Matt McManus: Liberaller Neden Sağ ile Değil de Sosyalistlerle Birleşmeli? – Çeviri: Rona Şenol & K. Kayra Banak
Muhafazakârlar Marksistlerin gücü ele geçireceği endişesiyle alarm zillerini çalıyorlar, en azından bir filozofun görüşüne göre, liberaller sosyalist öcüyü yok etmek için Sağ ile güçlerini birleştirmeliler. Fakat liberalizmin değerlerinin Sosyalizmle sağdan çok daha fazla ortak noktası var — ve özgürlüğü ve eşitliği ilerletmeye gönülden bağlı liberaller, tam bu yüzden, solcularla birleşmelidir.
Matt McManus’ın Jacobin için yazdığı yazının Türkçe çevirisidir. İzinle İVME Hareketi tarafından yayınlanmıştır.
Özgürlüğe ve eşitliğe içtenlikle bağlı liberaller geleceğe atacakları adımı, tarihin akışını geriletmeye kararlı bir Sağ ile mi yoksa temelde kendi modernist kanaatlerinin pek çoğunu paylaştıkları ilericiler ve sosyalistlerle mi atarlarsa daha iyi durumda olacaklarını sorgulamalılar.
Geçtiğimiz ay muhafazakâr felsefeci Yoram Hazony Quillette’te ‘The Challenge of Marxism’ (Marksizm’in Zorlukları) adlı bir makale kaleme aldı. Hazony, 2018’de yazdığı, liberalizmin bazı geçerli eleştirilerini sunan, ancak milliyetçiliği anti-emperyalist bir çaba olarak yeniden ele almaya çalışırken yeterince ikna edici olamayan The Virtue of Nationalism adlı kitabıyla tanınıyor. Öyle ki kitabında seçtiği örnek ülkeler -Birleşik Krallık, Fransa ve ABD- uzun sömürgecilik ve yayılmacılık geçmişleriyle biliniyor.
Hazony, bu yeni makalesinde kültür savaşlarına değiniyor ve “şirketlerin, üniversitelerin ve okulların ve hayırsever kuruluşların ve hatta mahkemelerin, hükümet bürokrasisinin ve bazı kiliselerin” şaşırtıcı derecede başarılı bir şekilde Marksistlerce ele geçirilişini açıklamaya ve eleştirmeye çalışıyor. Makalesini liberallerin bu süreci durdurmak için muhafazakarlarla birleşmeleri gerektiği çağrısı ile sonlandırıyor, “aksi takdirde sinsi Marksistler liberalizmin kendisini fethedecekler.”
Hazony’nin makalesinin, uzun ve ayrıntılı olmasına rağmen, birçok kusuru var. Sonuç olarak makale, günümüz solcularının yönetimi nasıl devralmakta olduklarından çok muhafazakarların neden Marx’ı -gerçekten- okuması gerektiğinin bir başka örneğini sunmuş durumda.
Kızıl Tehlike
Hazony yazısına tuhaf bir tezle başlıyor. Ona göre günümüz Marksistleri kendi renklerini gururla taşıyamadıkları için -karşıtlarını da şaşırtma amacıyla- kendi pozisyonlarını ‘İlericilik,’ ‘Sosyal Adalet,’ ‘Anti-Irkçılık,’ ‘Anti-Faşizm,’ ‘Black Lives Matter,’ ‘Eleştirel Irk Teorisi,’ ‘Wokeluk,’ ‘Kimlik Siyaseti,’ ‘Politik Doğruculuk’ gibi yeni jargonlara başvurarak açıklamaya çalışalar da, politik solun özü, hala, Marx’ın çerçevesini temel alıyor ve sağlam şekilde Marksist’tir.
Ona göre Marksizm’in dört temel özelliği var. İlki, ezen/ezilen anlatısına dayalı olması, yani insanları istisnasız şekilde sömüren veya sömürülen gruplardan birinde ele alması. İkinci özelliği -egemen ideolojinin gizlemesiyle- yöneten sınıfın ve kurbanlarının var olan sömürünün farkında olamayabileceği bir ‘yanlış bilinç’ içinde olabilecekleri teorisi. Üçüncüsü Marksistlerin, egemen ideolojinin ve sınıfın yıkılması vasıtasıyla toplumu devrimci şekilde yeniden inşa etmeyi talep etmeleri. Ve son olarak da devrim tamamlandıktan sonra sınıfsız bir toplumun ortaya çıkacağı görüşü.
Gerçek şu ki bu açıklama Marksizm’i teorik olarak ilginç kılan nüansların çok büyük bir kısmını göz ardı edip bunun yerine sadece herkesin bildiği klişelere odaklanıyor. Marx iki kitabını “politik ekonomi eleştirileri ” olarak isimlendirmesine rağmen, Hazony’nin Marksizm’i asla bir politik ekonomi eleştirisi olarak görmemesi şaşırtıcı ama aynı zamanda çok şey söylüyor. Marksizm’in bu temel özelliğini yok sayarak Hazony onu aşağı yukarı her şeye uyarlanabilecek basit bir doktrine indirgemiş oluyor.
Eğer Marksizm’in egemen ideoloji ve devrime dayalı salt bir ezen/ezilen anlatısından ibaret olduğu doğru olsaydı tarih boyunca görülen devrimci hareketlerin çoğu -Marx doğmadan önce gerçekleşenler bile- Marksist olmuş olurdu. Örneğin egemen monarşizm ideolojisini eleştirip yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışıyla savaşa girişen Amerikan devrimcileri Hazony’nin dört temel özelliğinden üçünü taşıyarak proto-Marksist olarak mı ele alınacaklar? Bu durumda Hazony’nin Marksizm tanımına göre, Amerikan devrimcilerin Marksistlerden ayrı kalan tek yanı sınıfsız bir topluma ilerleme iddiasıdır, ki Alman yazar da bundan çok az bahsetmiştir.
Marksizm, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllardaki gelişmeler ve fikirlerinden esinlenen çok özel bir modernist doktrindir. Marx’ın fikirleri dönemin Avrupa düşünce dünyasında üç baskın akımdan etkilenmişti: Hegel’e Alman felsefi tepkisi, Fransız radikalizmi ve İngiliz politik ekonomisi.
Marx, Hegel’den; tarihin, her ikisi tarafından kendi kaderini tayin etme kapasitesi olarak ele alınan, daha büyük özgürlüğe doğru ilerleyen insanlığın hikayesi olduğu fikrini aldı. Marx, ünlü filozofun fikirlere verdiği vurgunun çarpıtıldığını ileri sürerek Hegel’i “doğru tarafa” çevirmeye çalıştı: Marx’a göre materyal ilişkiler, tarihi büyük ölçüde ileriye taşıdı. İşçiler ve burjuvazi arasındaki sınıf çatışması fikrini ise Fransız radikalizminden aldı. Bu bağlamda bir gün sınıfsız bir toplumda yaşayacağımızdan emindi, bu toplumda tüm bireyler kendi doğasının her bir özelliğini geliştirebileceklerdi.
Ve kapitalizmin nasıl işlediğiyle ilgili anlayışının çoğunu İngiliz politik ekonomistlerinden alan Marx, özellikle David Ricardo’dan metaların değerinin kendilerine yatırılan emek ve zamanla ölçülebileceği fikri konusunda esinlendi. Marx’ın Kapital’inin birinci cildi gösteriyor ki bu nokta Marx için önemliydi, çünkü işçilerin sömürülmesi mekanizmasını açıklıyor gibiydi. David Harvey’in de işaret ettiği gibi, sonraki ciltlerde, Marx hisse senedi ve kredi piyasalarındaki “hayali sermaye”nin doğası üzerine teoriler kurmaya başladıkça işler daha karmaşık hale geldi. Bu gelişmeler kapitalizmin kendi çelişkilerine ancak hızlı düzeltmelerle adapte olabildiğini ama asıl çatışmaya dokunmadığını -hatta bazen de çatışmayı daha da ağırlaştırdığını- gösteriyordu.
Bu kısa özet hiçbir şekilde Marx’ın çalışmalarının derinliğini yakalayamaz. Fakat en azından Marksizm’in Hazony’nin öne sürdüğü basit karşıtlıklardan ne kadar daha zengin olduğunu öne sürebilir.
Bu kaba sadeleştirme eğilimi, Hazony’nin “Michel Foucault, postmodernizm vesaire” liderliğindeki -şu anda Amerika ve İngiltere’de liberalizmin fethine doğru ilerleyen “ilerici, ırkçılık karşıtı” hareketi de içine alan- “ardıl hareketler” ile ilişkilendirdiği “Neo-Marksizm” e yönelik tavrına uzanıyor. Fakat bu hareketlerin Marksizm’e çok şey borçlu olduğu iddiasının altını boş bırakıyor. Zira Michel Foucault’nun kendisi, Marksizm’i modası geçmiş bir on dokuzuncu yüzyıl ekonomik sistemi olarak görüyordu ve hatta neoliberalizmle flört ediyordu, sınıf çatışmasının tarihin motoru olduğu fikri buraya kadarmış herhalde. Dünya çapında güç kazanan ırkçılık karşıtı hareketlere gelince, Marx’tansa Martin Luther King’den ve siyah özgürlük mücadelesinin diğer öncülerinden esinlenme olasılıkları daha yüksek görünüyor.
Bunların hiçbiri bu hareketlerin Marx’ı temel almamaları gerektiğini göstermiyor -kesinlikle almalılar- ancak onları basitçe güncelleştirilmiş Marksizm’e indirgemek ilerici figür ve hareketlerin tarihlerini ve özgünlüklerini göz ardı ediyor. Hazony’nin, kitabının ciddi bir kısmını ulusların kendi kimlikleri, tarihleri ve gelenekleriyle saygı görmeleri gerektiği fikrine ayırdığı düşünülürse bu indirgemenin ironikliği de anlaşılabilir.
Marksizm’in “Kusurları”
Makalesinin devamında Hazony, Marksizm’in “büyük bir yalandan başka bir şey olmadığına” inanan liberalleri eleştiriyor. Bu eleştiri, Marksizm’in teorik kavrayışlarını veya siyasi hırslarını övmek istemesinden değil, Marx’ın liberal bireyciliğe yönelik eleştirel tutumunu haklı bulmasından kaynaklanıyor. Hazony, Marx’ın, liberal anlamdaki -devlet güvenceli hak ve özgürlüklere sahip olan- bireyin ideolojik ve yasal bir kurgu olduğunun bilincinde olduğunu savunuyor. Liberaller, modern devletin herkes için tam özgürlük sağladığını düşünürken Hazony, Marksist anlayıştan yana olacak şekilde, toplumsal gruplar arasında her zaman eşitsizliklerin olacağı ve daha güçlü olanın her zaman “zayıf olanı ezeceği ya da sömüreceği ” fikrini savunuyor. Onun sözleriyle:
Marx, her toplumun birbirine bağlı sınıflardan veya gruplardan oluştuğunu ve her yerdeki siyasal yaşamın öncelikle farklı gruplar arasındaki iktidar ilişkileriyle ilgili olduğunu görmekte haklıdır. Ayrıca, herhangi bir zamanda, bir grubun (veya bir grup koalisyonunun) devlete egemen olduğu ve devletin yasa ve politikalarının bu egemen grubun çıkarlarını ve ideallerini yansıtma eğiliminde olduğu konusunda da haklıdır. Dahası Marx, egemen grubun kendi tercih ettiği yasa ve politikaları “rasyonel” ya da “doğal” olarak görme eğiliminde olduğunu ve bu grubun, çeşitli adaletsizlik ve baskıları gizlemek için kendi düşünme şeklini toplumun her tarafına yaymaya çalıştığını söylerken de haklıdır.
Hazony, Amerikan liberallerini sekülerleşmeyi ve liberalleşmeyi zorladıkları için eleştirmeye devam ediyor, özellikle de dini okullardan çıkararak ve pornografiye izin vererek “dindar ailelere sessiz zulüm ” ettiklerini düşünüyor. Ona göre, liberaller, doktrinlerinin herkes için özgürlük ve eşitlik sağladığını varsayarak muhafazakarlara uyguladıkları baskıya “sistematik olarak kör” olma eğiliminde. Hazony, Marx’ın toplumu sınıflar veya gruplar arasındaki güç ilişkileri açısından analiz ederek, Aydınlanma liberal teorilerinin — siyaseti bireye ve onun özel özgürlüklerine indirgeme eğiliminde olan teorilerin — sistematik olarak kör olduğu önemli siyasi olguları ortaya çıkarabileceğimizi kabul etmekte çok daha başarılı olduğunu düşünüyor.
Bunların hiçbiri Hazony’nin işçilerin sömürü kurbanı olduğu fikrine ya da sol eleştiriye değinen başka bir şeye sempati duyduğu anlamına gelmiyor. Makalesinin ilerleyen bölümlerinde Marksizm’i üç “ölümcül kusuru” olduğu için eleştiriyor. Birincisi, Marksistler, her güç ilişkisinin ezici ve ezilenlerin bir ilişkisi olduğunu varsayarken bazı ilişkilerin de karşılıklı yarar sağlayabileceğini atlarlar. İkincisi, Marksistler toplumsal baskının o kadar büyük olacağına inanırlar ki, herhangi bir toplum kaçınılmaz olarak gerilimle dolu olacak ve sonuçta bir devrim yaşanacaktır. Ve son olarak Marx ve Marksistler sömürüsüz toplumu yeterince tanımlamazlar ve şu ana kadarki deneyimlerimiz de bu konuda bir felaketler silsilesi olarak görülebilir.
Bu üç eleştiri arasından sadece sonuncusu benim açımdan da üzerine düşünmeye değer. Gerçekten de Marx postkapitalist bir toplumun nasıl görüneceğini hiç kaleme almadı ve bu belirsizlik Stalin gibi figürlerin tiranlıklarını meşrulaştırabilmelerine yol açtı. Sosyalistler bu sorun yokmuş gibi davranmaktansa sorunla yüzleşmelilerdir ki Hazony’ninki gibi eleştirilere kolay yem olmayalım.
Ama Marx her ne amaçladıysa, kaleme aldığı “Gotha Programı Eleştirisi”nden anlıyoruz ki o da üretim araçlarının ortaklaşıldığı, dağıtımın “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesine göre yapıldığı sömürüsüz demokratik bir toplum hayal ediyordu. Bu toplum neye benzerse benzesin, muhafazakarların Marksizm’i eleştirirken sıkça değindikleri diktatörlüklere benzemediği kesin. (Muhafazakâr eleştirmenler, sınıf mücadelesinin ve Marksist esinli partilerin, kapitalizmi asla aşmasalar bile, sosyal demokrasilerin inşasında oynadığı merkezi rolü de göz ardı ediyorlar.)
Hazony’nin Marksizm’in ve solculuğun kusurlarına dair yaptığı analizin geri kalan neredeyse her kısmı büyük hatalarla dolu. Hazony kapital ve emek arasındaki ilişkinin sömürücü ve baskıcı olduğuna dair Marksist görüşü hiç hesaba katmıyor ki, bu görüş Marx’ın hiçbir zaman tüm güç ilişkilerini ve hiyerarşileri gayrimeşru iddia etmediği düşünülürse çok önemlidir. Marx’ın güç ilişkileri konusundaki argümanı çok daha spesifiktir: kapitalist ilişkiler, emeğin sistematik sömürüsüne dayalı olduklarından dolayı baskıcıdırlar.
Hazony, bazı klasik Marksistlerin kapitalizmin kaçınılmaz olarak düşeceğini ve yerini komünizmin alacağını iddia etmelerine yol açan, tarihin teleolojik vizyonuna yönelik eleştirisine biraz olsun eğilseydi, ikinci eleştirisini daha sağlam bir zemine oturtabilirdi. Ancak onun savı bu seviyeye bile ulaşamıyor. Bunun yerine, “muhafazakâr bir toplumda”, “daha zayıf grupların konumlarından yararlanabileceklerini” ya da en azından devrimsel olarak yeniden yapılandırılmış bir toplumda olacaklarından daha iyi durumda olmalarının mümkün olduğunu iddia etmekle yetiniyor.
Marksizm ve Liberalizm Üzerine
Hazony liberalizmden, özellikle de Amerikan liberalizminden, çok hoşnut olmasa gerek ki onu seküler, pornografik ajandasını ilerleterek dindar ve muhafazakar ailelere zorbalık yapan baskıcı bir güç olarak görüyor. Ama Hazony aynı zamanda liberallerin muhafazakarları daha da zayıflatmak için ilerici ve Marksist gruplarla -aklındaki büyük kötülükle- birlik olmalarından endişeleniyor.
Makalesinin en derin kısmında Hazony, “liberalizmin Marksizm’le dansından” bahsediyor Liberaller ve Marksistler, her ikisi de özgürlüğe ve eşitliğe inanırlar ve yine, her ikisi de geleneklere ve hiyerarşilere karşı çıkarlar. Marksistler ve diğer ilericiler sadece bir adım daha gidip gerçek özgürlük ve eşitliğin başarılamamış olmasının nedenini kapitalizme ve liberal toplumun diğer öğelerine bağlarlar. Doğru şartlar sağlanırsa, Hazony’e göre, liberaller bu argümanlara sempati duyabilir çünkü bu fikirler sıklıkla liberal ilkelere ve retoriğe de dayandırılırlar, bu açıdan liberaller bir gün “Marksist bir ajanda” için zorlamaya bile başlayabilirler.
Bu durumda görülüyor ki Hazony, Marksizm’i, liberalizmi savunmak uğruna eleştirmiyor. Liberalleri Sol ile değil de Sağ ile birlik olmaları için ayartmaya çalışıyor. Onları toplumun “Marksistlerce ele geçirilmemesi için” bir ittifakın içinde görmek istiyor.
Liberallere sempatik görünmek için Hazony Sol’un demokrasiyi yok etmek ve muhafazakârlarla liberalleri bertaraf etmek istediğini iddia ediyor. Onun tezine göre muhafazakârlar da liberaller de kendilerinin hakimiyetindeki -en azından- iki partili sistemi sürdürmekte ortaklaşıyorlar. Buna karşın Marksistlerse sadece “…tek bir partiyi meşru olarak görüyorlar -toplumu devrimci şekilde yeniden inşa edeceklerin, ezilenlerin partisini. Ve bu da Marksist çerçevenin demokratik yönetimle birlikte düşünülemeyecek olduğu anlamına geliyor.”
Demokrasi, Liberalizm ve Sosyalizm
Bu, açık bir şekilde hatalı bir tespit. Sosyalistlerin 19. yüzyıldan bu yana hedeflerinden biri demokrasiyi politik alanda ilerletmek olageldi, bu yüzden Avrupa’da ve daha pek çok farklı yerde işçilere seçme hakkı mücadelesinin tam ortasında yer aldılar. Sosyalistlerin, liberal kapitalizmi eleştirme sebebi onun yeteri kadar demokratik olmadığı görüşüydü. Aynı şekilde Hazony’nin yazısında hor görülen grupları da demokrasi kavramına düşman olarak görmek pek mümkün değil: Irkçılık karşıtı hareketin önemli bir mücadele alanı hep oy verme haklarının gaspına karşı oldu.
Aslında Hazony’nin eserinde son derece antidemokratik uygulamalarıyla bilinen muhafazakâr otokratlardan -Macaristan’da demokrasiyi yürürlükten kaldıran Viktor Orban’dan 2020 seçimlerini iptal etme fantezileri olan Trump’a kadar- hiç bahsetmemesi de gerçeği ortaya koyuyor. Hazony’nin, liberal demokratların Sağ ile ittifak yapmaktan çekinmek için hiçbir sebebi olmadığını savunan görüşünü destekleyeceğini düşünecek olursak bu tavır gerçekten de kıvrak bir hareket olsa gerek.
İlginçtir, Hazony’nin yazısı çok kritik bir yere, muhtemelen stratejik sebeplerden, hiç değinmiyor. Liberalizm ve Marksizm doğru anlandıklarında son derece modernist doktrinlerdir. Her ikisi de birkaç yüzyıl içinde doğmuştur, ikisi de ahlaki eşitliği herkes için özgürlüğü koruma altına alarak sağlamak ister.
Liberalizm ve sosyalizmin ilerleyişi, iktidardaki eşitsizlikleri normalleştirmekte ısrar eden gelenekçi sistem ve hiyerarşileri yerle bir etti. Kadınları, LGBT bireyleri, dini ve etnik azınlıkları ve benzerlerini binlerce yıldır baskılayan bu gelenekçi sistemler ne doğaldı ne de kimseye yararı dokunuyordu.
Liberalizm çok defa ilkelerini yerine getirmekte başarısız oldu, bu da kısmen siyasi solun ortaya çıkmasının ve hala bu kadar gerekli kalmasının nedeni. Liberaller sık sık şu an Hazony’nin de -haksız hiyerarşileri sürdürmek adına- çağrısını yaptığı taktiksel muhafazakar-liberal ittifaklarına girdiler. Ama bu ittifaklar her zaman biraz sorunluydu, çünkü herkes için özgürlük ve eşitliğe inanmayan bir liberal, liberal değildir.
Aynı şey siyasi soldaki bizler için de geçerli, tek fark bizim bu ideallere liberal devlet ve ideoloji sınırları içinde ulaşılabileceğine inanmamamız. Mahrumiyet ve sömürüden kurtuluşun tarihsel sürecini tamamlamak için daha radikal reformlara ihtiyaç var, ancak bu reformların ne olduğu ve ne kadar daha radikal olduğu da önemli bir tartışma konusu. (Benim kendi tercihim, filozof John Rawls’un “liberal sosyalizm” dediği şeyden yana.)
Bütün bunlar bizi bu dinamiklerin son derece farkında olan Karl Marx’a geri getiriyor. Engels’le birlikte Marx, liberal kapitalizmi hem üretken kapasitesi hem de tarihte ilk kez herkes için biçimsel eşitliği güvence altına aldığı için takdir ediyordu. Kapitalizm bunu tam da eski gelenekçi düzeni bozarak, kutsal olan her şeye son vererek ve insanlığı ilk kez gerçek koşullarıyla yüzleşmeye zorlayarak başarmıştı.
Ancak liberalizm, sadece tarihin akışındaki aşamalardan biri olarak kaldı ve daha önce de hep olduğu gibi, sonunda yeni bir toplum biçimine yenik düşecekti. Bu değişim Marx’ın da bazen ima ettiği gibi kaçınılmaz olsun ya da olmasın, bugün liberal demokrasinin gerçekten de birçok sınırı olduğu ortada. Özgürlüğe ve eşitliğe gönülden bağlı liberaller bunu kabul etmeli ve geleceğe atacakları adımı, tarihin akışını geriletmeye kararlı bir Sağ ile mi yoksa temelde kendi modernist kanaatlerinin çoğunu paylaştıkları ilericiler ve sosyalistlerle mi atarlarsa daha iyi durumda olacaklarını sorgulamalılardır.