Ekonomi ve Kamuculuk

Nancy Fraser: “Yamyam Kapitalizmi” Ufkumuzda Göründü- Çeviri : Kemal Büyükyüksel

Nancy Fraser’nın Jacobin röportajının Türkçe çevirisidir.

Siyaset teorisyeni Nancy Fraser, Jacobin’e aynı anda birkaç krizle karşı karşıya olduğumuzu anlatıyor: Ekonomide, toplumsal yeniden üretimde, çevrede ve siyasette. Dramatik bir müdahale olmadan, bu süreç “Yamyam Kapitalizmi” ile sonuçlanabilir.

Son otuz yıldır, Amerikalı siyaset teorisyeni Nancy Fraser, Sol’a en güçlü fikirlerinden bazılarını sağlıyor.

Nancy Fraser’ın fikirleri zaman zaman açıkça politiktir. Feminizmi ekonomik seçkinlerle bağlarını kesmeye ve baskının temel nedenlerine saldırabilecek bir işçi sınıfı siyasetini benimsemeye çağırdığında olduğu gibi, Diğer zamanlarda, Fraser’ın kapitalizm ile kapitalizmin bağlı olduğu ve tamamen tabi kılınamayacağı “arkaplandaki koşulları” arasındaki etkileşimi analiz ettiğinde olduğu gibi, güçlü bir şekilde teoriktirler.

Nancy Fraser’ın son çalışması, Fraser’ı yakında çıkacak kitabında “Yamyam Kapitalizm” olarak adlandırdığı şeyin felaketinden kaçınmak adına, pratik ve teorik olanın bir sentezini ararken buluyor: Kapitalizm, yaşamın tüm alanlarını işgal ederek, kendi hayatta kalma koşullarını, ve daha da önemlisi, bizim hayatta kalma koşullarımızı yok edebilir.

Jacobin Latin Amerika editörü Martín Mosquera ile yakın zamanda yapılan bir röportajda Nancy Fraser, amacının modern kapitalizmin bir röntgenini sunmak olduğunu ve aktivistlere her zamankinden daha büyük bir kolektifin parçası olarak politik biçimde bir arada hareket edebilmeleri için kullanabilecekleri bir yol haritası sağlamak olduğunu söylüyor.

Nancy Fraser, Sol’un, kendisini daha küçük, içe dönük alt birimlere ayırmaya takıntılı on yıllar sonra birleşik bir güç duygusunu yeniden kazanmaya başladığını söylüyor. Ama önünde hala çok iş var. Kolektif gücü inşa etmek için modern kapitalist toplumun tüm parçalarının nasıl bir araya geldiğini daha iyi anlamamız gerekiyor. Fraser, herkesin farklı şikayetlerinin ifade bulabileceği, ancak bize nereye gittiğimize dair ortak bir vizyon veren sosyalist bir ajanda üzerinden birleştiği, popülist tarzda bir siyasi hareketi benimsememiz gerektiğinde ısrar ediyor.

Nancy Fraser, Mosquera ile yaptığı röportajda, sermayenin gücünü zayıflatmak için kararlı bir şekilde hareket etmezsek ufukta beliren gelecek senaryolarından ve siyasi mücadele için ortak bir cephe inşa etmenin zorluklarından da bahsediyor.


AA

En son çalışmanızda, “genişletilmiş bir kapitalizm anlayışı” dediğiniz şeyi geliştiriyorsunuz. Neden mevcut kapitalizm kavramlarının genişletilmesi gerekiyor? Ekonomik bir sistem olarak kapitalizme çok dar mı odaklanıyorlar?

Nancy Fraser:

Evet bu doğru. Ekonomik sistemi toplumun gerçek temeli olarak gören ve diğer her şeyi sadece bir “üst yapı” olarak gören Marksizmin alt-üstyapı versiyonlarından uzaklaşmak için genişletilmiş kapitalizm kavramını geliştirdim. Bu modelde nedensellik ekonomik temelden yasal-politik üst yapıya doğru sadece bir yönde akar. Ve bu son derece yetersizdir. Alternatifim, kapitalist toplumun ekonomik alt sisteminin, onun gerekli arka plan koşullarıyla ilişkisini yeniden düşünmeye odaklanıyor – ekonomik olmadığı düşünülen, ancak toplumsal yeniden üretim, insan dışı doğa, kamusal mallar gibi kapitalizmin ekonomisi için kesinlikle gerekli olan süreçler, faaliyetler ve ilişkiler.

Bu, alt-üstyapı resmini karmaşıklaştırıyor. Bir şeyin gerekli bir arka plan koşulu olduğunu söylemek, kapitalist ekonomik sistemin onsuz çalışamayacağı anlamına gelir: Kapitalizmin emek gücünü satın alma ve çalıştırma, hammadde ve enerjiye erişme, meta üretip kârla satma ve sermaye biriktirme becerileri, bu “ekonomik olmayan” koşullar oluşmadıkça bunların hiçbiri gerçekleşemez. Bu nedenle, arka plan koşullarının kendi nedensel ağırlıkları vardır. Onlar sadece “epifenomena” değildir.

Toplumsal yeniden üretim örneğini ele alalım: “emek”i oluşturan insanları besleyen, genellikle resmi ekonominin dışında kadınlar tarafından gerçekleştirilen faaliyetler. Örneğin, yeni nesillerin doğması, bakımı, sosyalleşmesi, eğitimi; aynı zamanda, ertesi gün işe dönmek için beslenmesi, yıkanması, giydirilmesi ve dinlenmesi gereken yetişkin işçilerin ikmali – tüm bunlar kapitalist ekonominin işleyişi için gereklidir. Bu argüman, Marksist feminizmin bir çeşidi olan toplumsal yeniden üretim teorisi denilen feministler tarafından geliştirilmiştir. Toplumsal yeniden üretim ters giderse, ekonomik üretim için gerçekten sorun yaratabileceğini gösteriyor. Bu da sermaye birikiminin akrabalık ilişkileri, doğum oranları, ölüm oranları vb. tarafından kısıtlandığı anlamına gelir. Yani, tek yönlü bir nedensellikten çok daha karmaşık bir resim ortaya çıkıyor.

Doğal veya ekolojik arka plan koşulları için paralel bir argüman yapılabilir. Kapitalist üretim ve birikim, üretimin bağlı olduğu maddi malzemelerin –– hammaddelerin, enerji kaynaklarının, atık bertarafı için tesislerin – mevcudiyetini varsayar. Ve eğer bu koşullar tehlikeye girerse, bu da işleri sekteye uğratabilir. Bir düzeyde ekolojik bir bozukluk olan COVID-19 ile şu anda bunun ilginç bir örneğine sahibiz. Virüs, zoonotik bir yayılma yoluyla insanlar için bir tehdit olarak ortaya çıktı, muhtemelen iklim ve “kalkınma” kaynaklı tür göçlerinin bir sonucu olarak bazı ara türler, muhtemelen pangolinler aracılığıyla yarasalardan bize bulaştı. Sonuç, tüm ekonomik sistemin muazzam bir daralması oldu. COVID-19, diğer yöne giden gerçekten iyi bir nedensellik örneğidir.

AA

Sizin de belirttiğiniz gibi, kapitalizm, bir şekilde kendisine dışsal olan arka plan koşullarına bağlı olması anlamında tamamen özerk bir ekonomik sistem değildir. Ancak tüm bu alanlar birbirinden nispeten bağımsız olsa bile, ekonomik sistem yine de diğer alanlar üzerinde hareket edebilir ve bunları dönüştürebilir. Kapitalizmin özelliklerinden biri de doğa gibi kendi dışındaki alanları şekillendirme kapasitesine sahip olması değil mi?

Nancy Fraser:

Kapitalist bir ekonomide, ona büyük bir nedensel dinamizm veren kesinlikle özel bir şey vardır: sermaye biriktirme ve “değeri” sınırsız bir şekilde genişletme zorunluluğu. Bildiğimiz gibi, kapitalist bir ekonomi, biraz para kazandığınız ve sonra arkanıza yaslanıp güzel malikanenizde hayatın tadını çıkardığınız ve hepsini tükettiğiniz bir ekonomi değildir. Bunun yerine, her zamankinden daha fazla artı değer, her zamankinden daha fazla kâr ve her zamankinden daha fazla sermaye üretmeyi amaçlayan yeniden yatırım zorunluluğu vardır. Bu, sermaye sahiplerini sınırları zorlamaya, ekonomik olmayan koşulları kendi isteklerine göre bükmeye iten kuvvetli bir güçtür. Ancak bunu yapma yetenekleri mutlak değildir. Kendi programına göre kendi hızında ilerleyen bir yapı olarak geri tepmeye tabidir. Ekolojik yeniden üretimin zamansallığı, nihayetinde, kapitalist kontrole tabi değil. Dolayısıyla, “ekonomik olmayan” olarak kabul edilen “nispeten özerk” alanlardan bahsetmek mantıklıdır.

Ancak sermayenin yayılmacı dürtüsü, kaba ve kör bir zorlamadır ve sisteme sabitlenmiştir. Sermayeye sahip olan ve sermayenin değerini artırmaya teşvik edilen bireysel insanların iradesinden çok daha güçlüdür – adeta “iradesini” yerine getirir. Bu dürtü o kadar güçlü ki, az önce söylediğim gibi sınırlar içinde de olsa kendi arka plan koşullarını (aile, doğa, devlet biçimleri vb.) yeniden şekillendirmeyi başardı. Önermeye çalıştığım şey, Marksistlerin birikim dinamiğinin gücü ve şekillendirici gücü üzerinde ısrar etmekte kesinlikle haklı olduklarıdır. Ancak bu fikri bir tek yönlü bir nedensel alt-üstyapı resmine çevirmek bir hatadır. Çok fazla geri tepen şey var, çünkü bu arkaplan koşullarının kendi yeniden üretim dili ve zamansallığı var. Ve çünkü insanların umursadığı ve aksiyonlarını etkileyen “ekonomik olmayan” değerleri içeriyor.

AA

Sizin de belirttiğiniz gibi, COVID krizi, bu dışsallıkların kapitalizmle karmaşık şekillerde etkileşime girerek “çok boyutlu” olarak tanımladığınız türden kapitalist krizlere yol açmasının çarpıcı bir örneğidir. Başka bir yerde, en azından 2008’den bu yana, finansallaşmış, neoliberal kapitalizmin mevcut aşamasının, sonunda farklı bir kapitalist birikim biçimine tarihsel bir kayma anlamına gelebilecek -belki de terminal- bir krizden geçtiğini öne sürdünüz. Mevcut krizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Nancy Fraser:

Soruyu sorma şeklinizde zaten örtük olan birkaç noktanın altını çizmek istiyorum. Birincisi, sektörel krizler ile genel krizleri birbirinden ayırmamız gerektiğidir. Sektörel bir kriz, belirli bir kapitalist birikim rejiminde veya kapitalist gelişme evresinde, açıkça işlevsiz olan önemli bir alanın olduğu ancak diğer alanların az çok iyi göründüğü anlamına gelir. Ekonomik krizleri genellikle bu şekilde sektörel olarak düşünme eğilimindeyiz. Tarihçiler, toplumun yalnızca bir alanına ait olan bu tür sektörel krizlerin sayısız örneğine işaret edebilirler. Ancak bu, tüm toplumsal düzenin genel krizinden farklıdır. Genel bir kriz kavramı, birkaç büyük açmazın ve işlev bozukluğunun bir yakınsamasını veya üstbelirlenmesini önerir. Sadece bir sektör değil, ancak büyük toplumsal sektörlerin tamamı veya neredeyse tamamı krizde ve birbirini daha da kötüleştiriyor. Örneğin 1930’larda durum böyleydi.

Şu anda bu türden genel bir kriz yaşadığımızdan şüpheleniyorum. Elbette, 2007-8 finansal krizi gibi ciddi ekonomik kriz biçimleri gördük. Ve yöneticilerimiz bunu düzeltmenin bir yolunu bulmuş gibi görünse de, bu kriz gerçekten çözülmüş değil. Yaygın finansallaşma, saatli bir bomba olmaya devam ediyor. Ancak, son Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporunun gösterdiği gibi, ekonomik sıkıntılarımız çok ciddi, hatta felaket getiren bir başka krizle, yani küresel ısınmayla birleşti. Bu ekolojik kriz uzun süredir yaklaşıyor ve şimdi iyice somutlaşıyor. En kötü etkilerinden nispeten izole edilmiş kesimler de dahil olmak üzere, küresel nüfusun giderek daha fazla kesimi bu gerçeğe uyanıyor.

Ayrıca, daha önce de söylediğim gibi, insanları yaratma, onlara bakma ve sürdürme kapasitelerimizi zorlayan veya tüketen bir toplumsal yeniden üretim krizi var: çocuk bakımı ve yaşlı bakımı, eğitim ve sağlık bakımı. Devletler kamu hizmetlerinden yatırımlarını kestikçe ve düşük ücret seviyeleri bizi ücretli işlere daha fazla saat ayırmaya zorladıkça, sistem bakım işi için gereken zaman ve enerjiyi yiyip bitiriyor. Dolayısıyla o sektör de krizde, özellikle pandemi koşullarında. COVID’in önceden var olan toplumsal yeniden üretim krizini büyük ölçüde şiddetlendirdiği söylenebilir. Ancak önceden var olan toplumsal yeniden üretim krizinin (halk sağlığı altyapısından ve sosyal hizmetlerden yapılan yatırımların kesilmesi dahil) COVID’in etkilerini büyük ölçüde şiddetlendirdiğini söylemek de aynı derecede doğru olacaktır.

Son olarak, büyük bir siyasi krizle de karşı karşıyayız. Bu, bir düzeyde, bir yönetişim krizidir, yani ABD gibi güçlü devletler bile sistemin ürettiği sorunları çözme kapasitesinden yoksundur. Neredeyse tüm düzenleyici kurumları ele geçiren ve kendileri ve zenginler için büyük vergi indirimleri tasarlayan mega şirketler tarafından tükendiler, tıkanıklıklar tarafından felç edildiler ve mega şirketler tarafından etkisiz hale getirildiler. On yıllardır gelirden yoksun kalan devletler, altyapılarının çökmesine izin verdi ve kişisel koruyucu ekipman (KKD) gibi temel kamu mallarının stoklarını tüketti. Tanımları gereği, iklim değişikliği gibi herhangi bir yargı sınırı içinde yer almayan sorularla başa çıkamıyorlar. Sonuç, yapısal düzeyde akut bir yönetişim krizidir. Ama başka bir düzeyde de siyasi bir kriz var, Gramsci’ci anlamda bir hegemonya krizi: Neoliberalizmle özdeşleşmiş düzen partilerinin ve elitlerinin kitlesel biçimde terk edilmesi ve geçmişte hayal edilemeyecek popülizmlerin ortaya çıkışı (bazıları özgürleştirici potansiyele sahip olan, bazıları olmayan).

Sonuç olarak, şu anda birden fazla kriz karmaşasıyla karşı karşıyayız: bir ekonomik kriz, bir toplumsal yeniden üretim krizi, bir ekolojik kriz ve bir iki taraflı siyasi kriz. Bana göre bu, kapitalist toplumun genel bir krizine katkıda bulunuyor. Etkileri her yerde ortaya çıkıyor, önce burada, sonra orada, sonra başka bir yerde, metastaz yapan bir kanser gibi. Bir salgını düzeltmeye yönelik her çaba, tüm toplumsal yapı boğulana kadar yalnızca diğer sektörleri, bölgeleri, nüfusları etkileyen diğerlerine yol açar. Genel kriz deneyimi birçok insan için aşikar hale geldi, ancak bu, yakın zamanda tam bir çöküş veya devrimci bir doruğa yol açacağı anlamına gelmiyor. Kapitalist krizler ne yazık ki onlarca yıl devam edebilir. Yirminci yüzyılın ilk yarısının II. Dünya Savaşı’nın sonunda faşizmin yenilgisine kadar sadece uzun bir liberal-sömürgeci kapitalizmin şiddetli genel krizinin sürdüğü söylenebilir. Yani, uzun bir düşüşün içine girebiliriz.

AA

COVID kesinlikle tahmin kapasitemizi sınırlamış görünüyor. Bununla birlikte, eylemlerimizi daha özgürleştirici senaryolara ve felaket senaryolarından uzağa nasıl yönlendireceğimizi düşünmek için bile olsa, mevcut eğilimlere dayalı farklı gelecek senaryolarını tartışmak önemli görünüyor.

Nancy Fraser:

Katılıyorum. Olası senaryoları düşünmekten mutluluk duyarken, tahminlerde bulunmadığımı da vurguluyorum. Mevcut krizin “gelişimsel” mi yoksa “çağsal” mı olduğunu düşünerek başlayacağım. Bu, Binghamton okuluna borçlu olduğumuz bir ayrım. Bir çağ krizi, başlı başına bir kapitalizm krizidir; çözümü, bu sistemin üstesinden gelinmesini, onun yerine kapitalist olmayan veya post-kapitalist yeni bir toplum biçiminin geçmesini gerektirir. Buna karşılık, gelişimsel bir kriz, kapitalizmin tarihindeki belirli bir “birikim rejimine” veya aşamasına özgüdür ve en azından geçici olarak, onun yerine farklı ve yine de kapitalist olan yeni bir rejimin geçmesiyle çözülebilir. Bu durumda, meta üretimi ile toplumsal yeniden üretim, “ekonomik” ve “politik”, insan toplumu ve insan dışı doğa, sömürü ve el koyma arasındaki sistemin kurucu bölünmeleri bertaraf edilmez, sadece yeniden düzenlenir.

Bu bölünmeler, kapitalizmin her aşamasında şu veya bu biçimde mevcuttur, ancak çelişki alanlarıdır. Her biri, er ya da geç belaya yol açacak bir kriz eğilimi (ekonomik, ekolojik, sosyal veya politik) barındırır. Belirli bir rejim, bu çelişkileri bir süreliğine yumuşatmayı veya düzeltmeyi başarabilir, ama sonsuza kadar değil. Sonunda, görünürde patlak verirler ve rejim aleni bir krize girer, çılgınca bir düzeltme arayışına ve düzeltmenin nasıl görünmesi gerektiğine dair yoğun mücadelelere yol açar. Ancak bu mücadeleleri yaşayanlar, sonucun kapitalizm içinde yeni bir rejim mi yoksa post-kapitalist bir alternatif mi olacağını kesin olarak bilemezler. Bu sadece post hoc, yani dönüşüm gerçekleştikten sonra netleşir.

Şimdiye kadar, kapitalizmin tarihindeki her genel krizin “sadece” gelişimsel olduğu kanıtlanmıştır. Ticaret evresinin genel krizi, on dokuzuncu yüzyılın liberal-sömürge rejimine yol açtı; bu rejimin krizi, yirminci yüzyılın ortalarındaki devlet tarafından yönetilen rejime yol açtı; bu rejim, kendisi de şimdiki çağın finansallaşmış kapitalizmine yol açtı. Her durumda, yeni rejim, nihayetinde kendi krizine yenik düşmeden önce, selefinin gelişimsel krizini geçici olarak etkisiz hale getirdi. Ancak her durumda, birçok sosyal aktör, yaşadıkları krizin çığır açıcı olduğuna ve kapitalizmi ortadan kaldırarak sona ereceğine inanıyordu. Ama sistemin yaratıcılığını, kendini dönüştürme kapasitesini hafife aldılar.

Kendi durumumuzu anlamaya çalışırken bu tarihi aklımızda tutmalıyız. Mevcut krizimizin bazı yönlerinin finansallaşmış rejime özgü gelişimsel olması mümkündür. Ama belki hepsi değil. Ekolojik kriz, farklı bir şeyle karşı karşıya olabileceğimizi düşündüren, çözümü kapitalizmin bir kez ve herkes için üstesinden gelmeyi gerektiren gerçek bir çağ krizi.

Eğer öyleyse, birkaç olası senaryo var. Bunlar, küresel demokratik ekososyalizm gibi bazı arzu edilenleri içerir. Elbette bunun tam olarak nasıl görüneceğini söylemek zor, ancak bunun “değer yasasını ortadan kaldıracağını”, sömürü ve mülksüzleştirmeyi ortadan kaldıracağını ve insan toplumu ile insan dışı doğa arasındaki, mal üretimi ve insanlara bakım hizmeti sunma arasındaki, “siyasi” ve “ekonomik”, demokratik planlama ve piyasalar arasındaki ilişkileri yeniden icat edeceğini varsayalım. Bu, olasılık yelpazemizin “iyi” ucu. Diğer uçta, gerçekten korkunç olan bazı kapitalist olmayan sonuçlar var: savaşan güçlü adamlar veya küresel bir otoriter rejim altında kitlesel toplumsal gerileme. Tabii ki üçüncü bir olasılık da var, o da krizin hiç çözülmemesi.

Dediğim gibi, burada herhangi bir tahmin yapmıyorum. Ama şu anki seçeneklerimiz bunlarsa, ilk senaryo için yarın yokmuş gibi savaşmaya başlasak iyi olur. Bu da, potansiyel olarak tüm özgürleştirici güçleri bir eko-toplumsal dönüşüm projesinin arkasında birleştirebilecek yeni bir hegemonik karşı-blok inşa etmeye çalışmak anlamına geliyor. New Left Review’daki yakın tarihli bir makalede, bu stratejiyi özetlemeye ve arkasındaki düşünceyi açıklamaya çalıştım. Benim fikrim, böyle bir projenin en iyi anti-kapitalist ve çevreci olarakdüşünülmesi: anti-kapitalist çünkü kapitalizm ekolojik krize yapısal olarak sebebiyet veren bir eğilim barındırıyor ve iklim değişikliğinin başlıca sosyo-tarihsel itici gücü; ve çevreci çünkü sistemin ekolojik çelişkisi, diğer çelişkileriyle (ekonomik, politik, sosyal) ayrılmaz bir şekilde iç içedir ve onlardan soyutlanarak çözülemez. Sonuç olarak, yeşil aktivistlerin işçi hakları, geçim kaynakları ve gıda güvenliği için savaşanlarla ortak bir davada birleşmesi gerekiyor; insanlara bakım hizmetleri işinin ve toplumsal yeniden üretime yapılan kamu yatırımının yeniden değerlendirilmesi için; göçmenlerin sınır dışı edilmesine ve dışlanmasına karşı; toprak gaspına, otoriterliğe ve ırksal-emperyal baskıya karşı.

Böyle bir çevreci koalisyonu ilkesel olarak mümkün kılan şey, tüm bu toplumsal hastalıkların köklerini tek ve aynı toplumsal sistemde, yani kapitalizmde bulmanın “uygun” gerçeğidir. Bu sistem, daha doğrusu, çeşitli koalisyon ortaklarının ortak düşmanı ve çeşitli aktivizmlerinin ortak bir odağı olarak ele alınabilir. Eğer anti-kapitalist bir duruş benimserlerse, şu anda bölünmüş olan ekopolitik akımlar birbirleriyle ve “çevre dışı” toplumsal hareketlerle güçlerini birleştirebilirler. Bugünlerde genellikle birbirleriyle çatışan küçülme (degrowth), çevresel adalet ve Yeşil Yeni Anlaşma gibi hareketler aklıma geliyor. Gördüğüm kadarıyla, üçünün her biri hem gerçek içgörülere hem de onları etkisiz hale getiren kör noktalara sahip. Bahse girerim, bu akımlar, çevreci ve anti-kapitalist olan karşı-hegemonik bir blokta yeniden konumlandırılırsa, içgörüler güçlendirilebilir ve kör noktalar düzeltilebilir. Bu durumda, Yeşil Yeni Anlaşma gibi özel programları, kendi içlerinde birer amaç olmaktan çok, “demokratik ekososyalizm” olarak adlandırabileceğimiz daha radikal bir dönüşüm yolunda (eski bir Troçkist formülasyonu kullanırsak) “geçiş dönemi sosyalist stratejileri” olarak görebiliriz.

Her halükarda, tam olarak ne olacağını ve ne zaman olacağını söylemek imkansızdır, çünkü bu açıkça insanların ne yaptığına bağlıdır. Bugünlerde benim yaptığım, mevcut krizin dinamiklerini çeşitli boyutlarıyla netleştirmeye çalışmak. Aktivistlerin ve potansiyel aktivistlerin, kısmi ve bağlantısız kalma eğiliminde olan çeşitli endişelerini tespit edebilecekleri bir sosyal bütünlük haritası çizmeyi amaçlıyorum. Bu şekilde, bu çeşitli kaygıların genel resmin neresinde ve nasıl yer aldığına dair bir fikir vermeyi umuyorum; ayrıca, çatışan sosyal güçler arasındaki mevcut durumu haritalamayı amaçlıyorum. Benim daha büyük amacım pratik: bu güçlerin ve bu endişelerin, krizin özgürleştirici bir çözümü adına en etkili şekilde nasıl harekete geçirilebileceğini netleştirmek.

AA

Tanımladığınız şey, kulağa popülist bir strateji gibi geliyor: toplumun doğası gereği kısmi çıkarlardan veya endişelerden oluştuğu, zorluğun farklı çıkarların tutarlı bir siyasi ajanda birleştirilmesi olduğu fikri. Geçmişte sol popülizm hakkında da olumlu konuştunuz, ancak son olaylar bir hareket olarak onun sınırlı siyasi uygulanabilirliği olduğunu gösteriyor. Bu arada, sağ popülizm daha başarılı olmuşa benziyor.

Nancy Fraser:

Occupy Wall Street’in ardından popülizm hakkında ciddi şekilde düşünmeye başladım. Özünde popülist olan yüzde 99 ve yüzde 1’in söyleminden çok etkilendim. Sınıf analizinin kesinliği ve analitik titizliğinden yoksun olmasına rağmen, hemen anlaşılır ve duygusal olarak güçlü. Bu dilin Amerika Birleşik Devletleri’nde ne kadar çabuk kavranması şaşırtıcıydı. Bunun nedeni kısmen, “milyarder sınıfı” adına “hileli” bir “sistem”den bahseden Bernie Sanders tarafından büyük ölçüde yayılmış olmasıydı. “Hileli” kelimesi inanılmaz derecede güçlü olduğunu kanıtladı; daha sonra onu kendine mal eden ve farklı bir anlam veren Donald Trump’ın gözünden kaçmayan bir nokta.

Her halükarda, popülist dilin ABD siyasi evreninde patlaması oldukça dramatikti. Bu sadece neoliberal hegemonyada büyük bir çatlağın habercisi olmakla kalmadı, aynı zamanda bazı “sol” çevrelerde yaygın olan ve daha sonra kolektif siyasi kategorileri (“kadınlar” gibi) giderek daha küçük, daha ayrı birimlere bölmekle meşgul olan ayrıştırıcı retoriği de kırdı. “Yüzde 99” ile “yüzde 1” söylemi ters yönde, daha büyük bir kollektife doğru gitti. Bu bana kapsamlı bir sol koalisyon inşa etme konusunda ABD’de artan ilgiyi düşündürdü. İnsanların, belki de farkında bile olmadan, sol parçalanmanın üstesinden gelmeye ve birleşik bir cephe kurmaya yardımcı olabilecek, bağlantılara odaklanan bir analiz için hissettikleri açlığı ifade ediyor gibiydi – bunların hepsini olumlu işaretler olarak kabul ettim.

Aynı zamanda, Trump’ın popülist retoriği sahiplenmesi, sol popülizmi sağ popülizmden ayırmayı zorunlu kıldı. Her biri sosyal hiyerarşinin bir haritasını sunuyor, kimin yukarıda kimin aşağıda olduğu, kimin ayağının kimin ensesine bastığı. Ancak iki harita keskin bir şekilde farklıdır. Sol popülizm ikilidir ve toplumu iki gruba ayırır: büyük çoğunluğun sırtından muazzam bir servet biriktiren küçük bir oligarşik elit – bu nedenle, “yüzde 99’u” “yüzde 1”e karşı harekete geçirme projesi. Buna karşılık, sağ popülizmin haritası üçlüdür ve toplumu üç gruba ayırır. En üstte “kan emici” seçkinler, en altta ise “bedavacı” alt sınıf otururken, ortada ise ikisi arasında sıkışıp kalmış ve her ikisi tarafından da avlanan erdemli “insanlar”. Yani sağ popülizm yüzde 1’i hedef alıyor, ama aynı zamanda göçmenleri, beyaz olmayan insanları, azınlıklaştırılmış cinsellikleri vb de. Bu, çok farklı bir toplum tahayyülü ve siyasal proje.

İkinci bir fark, sağ popülizmin düşmanlarını tikelci, asli terimlerle tanımlamasıdır. Örneğin, bazı Trump destekçilerinin dilinde, en üsttekiler “uluslararası Yahudi-pedofil kabalı” iken, alttakiler “Meksikalı tecavüzcüler” veya “tembel siyahlar”dır, her iki uç da kültürel açıdan somut olarak karakterize edilir. Buna karşılık, solcu popülistler, düşmanı sosyal sistemdeki rolü açısından işlevsel olarak tanımlarlar – dolayısıyla “Wall Street” veya “milyarder sınıfı”. “Wall Street”in “Yahudi bankacılar”a dönüşmesi gibi, işlevsel terimlerin kimlik terimlerine kayabileceği elbette doğru. Dolayısıyla, iki popülizm arasında mutlak bir duvar yoktur ve soldakiler, birbirine yaklaşan herhangi bir kaymayı durdurmak için dikkatli olmalıdır. Ama aralarındaki bu fark, tıpkı bir önceki gibi, siyasi ve ahlaki açıdan önemlidir. Ve unutmayalım: sol popülizmin ikili “işlevsel” sosyolojisi, gerçeğe sağın üçlü kimlikçiliğinden çok daha yakındır. Finans, çağdaş kapitalizmde gerçekten büyük çoğunluğu mülksüzleştiriyor, oysa “alt sınıf” gerçekten “halk”ı avlamıyor.

Sıradaki soru, bu şekilde tanımlanan sol popülizmin zaferler kazanan, erişim alanını genişleten, toplumsal eleştirisini derinleştiren ve daha radikal hale gelen bir geçiş formasyonu işlevi görüp göremeyeceğidir. Bir de insanları mücadele sürecinde eğitip eğitemeyeceği, savaştıkları sistemi açıklığa kavuşturup, o sistemin tam olarak nasıl hileli olduğunu açıklayıp anlatamayacağı sorusu var. Tahminimce sol popülizm, sınıf mücadelesine erişilebilir bir giriş noktası sunuyor. “Sistemin” gerçekten nasıl çalıştığına ve onu değiştirmek için gerçekten ne yapılması gerektiğine dair gerçek bir içgörü üretmeyi başarabileceğinden pek emin değilim. Bu son noktalarda Marksistlerin yardımına ihtiyaç duyacaklarını düşünüyorum. Ama göreceğiz.

Şimdi, bunu söyledikten sonra, sol kanat popülizmin bugüne kadarki performansının sağ kanat rakibine karşı etkileyici olmadığı konusunda size tamamen katılıyorum. Elbette sağ popülizm, çok sayıda insanın desteğini kazanma ve sürdürme konusunda daha başarılı olmuştur. Ancak sorunun bir kısmı, neoliberalizmi yerleştirmede veya pekiştirmede görünürde sosyal demokrat ve sosyalist partilerin ve liderlerin birçok ülkede oynadığı utanç verici roldür: Amerika Birleşik Devletleri’nde Bill ve Hillary Clinton, İngiltere’de Tony Blair, Almanya’da Gerhard Schröder. Her iki popülizm de bu bozguna tepki olarak gelişti, ancak sol kanat varyantı, bu partileri terk eden işçi sınıfı tabanını ele geçirmeye çalışsalar bile, kendisini finansallaşmayı getiren “ilerici neoliberallerden” ayırmak için mücadele etti.

Her halükârda, başka bir uygun strateji görmüyorum. Solun, şu anda sağ popülizmi destekleyen işçi sınıfı fraksiyonlarını etkilemesi çok önemli. Ve bu hassas bir operasyon. Bir yandan, bu gruptaki kart sahibi ırkçılara bir karış taviz vermemeliyiz. Öte yandan, işçi sınıfının Trump veya Jair Bolsonaro seçmenlerinin ezici çoğunluğunu oluşturduğunu varsaymamalıyız. Bunu yaparsak oyun biter. Bunun yerine, seçmenlerin önemli bir bölümünün sol popülizm yoluyla Sol için kazanılabileceğini varsayarak başlamalıyız. Ve birçoğunun çok uzun zaman önce Lula ve Barack Obama gibi isimler için oy kullandığını ve ancak hemen sonra, umutları hayal kırıklığına uğradığında sağa kaydıklarını biliyoruz. Sol popülizmin yapabileceği ve yapması gereken, bu insanların meşru şikayetlerini tanımaktır. Aynı anda da arkalarında ne olduğuna dair farklı bir yorum sunarken, kimin tam olarak nasıl hile yaptığını, neden hor görülen bir alt sınıfa odaklanmanın bir çıkmaz sokak olduğunu, eğer işçi sınıfını bölen partileri destekliyorlarsa neden gerçek suçluyu (küresel sermaye ve küresel finans) asla yenecek kadar güçlü olamayacaklarını açıklamalı. Başka bir deyişle, bu noktada en iyi umudumuz, zamanla yeni bir tür sosyalist harekete dönüşebilecek bir sol popülizmdir.

AA

Sınıf mücadelesi, sol popülizmden sosyalist bir harekete geçişteki bu evrime nasıl uyuyor? Bazıları, çoklu antagonizmaları sembolik bir “halk” içinde birleştirme üzerinden yapılan popülist vurgunun sosyalist siyasetle tamamen uyumlu olmadığını iddia edebilir – ya da en azından sosyalist siyasetin işçi sınıfı gücünü “yapısal” olarak anlayan, üretim aşamasından başlayan, işçilerin maddi politik kazançlar elde etmek için üreticiler olarak potansiyellerini kullanabilecekleri bir sosyalist siyaset versiyonuyla.

“Sınır mücadeleleri” olarak adlandırdığınız şey üzerine düşünceleriniz bazı ipuçları içeriyor gibi görünüyor. Genişletilmiş kapitalizm anlayışınız bağlamında sınıf mücadelesinin “sınır mücadeleleri” olarak tanımlanıp algılanabileceği hissine kapılıyorum. Bu adil olur mu?

Nancy Fraser:

En azından geleneksel Marksizm ve ana akım sosyalist ve işçi hareketleri içinde, tarihsel olarak sınıf mücadelelerini dar bir anlamda, yani üretim noktasındaki fabrikalarda ücretli işçilerin sömürüsüyle ortaya çıkan artı değerin oranı ve dağılımı üzerindeki mücadeleler olarak düşünme eğilimi olmuştur. Ve sonra, elbette, bu mücadelelerin fabrika kapılarının ötesine yayılması, siyasi bir boyut geliştirmesi ve daha uzaklarda başka davalar alması gerekiyor. Ama yine de esasen endüstriyel ortamlardaki ücretli emekle ilgili olan bu sınıf mücadelesi imajının, hala çok güçlü bir imaj olarak kaldığını düşünüyorum.

Bu sınıf mücadelesi imajı, birçok insanı Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau’nun “sınıf özcülüğü” dediği şeye karşı çıkmaya yöneltti. Bu tartışmalarda insanlar, kapitalist toplumlarda sınıf mücadelesinin tek tür mücadele olmadığını ve toplumun adil bir vizyonunu oluşturan şey üzerinde tekel sahibi olmadığını savunuyorlar. Sınıf özcülüğünü reddedenler, sosyalistlerin ve Marksistlerin her türlü baskı ve adaletsizliğin isimlendirilmesinde tekellerinin olmadığını söylüyorlar. Ve aslında, kapitalist toplumlar, tarihsel olarak, özgür olmayan ve bağımlı emek ve sınıf mücadelesinin geleneksel olarak tanımlanmış parametrelerine uymayan çeşitli diğer baskı veya tahakküm biçimleri üzerinde muazzam mücadelelerin olduğu alanlar olmuştur. Başka bir deyişle, bir pozisyon şunu söylemektedir: “Sınıf mücadelelerinin çok özel bir anlamı vardır ve bu nedenle, başka anlamlar ifade eden, sınıf dışı mücadeleleri tanımamız gerekir”.

Ancak, başka bir perspektiften, sorunun sınıf mücadelesinin dar tanımlarında olduğu söylenebilir. Konuşmamızın önceki kısmına dönersek, sınıf mücadelelerini farklı bir ışık altında görmemizi sağlayan şey, tartışmakta olduğumuz genişletilmiş kapitalizm kavramıdır. Kapitalizm sadece bir ekonomi olmadığı gibi, sınıf da sadece üretim noktasındaki mücadele değildir. Kapitalizmin, artı değerin sömürülen ücretli emeğin sırtından biriktirildiği çok özelleşmiş yerler için gerekli olan tüm bu arka plan koşullarını kapsadığını anlarsanız, toplumsal yeniden üretimin, sistemin eşit derecede temel bir bileşeni olduğunu da kavrayabilirsiniz. Aynı şeyi doğa, kamu malları, düzenleyici kapasiteler ve politik olarak düşündüğümüz yasalar için de söylerseniz, o zaman bu şeyler için verilen mücadeleler aynı zamanda anti-kapitalist mücadeleler veya en azından kapitalist bir sistemin temel bileşenleri üzerindeki mücadeleler olabilir. Doğru şekilde büküldüklerinde – ve her zaman değil, unutmayın – aynı zamanda sınıf mücadelesi olarak da anlaşılabilirler.

Toplumsal yeniden üretim üzerindeki mücadeleler aslında tarihsel olarak sınıf mücadelesinin bir parçası olmuştur. Emek hareketinin bir aile ücretine yönelik güçlü talebinin arkasında yatan şey budur. Bu talep, hem istihdam koşulları üzerinde gerçek bir mücadele hem de toplumsal yeniden üretim ve ev yaşamı koşulları üzerinde bir mücadeleydi. Bunun, işçi sınıfının hiçbir zaman aile ücreti almaya uygun görülmemiş kesimleri ve kadınlar için her zaman harika olmayan bir çözüm olduğu ortaya çıktı. Ancak sınıf mücadelesi hakkında nasıl konuştuğumuza bağlı olarak, işlerin çok hızlı bir şekilde karmaşıklaşabileceğini görebilirsiniz.

Dolayısıyla bir anlamda en iyi çözüm, sınıf ve sınıf mücadelesini daha kapsamlı bir şekilde yeniden tanımlamaktır. Ama aynı zamanda, farklı bir sınıf mücadelesi anlayışı olduğunu söylemenin ne anlama geldiğini ayırt etmek için oldukça dikkatli olmamız gerekiyor. Bunu aklımdaki özel bir endişeyle söylüyorum: Karşı karşıya gelinmesi ve dağıtılması gereken çok büyük, yerleşik güçlere karşı almamız gereken geniş ittifak türlerini teşvik etmenin en iyi yollarını bulmak.

Görünüşte farklı olan bu mücadelelerin hepsinin sınıf mücadelesi olduğunu söylemek, ilk bakışta birçok yeni kapı açıyor gibi görünüyor: Hepimiz bu işin içindeyiz ve hepimizin düşmanı aynı. Ancak bu yolu izler ve genişletilmiş bir kapitalizm görüşünü – ve dolayısıyla sınıf mücadelesi ve anti-kapitalist mücadeleye ilişkin genişletilmiş bir görüşü – benimsersek, o zaman bu tür mücadelelerin hemen uyumlu hale gelemediği noktalara dikkat etme sorumluluğu bize düşer. Bu, politik faaliyetlerin işidir ve gerçekten de zor bir iştir. Bu bizi sol popülizm fikrine geri götürüyor: Bu mücadelelerin nasıl bir araya geldiğini ve onları oluşturmanın belirli yollarının nasıl farklı bir yaklaşımla önlenebilecek gereksiz sıfır toplamlı oyunlar yaratma eğiliminde olduğunu gösteren bir harita oluşturmalısınız.

Sınır mücadelelerini açıklarken bazen Karl Polanyi’nin bakış açısını sunuyorum. Polanyi, terimi kullanmadan, kendi kendini düzenleyen piyasa dediği şey – sadece ekonomi diyebiliriz – ve toplum arasındaki sınır mücadelelerine gerçekten odaklanmıştı. Bu yaklaşımın ilgi çekici ve verimli yanı, savaşın sadece artı değerin nasıl dağıtılacağı konusunda olmadığı, hayatın dilini belirleyecek olan şeyler hakkında olduğu fikridir. Belirli bir toplulukta sermayenin serbest olup olmayacağı konusuyla ilgilidir.

Bu, toplumda gerçekte kimlerin hayatın dilini şekillendirme gücüne sahip olduğu konusunda derin soruları gündeme getiriyor. Kapitalist toplumlarda, siyasi gündemden gizlice çıkarılıp bizim arkamızdan fark ettirilmeden sermayeye ve sermaye biriktirmekle görevlendirilenlere devredilen sorular bunlardır. Sınır mücadeleleri hakkında konuşmak, dağıtım sorularının ötesine geçmeye çalışmak ve sosyal hayatın dilinin nasıl organize edildiği sorusuna ulaşmak demektir. Sınır mücadeleleri, toplum ve doğa, ücretli çalışma ve topluluklara ve akrabalık ilişkilerine katılmaya dahil olan diğer faaliyetler arasındaki çizgiyi nerede çizdiğimizle ilgili gerçek, temel bir sorun olduğunu söylüyor. Bu sorular şu şekildedir: Piyasaların faaliyet gösterebileceği meşru sınırlar nelerdir? Alınıp satılabilen meşru şeyler nelerdir? Bence sınır mücadelelerini tartışmanın amacı, bu şeylerin kapitalist toplumlarda her zaman tartışmaya açık olmuş olduğunu söylemektir. Bu, sınıf mücadelelerine bir alternatif olduklarından değil, sınıf mücadelelerinin bazen sınır mücadeleleri biçimini almasından dolayıdır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu