, neoliberalizm ile sosyal muhafazakarlık arasında güçlü bağlantılar var. Wendy Brown’un da hatırlattığı gibi, Hayekçi tarzdaki neoliberalizm, ekonomik özgürlükler kadar geleneksel hiyerarşileri de korumayı amaçlıyordu. Bu hiyerarşilerin başında aile değerleri ve geleneksel ev içi işbölümü geliyordu. Bu, popülist sağın geleneksel aile figürü etrafında toplanma dürtüsüyle güçlü bir şekilde örtüşüyor.
Batı Avrupa’nın ve kurucu OECD ülkelerinin ötesine bakarsak, neoliberalizm ile radikal sağın diğer bir temel özelliği olan yerlicilik arasındaki bağlantılar yeni bir şey değil. Milliyetçi şovenizm, 1990’larda Latin Amerika ve Doğu Avrupa’nın neoliberal-popülist liderlerinde zaten mevcuttu; paradigmatik örnekler Peru’da Alberto Fujimori ve Polonya’da Lech Wałęsa ve Estonya’dır.
Bu yakınlıkların ardında yatan şey, boş bir “halk” kavramına kolayca başvurulmasını sağlayan bireyselleştirilmiş bir toplum anlayışıdır. Sağ popülizmde “halk”, toplumun temel bir birimi değildir ve ortak bir dizi bağa da dayanmaz; bireyin popülist liderin söylemiyle içsel özdeşleşmesi yoluyla inşa edilir. Ernesto Laclau’nun bu yapıyı, çeşitli belirsiz muhafazakar, otoriter ve yerlici çekiciliklerle doldurulabilecek bir “boş gösteren” olarak adlandırmasının nedeni budur. 1960’ların Almanya’sında yeni bir radikal sağ tipinin yükselişini gözlemleyen filozof Theodor Adorno, bunların çekiciliğinin demos (halk) veya ulus gibi fikirlere değil, bireyin otoriter kişilik özelliklerine ve otorite ve disiplin özlemine dayandığını tam olarak fark etti.
Aslında, popülistler, korumaya söz verdikleri işçileri güçlendirmediler, sermaye sınıfının ve özel olarak finansın gücünü de azaltmadılar. Eğer ortada bir şey varsa, neoliberaller ve popülistler arasındaki bu ittifak, neoliberal projenin kontrolünü üçüncü yol teknokratik elitlerden zorla almakla ilgili gibi görünüyor: üçüncü yol teknokratları gönülsüzce neoliberalizmin aşırılıklarını kabul edebilir, sosyal korumaları artırabilir ve teknokratik organlardan daha fazla hesap verebilirliğe izin verebilirken, gerçek neoliberaller, projelerinin temsili demokratik kurumların sürekli sınırlandırılmasına dayandığını anlarlar.
Neoliberalizmin radikal popülist sağla ittifakı, demokratik siyasetin düşüşünü hızlandırıyor ve otorite, düzen ve sosyal muhafazakarlık arzusunu körüklüyor ve aynı zamanda sermayenin sınırsız birikim eğilimini serbest bırakıyor. Neoliberalizm ve radikal popülist sağın istikrarlı bir hibrit oluşturup oluşturamayacağı, yapısal ve kurumsal faktörlere, yani siyasete, bağlı olacaktır. Ancak neoliberalizmi bu kadar dirençli kılan somut ekonomik, politik ve kurumsal mekanizmaları anlayabilirsek demokrasiyi ve eşitliği savunurken neoliberalizmin ilerlemesini nasıl durduracağımıza dair bazı fikirlerin taslağını çizmeye başlayabiliriz.