DünyaToplum ve Siyaset

Peki Kendi Mahallenizde Ne Kadar Özgürsünüz? – Kemal Büyükyüksel

Her mahallenin daha önce de bahsedildiği gibi kutsalları, ikonları, tanrıları, tabuları, söylenebilecekler ve söylenemeyecekler listesi oluyor. Bir saatten sonra mesele hakikati tartışmaktan çıkabiliyor.

Bugünün Türkiye’sinde iktidarın yarattığı ortamı nasıl tanımlayabiliriz? Baskı, itaat, biat, sessizlik veya susma talebi, herkesin uyması gereken ortak bir dil dayatılma çabası, ifade özgürlüğünün kısıtlanması, alternatif kaynaklardan bilgiye erişimin engellenmesi. Peki tüm bu iklim neye yol açıyor? İstediğimiz gibi konuşamıyoruz, kendimizi ifade edemiyoruz, susuyoruz, çoğu zaman otosansüre başvuruyoruz. Bunun yarattığı psikolojik baskı ve huzursuzluk insanı ağır biçimde tahrip eden bir durum. Bu deneyimi yaşayan herkes az çok bunu hissedebilir. Günbegün söylediklerimize dikkat etmeye çalıştığımız, çoğu zaman ise bariz biçimde kendimizi sansürlediğimiz durumlarla karşılaşıyoruz. Ancak baskının kaynağı da sadece iktidar değil. Tüm bu baskının üstüne iktidarın yarattığı baskı atmosferinin bir benzerini kendi sosyal “mahallelerinizde” gözlemleyebiliyorsunuz bazen. Ve bu çok yorucu ve rahatsız edici. İnsanlar çoğu zaman mahallelerinin tipik sloganlarını atıyor ve ters düşecek şeyler söylemekten kaçınabiliyorlar. O mahallenin de dayattığı bir dil ve tarz oluyor. İnsanlar da dışlanmamak için buna uyum sağlamaya çabalıyorlar. Bazen de mahallenizde çevre baskısı o kadar fazla oluyor ki bir bakmışız uyum sağlamak için yine otosansüre başlamışız.

İktidarın baskısından kaçarken bir de kendi mahallenizde baskıya maruz kalmaya başlayabiliyor insan. O mahallenin de “kutsalları”, “ikonları”, “tanrıları” oluyor genelde. Söylenince garip karşılanan lafları, seni yargılamaya maruz bırakacak fikirleri oluyor. Tabu sadece dışarıdan bir gücün dayattığı bir şey olmak zorunda değil. Tam tersine tabu en çok kendi içimizde, bizim kendimizi ait hissettiğimiz yerde ortaya çıkabiliyor. Çevre baskısıyla insan yine konuşmaktan korkar hale gelebiliyor, iptal edilme korkusuyla susuyor. Uyum sağlamak, bir gruba ait olabilmek, dışlanmamak için sözlerini seçen, düşüncelerini uyarlayan, hatta bazı konularda suskun kalan ne kadar çok insan vardır sizce? 

Foucault’nun herkesin birbirini gözetlediği modern toplum tasvirindeki “Panoptikon”, cemiyet üyelerinin de birbirine yaklaşımının bir özeti değil mi bir açıdan? Evet, kendi mahallemizde daha büyük yakınlıklar kuruyoruz insanlarla, daha samimi olabiliyoruz belki. Ancak bir yandan da kendi mahallenizde de herkes birbirini gözetlemiyor veya denetlemiyor mu? Her cemiyetin de kendi içinde mini bir “Panoptikon” modeli yaratmadığını söyleyebilir miyiz? Kendi mahallenizde izlendiğinizi bildiğiniz sürece sizin de içinizde söylediklerinde dikkatli olman gerektiğini hatırlatan, sizi dürten bir yer olmuyor? Yani illaki, dışarıdan, “ötekinin iktidarından” gelen baskıyla suskunluğa bürünmüyor insanlar. Her mahallenin de kendi kuralları, raconları, tabuları var. Ve bir bakmışsın ki bunlar da kısıtlıyor hayatı, siyasal iktidardan ayrı olarak. “Ötekinden” dayak yemen yetmiyor, bir de “biz” diye adlandırdığın oluşumdan dayak yeme korkusuyla yaşayabiliyorsun.

Bir bakıyorsun ki en çok adaleti ve özgürlüğü savunanların da garip kutsalları oluyor. Özgürlüğün, adaletin ve daha birçok önemli değerin kendisi garip bir dogmaya dönüşüyor ve belli kalıplaşmış söylemler üzerinden savunuluyor. Bu kalıpları kırmak mahalleyi rahatsız edebiliyor. O çevrede de başka bir dilin tahakkümü ortaya çıkabiliyor. Herkes benzer sloganlar atarken susturulacağından, linçe uğrayacağından korkarak farklı bir şey söylemekten çekinir hale gelebiliyor biri. Mesele sadece “doğru” şeyleri savunmaktan çıkıyor, bu doğruları da “doğru” şekilde savunman beklenebiliyor. Ya da mahallenizde idealize edilen değerler gerçek hayatla karşılaştığında çıkan çelişkilerin göz ardı edilmesi ve o soyut idealin (ne kadar gerçekle uyuşmasa da) kalıpsal bir biçimde, sloganvari şekilde savunulması beklenebiliyor. Belki mahallenin içindeki kuytu köşelerde özeleştiri yapılsa da iş başka mahallelere karşı başvurulacak söylem pratiklerine geldiğinde taviz verilmemesi, mahallenin sloganlarından sapılmaması da beklenebiliyor. 

Twitter’da da benzer bir psikolojik dinamiği gözlemlemek mümkün. Nitekim Twitter, herkesin kullandığı bir mecra olmasa da önemli bir kamusal alan ve herkesin aslında birbirinin söylediğini görebildiği bir yer. Ne söylerseniz söyleyin, hesabınız kilitli olmadığı sürece tüm toplumun erişimine açık. Ve bu dijital kamusal alanda da aynı toplumsal baskı, hem de çoğu zaman kendi mahallenizde olan kişiler tarafından sessizce örülüyor. Bir kalıba uymazsan, “doğru” sloganları atmazsan üstüne çullanılıyor. Yargısız infaz mekanizması devreye giriyor. Hatta böyle bir mecrada bu mekanizma daha da kolay işleyebiliyor. Çünkü kimse birbiriyle gerçekten yüz yüze gelmiyor, birebir temasa geçmiyor, yani insani olan çok daha kolay kaybolabiliyor. Bir insanın söylediği tek sözle tüm hayatı yargılanabiliyor. İnsanın da en basit duyguları kolayca ortaya çıkabiliyor böyle ortamlarda. Özellikle kim olduğun belli değilse gerçek hayattaki kimliğin bedel ödemeden bu baskıyı kurmak daha da kolay hale geliyor (iktidara direniş pratiklerinde kimliğin belirlenememesinin değerli yanları olduğu da unutulmamalı tabii). 

Her mahallenin daha önce de bahsedildiği gibi kutsalları, ikonları, tanrıları, tabuları, söylenebilecekler ve söylenemeyecekler listesi oluyor. Bir saatten sonra mesele hakikati tartışmaktan çıkabiliyor. Herkes kendi mahallesinin kurguladığı oyunun bir parçası olmaya zorlanıyor. Sürekli aynı sloganlar, sürekli aynı söylemler. Estetize edilmiş ancak içi boşaltılmış bir siyasal ve sosyal etkileşim biçimi. Herhangi bir sapma, herhangi bir “kirlenmeden” kaçınılıyor. İşte burada da tam eski çağlarda olduğu gibi “püritan” bir zihniyet beliriyor. Bu “püritanlık” talebinin narsistik bir boyutu olma riski de var tabii. Dokunulmaz olma, ahlaki anlamda üstün, saf ve tamamen temiz olduğuna inanma arzusu. Kendi cemiyetine bağlılığı ve sadakati önceleyen, hakikatin arayışından kopmuş ve kendi mahallesinin tabularına dokunamayan, “saf” kalma arzusu taşıyan püritan kitleler ortaya çıkıyor. Bu püritanlık, makbul olarak belirlenmiş söylemlerden ve kalıplardan sapmayı hoş göremiyor ve eğer fazla ileri giderse ağır bir baskı iklimi yaratabilme potansiyeli taşıyor. Uçlara taşınırsa köktendinci boyutlara ulaşma ve hatta tekfirci (dinden çıkarma) bir anlayışa benzeme riskine de sahip. Ne kadar gariptir ki belki de köktendincilere en karşı olacak ideolojik gruplarda da lanetledikleri tekfirciliğin bir benzerini görebilmek mümkün oluyor bazen. 

Başkalarının ahlak polisliğinden muzdaripken bir bakmışız ki bizim mahallelerimizde de ahlakçılık, ahlak polisliği ve başkaları hakkında kesin yargı veren erişilemez ahlaki standartlar yaratanlar türemiş. Günün sonunda bu püritanca davranma eğiliminde teatral, sahte, şovumsu bir hava var. Bir ahlakçılık oyunu. Hakikatten çok, kurgulanmış bir performansın sergilenişine benzeyebiliyor. Ancak bu performans bir siyasal ve sosyal pratik olarak hakikatin tartışmasından ve arayışından daha ağır bastığında ve daha büyük bir öncelik kazandığında elimize geçen tek şey de hem daha çok kamplaşma hem de kendi mahallemizde bile içinden kurtulamadığımız bir baskı iklimine dönüşüyor.

Bu püritanlık beklentisi soldan veya sağdan gelsin fark etmez, tehlikeli bir şey. Benzer bir püritanlık talebi totaliter ya da teokratik rejimlerde de vardı. Totaliter rejimlerdeki gibi çevre baskısının oluşması, başkalarını kötüleyerek statü kazanma ve mahallene sadakatını gösterme çabası, herkesten özeleştiri vermesini beklemek, ihbar etmek, cadı avları, linçlemeler, tapınma gösterileri, teatral siyasal performanslar, yargısız infazlar, tekfircilik. Tüm bunlar kendi mahallelerimizde ve Twitter’da da görebildiğimiz şeyler değil mi? Kaç kere sadece söylediğiniz bir sözden dolayı “sen bizden değilsin, ‘şu’cusun ‘bu’cusun” tavrıyla karşı karşıya kaldınız?

Bu psikolojik dinamikler üzerine kurulu bir dünya ister solda ister sağda türesin, uç boyutlara gittiğinde tehlikeli bir yola çıkar. İptal edilme, linçe uğrama, susturulma korkusu, hata yapma özgürlüğünün olmaması özgür ifadenin de düşüncenin de önünde engeldir. Evet, insanların aklında bir süzgeç vardır, ama herkesin her söyleyeceği sözü ve aktaracağı fikri aklında defalarca çevirmesi, korkudan susması, hatalı bir şey dediği için yargılanabileceği paranoyasına kapılıp kendini geri çekmesi ve başkalarıyla etkileşimini sekteye uğratması bize ne kadar güzel bir dünya sunabilir? Eğer bu sorunun cevabını arıyorsanız bugün Türkiye’de iktidarın yarattığı rejime bakmanız yeterli. Püritan fanatizmi de işte tam buna benzer, yapıcı gözüken ama yıkıcı, otoriter ve baskıcı bir şey. İktidarın baskısından kaçarken kendi mahallelerimizde yeni tahakkümler kurmak, bu baskıdan pek de bir şey öğrenemediğimiz anlamına gelir. Eğer bu pratikleri kendi içimizde doğuracaksak, bu iktidarı eleştirmenin ne anlamı olabilir ki?

Bugün de püritan fanatizmi her yere yayılmış halde. Bu sadece Türkiye değil, dünyanın birçok yerinde gözlemlenebilecek bir durum. Belli kişiler mahallelerinin bekçisi olmaya çabalıyor, sloganlar atıyor, başkaları hakkında kesin hükümler veriyor, istediğini de linç ettirip aforoz ediyor. Birçok kişi aidiyetini yitirme korkusuyla susabiliyor. Susmayanlar da hiçbir yere ait olamayan, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilen yabancılara dönüşebiliyorlar. İşin enteresanı da belki de en çok bu “yabancıların” söyleyebileceği şeyler bir farklılık yaratabiliyor. Çünkü ilerleme için birilerinin çıkıp kalıpları, tabuları, ikonları, ezberleri yıkması gerekiyor. Günün sonunda, eğer bu iklime yenik düşersek, böyle bir ortamı yaratırsak, böyle bir psikolojiye saplanırsak, tam da eleştirdiğimiz şeye dönüşmüş olacağız, tam da günbegün bize rahatsızlık veren iktidar pratiklerinin bir farklısını kendi içimizde yaratmış olacağız. Ezber yıkma gücümüzden mahrum kalacağız. Ezber yıkabilenleri susturmuş olacağız. İktidara itiraz edenlerin susturulmasından dolayı bir rahatsızlık duyuyorsak, başka yerlerde de itirazlar koyabilenlerin susturulmamasına karşı dikkatli olmak gerekir. Eğer bir konuda “ayık” kalacaksak, belki de en önemlisi bu riske karşı “ayık” kalmak olabilir. Ancak bu püritan fanatizminin yaratabileceği tahakküm iklimi riski hala ayakta. Eğer böyle olmasaydı bu kadar çok insanın Twitter’da linçlenmekten korktuğunu duymamış olurdum. O zaman soralım. Özgür bir dünya istiyor musunuz? Peki kendi mahallenizde ne kadar özgürsünüz?

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu