İki Mahallenin Talihsizliği Arasında Sıkışmış Bir Aydına Dair: Bahriye Üçok – Nil Hanedan
Hikâye hep aynı, aktörler değişiyor, mahallelerin eşyaları değişiyor, yürüdükleri sokak değişiyor fakat hikâye hep aynı. Bu aynılığın zihinsel ruhuna işkence ettiği üç beş insan var ülkede, senaryonun da aktörlerin de ne kadar farkındaysa o kadar acı çekiyor.
Ülkemizde, onarılmaz bir kutuplaşmanın payına düşen yıllarını yaşıyor her nesil. Bir önceki nesli değerlendirirken oluşturduğumuz kategorilerin üstüne koyabildiğimiz tek şey kutupları kendi içinde ayrıştırmak yahut evrenselliğin bize kattığı yeni kelimelerle fraksiyonların adını değiştirmek olabiliyor sadece. Hikâye hep aynı, aktörler değişiyor, mahallelerin eşyaları değişiyor, yürüdükleri sokak değişiyor fakat hikâye hep aynı. Bu aynılığın zihinsel ruhuna işkence ettiği üç beş insan var ülkede, senaryonun da aktörlerin de ne kadar farkındaysa o kadar acı çekiyor. Bir şeyleri nasıl dönüştüremeyeceğini, her defasında tarihte okuyarak öğrendiği gençliğini alıp kamudaki onarılmaz kutuplaşmanın sancılı tecrübelerinden yapılma bir yetişkinliğe götürüyor. Büyütüyor, yekindiriyor kendini fakat merhametinin ve bir şeyleri değiştirebileceğine dair olan heyecanının şiddetine rağmen isyandan yapılma bir insanı yaşatıyor şehirde. Bu kesinlikle arzulanan bir durum değil, ülkenin politik ruhunun icbar ettiği bir kabullenmedir. Biraz ahlaklıysa bu kabullenişe olan isyan ateşini söndüremiyor. Matrix’in kırmızı hapı gibi bir hikâye bu, o üç beş insan maalesef ne kadar yorulsa da mavi hapa tenezzül edemiyor. Zira mavi hap, insanın potansiyelini sönümleyen, içinde yaşadığı simülasyonun yegâne gerçeklik olduğunu zannına sürükleyen Tanrı’nın en ahlaksız silahıdır.
Anlamsız bir giriş gibi gelebilir size, Bahriye Üçok ile ne alakası var diyebilirsiniz. Şayet böyle düşünmüşseniz o üç beş insandan değilsiniz ve ben her ne yazarsam yazayım anlatmak istediğim yere gelmeyeceksiniz. Olsun, tarih aydınların cehennemidir, biliyoruz bunu milyon tane trajik vakıa bize bunu cebren ve hile ile kabul ettirdi. Dediğim gibi bu kabulleniş bir vazgeçiş değil, mücadelenin başladığı yerdir. Kabul ediyoruz fakat değişebileceğine dair sezinlediğimiz o ihtimali oldururken ölmek istiyoruz. Bahriye Üçok gibi! Bu yazı bir Bahriye Üçok güzellemesi değil, hatta kişiselleştirmeden okumanızı ve Bahriye Hanım’ın yerine zihninizde aynı trajediye maruz kalmış sayısız aydından birini koymanızı öneririm. Bunu yapmanız bize bu hikâyenin aynılığını yine ve yeniden gösterecektir.
Ben kelimenin tam anlamıyla iki mahallenin ortasından yazıyorum. Geceden kalma bir ilahiyatçıyım. Ülkenin yıllarına mâl olmuş ve belli ki mâl olmaya devam edecek bir başörtü krizinin hayatını şekillendirdiği bir kadınım. İdeolojik bir habitusa sahip olmamam ailemin bana verdiği en büyük kazanım oldu. Bu sayede her nerede ne yapıyorsam yapayım evrensel bir zihin dünyasıyla yaklaşabildim toplumun ardı arkası kesilmeyen politik travmalarına. Son zamanlarda o travmalardan biri tetiklendi; mütedeyyin kamunun toksik başörtü travması ve kamusallığı idrak etmiş, bir şekilde içinde olduğu toplumu aydınlığa çekmeye çalışırken kitap kargosu paketi içerisine konulmuş bir bombalı düzenek ile öldürülen Bahriye Üçok. Yeniden nükseden bu travmayı masaya yatırmak için yazıyorum.
Bahriye Üçok’un ilk gündeme gelişi münevver bir kadın portresiyle “Türkiye’nin ilk kadın ilahiyat akademisyeni” şeklindeydi. Her şey oldukça nötr ifade edilmiş, toplumsal travmaları barındırmayan bir sunumla kamuya aktarılmıştı. Bu sunumda olsa olsa Türkiye’nin modernleşmeye koşar adım gittiği yılların özlemini bulabilirdiniz en fazla. Dibe çökmekte olan ve her bakımdan yıprandığımız bu yıllarda, geçmişin o esintisine özlem duymak bile ülkenin politik travmalarını perseküte edebiliyor. Özlemek gibi masum bir duygu bile toplumumuzun sinir uçlarını ağrıtıyor. Ne kadar masum ve insani olsa bile herhangi bir duyguda o kadar kolektif bir anlam yahut anlayış potasında bulunamıyoruz ki gündelik kutuplaşmalarımızı katmerlemekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Olaya dönecek olursak Bahriye Üçok’a dair mezkûr paylaşımda duyulan özlem, mütedeyyin kamunun bir kompleksini tetikledi; başörtü krizi. Kompleks deyişim mütedeyyin kamunun talep ettiği ve arzulayarak oldurduğu bir şey değil, tarihimiz bu kompleksi kanata kanata, bugün hâlâ aktörlerinin hayatta olduğu onarılmaz travmalar bırakarak oldurdu. Kamusal akışı ideolojik bir şekilde mobilize eden dönemin politik motivasyonu, bugün her geçen gün sönümlenmeyeceğine dair kaygımızın arttığı başörtü krizini bizlere ve geleceğimize yük olarak bıraktı. Bu travma bu defa da Bahriye Üçok ile ilgili Twitter’daki bir paylaşımda karşımıza çıktı işte. Bahriye Üçok anması için yapılan paylaşım bir anda Üçok’un başörtüyle girmesi yönetmeliğe aykırı olduğu için derse almadığı Hatice Babacan üzerinden yine ve yeniden başörtü krizi tartışmasına getirdi bizleri. Bu artık alışık olduğumuz bir durumdu. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun “28 Şubat bin yıl sürecek” cümlesini kanıksamamıza rağmen bu defa farklı olan neydi de bu denli sarsıcı oldu?
Yazının bundan sonraki kısmında “DEVAlılar” şeklinde ifade ettiğim güruha dair bir ekleme yapalım; Bahriye Üçok tweetine tepki gösteren kullanıcılardan bazıları DEVA Partisi’ne yakın paylaşımlarda bulunduğu için ilgili siyasi yapılanmadan oldukları yönünde bir kanaatle bu yazı kaleme alındı. Elbette tüm DEVA Partilileri dâhil etmiyoruz. Olay zaten DEVA Partisi’ne ve ilgili olaya indirgenmemesi gereken toplumsal bir travma. Patolojik tarihi olgumuzun kendini yeniden afişe ettiği olaylardan sadece biri, DEVA da bu hikâyedeki aktörlerden sadece biri oldu.
Krizin nüksetmesinin başını çeken güruh DEVAlılar oldu. AKP’nin mütedeyyin kamudaki toksik politik kalıntılarından bıkkınlığını ve kuşatıcı müzakere dilinden uzaklaşmasını sebep göstererek başlayan karşı mahalleye açık bir siyaset diline sahip olacağını iddia eden DEVAlılar. İşbu başörtü krizi buradan nüksedince DEVA’nın da ülkenin bu politik travmasından çok da uzakta olmadığı, vereceği siyasi kararların bagajında bu duygusal anominin etkisini görmüş olduk. DEVAlılar, Hatice Babacan’ın Üçok tarafından derse alınmadığı olay üzerine oldukça yüksek bir öfkeyle tepki gösterdiler. Bu tepkinin gösterilmesi kim ne derse desin duygusal bir hezeyandır. Ali Babacan’ın Türk siyasetinde kendisi için öngördüğü politik mevzilenmeyi baltalayan stratejik bir hatadır. İlgili olayın ardından Bahriye Üçok’un İslamcı örgütler tarafından hunharca katledilmesini göz ardı edip yumuşak karınları olan başörtüsünde mevzilenerek konuşmaları, insanlık onur ve haysiyetine karşı takınılmış bir acımasızlıktır. Hangi kamusal eylemin bedeli bu katli hak edebilir? Modernleşme dönemindeki Türkiye’de yaşamış, kamunun aktif katılımcısı olan Üçok dinle kurduğu ilişkiyi kamusal hukuk ekseninde revize etmiş bir teologtur. Fıkhın kadını konumladığı yerde durmayıp şehre ve sokağa inen, çalışmaya ve kendini yetiştirmeye başlayan her kadın bilir ki kamusallık dinle kurulan ilişkiyi kaçınılmaz bir şekilde dönüştürür. Birileri bu dönüşümün kamusal temsilini kuşanarak bedelini öder kimileri kendi bireysel hayatında pasif agresif krizler yaşar. Üçok bu bedeli ödemek pahasına kamuda din bilimcisi olarak bulunmaya cesaret etmiş bir kadındı. Dönemin kamusal hukuk beklentisi başörtüsünü üniversitelere almıyordu, bu kararı belirleyen şey tek tek isimler değil topyekün dönemin siyasi karakteriydi. Bu dönemsel karakterin bedelini tek tek isimlere ödetmek rasyonel bir refleksten çok uzak duygusal bir tavırdır. Olguyu ve onu inşa eden nedenselliği görmeyip, bu nedenselliğin çözümüne dair ajanda oluşturmayıp kişiselleştiren ve olaylar üzerinden politik travmalarını tetikleyen bir siyaset dili nasıl yeni bir politik duruş iddiasında bulunabilir? DEVA, bu olayla Türkiye’nin toplumsal krizlerine dair olgusal çözümler getiremeyecek duygusal kırılganlığını afişe etmiş oldu.
Neden bu kadar rijit değerlendirdiğimi açıklamak istiyorum. Bunun için sıcak olayı detaylandıralım; üniversitelere başörtüsüyle girilmiyor, bunun üzerinden yıllar geçiyor, Hatice Babacan gelip “ben dinimi öğrenmek için geldiğim fakültede dinimin bir gereğini yerine getirmekten feragat etmek istemiyorum” diyerek oldukça haklı bir taleple üniversiteye örtüsüyle girmek istiyor. Yönetmelikte ise hukuken bunun önü oldukça sert bir şekilde kapalı, Üçok da bunun mümkün olmadığını söylüyor. Olaya dair bazı rivayetlerde Üçok’un Babacan’a tokat attığı söyleniyor ancak Akit bile bu olayı aktarırken bu bilgiye yer vermediğine göre dezenformasyon olması kuvvetle muhtemel. Buna rağmen velev ki tokat attı. Bu senaryoyu kabul ederek devam edelim. Olaydan sonra aralarından AKP’nin kurmayları olan isimlerin de bulunduğu başörtü eylemleri yükseliyor. Örgütlü bir karşı duruşla insanlar kamuda inanç ve değerleriyle var olma hakkını talep ediyor. Akut gündem bu yönde olunca bir televizyon programı Bahriye Üçok’u davet ediyor, Üçok da o programda başörtü ve orucun İslam dininde zorunlu olmadığı yönünde bir te’vilde bulunuyor. 14 asırlık İslam tarihi boyunca ileri sürülen milyon tane görüşten sadece biri… Programdan sonra Bahriye Üçok’un evine bir kitap yollanıyor, Üçok kargoyu alıp kitabı açıyor ve ağır yaralanıyor. Sonra kaldırıldığı hastanede hayatını kaybediyor. İçine patlayıcı yerleştirilmek suretiyle gönderilen kitap Bahriye Üçok’un patlayarak ölmesine sebep oluyor. Faili meçhul sayısız 90’lar dosyasından sadece biri. Yıllar sonra dava dosyası yeniden açılıyor, failler Hizbullah ve Humeynicilerin tortularından kazınarak bulunmaya çalışılıyor. Nihayetinde İrancı bir tanrı(!) tarafından Üçok’un infazına hükmedildiği öğreniliyor. O dava dosyasında adı geçen Humeynicilerden birini tanıdığımı yıllar sonra talihsiz bir şekilde öğrendim. Bugün onun ve ailesinin yaşadığı seküler hayatı görüp Üçok’un dinle alakalı söylediği ve insanlık onuruna asla yakışmayıp infazına sebep olan cümlesi arasında yine ve yeniden kahroluyorum. Şehre yeni geldiğin için dini değerlerinle olan radikal bağın yüzünden dahil olduğun bir örgüt, şehre senden önce geldiği için kamusallığın dinamikleri doğrultusunda evrilen bir aydının hayatına mâl oldu. Aradan 20 yıl geçti, eşin ve sen Bahriye Üçok’un dinle alakalı yaptığı o yorumların çok daha aşırısını yapacak kadar sekülerleştiniz. Hayat çok garip, kim niçin ölüyor? Esas mevzu nedir, bu kutuplaşmayı her dönem neden ve niçin tetikliyoruz? Burada besbelli bir zaman kayması var; birileri bazı şeyleri şehrin ve kamunun erken katılımcısı olarak daha erken yaşıyor geri kalan da bu yaşanılanla düştüğü egosantrik derde isyan ediyor. Olayın nüksetmesinin bende yarattığı duygusal kırgınlıkla otururken, dava dosyasında adı geçen şahıs ve ailesinin Paris’te mutlulukla yudumladıkları şarap storysini izledim. Tam da bu yüzden iki mahallenin ortasında, aidiyetsizliğin kucağındayım. Geçmişte yaşanan travmayı bir kenara bırakıp ailenin seyrettiğim dönüşümüne sevinmek ve Üçok şahsında maruz kaldığım potansiyel sonun yarattığı korkunun ortasındayım. Birileri anlıyor, birileri bu travmaların üzerine sünger çekiyor ve “hayır bin yıl sürmeyecek” diyerek bir müzakere dili tutmaya çalışıyor, galiba başaracağız dediğim yerde DEVAlıların bu çıkışıyla yine ve yeniden umutlarımız baltalanıyor.
Bir ara mecliste geçen aşırı absürt bir tasarıyı araştırıyordum, “hangi akıl bu yasayı geçirir” diye şaşkınlıkla vekillerin demeçlerini okumuştum. Orada bir vekil 28 Şubat’ı ve başörtüsü krizinin onlarda bıraktığı kırgınlığı argüman olarak dile getirmişti. Bu o kadar büyük bir duygusal kriz ki üzerine rasyoyu çıkaramıyorsun. Bu duygusal travmayla kimliklenen hiçbir oluşumun rasyonel bir siyaset iddiasında bulunması güven ve umut vermiyor. DEVA ve Babacan adına oldukça talihsiz bir olay yaşandı. Bir kere daha mütedeyyin kamudan aranılan müzakereci bir siyasi dilin henüz çıkamadığıyla yüzleştik. Belli ki o travmanın aktörleri hayattayken bu pek mümkün gözükmüyor. Sonrasında mümkün olacak mı? Bilemiyorum. Bildiğim tek şey biz kırmızı hapı aldığı için tüm bu travmatik olayların farkındalığını ağrıttığı üç beş insan olarak ölüp gideceğiz.