Emek, Dijitalleşme ve GelecekToplum ve Siyaset

Türkiye’nin Eğitim Çıkmazı – Kerem Yalçın

Rekabete dayalı eğitim, kısa vadede ucuz olmak dışında ülkemize herhangi bir şey kazandırmıyor. Aksine öğrencilerin gelişimlerine zarar veriyor ve muhtemelen toplum ve akranları ile aralarındaki güvensizliği pekiştiriyor.

Türkiye’deki eğitim sorunu, iç içe geçmiş birçok çıkmazın oluşturduğu bir büyük bir karmaşa olarak karşımızda duruyor. Fırsat eşitsizliğinden eğitimden dışlanan öğrencilere, ideolojik eğitimden işlevsiz müfredata kadar on yıllardır süren ve gözle görülür hiçbir ilerleme kaydedilemeyen ve gittikçe de bozulan bir düzen var. Tüm bu karmaşıklığın altında ise merkezci ve yukarıdan aşağıda yönetimde ısrarcılık yatıyor. Bu ısrar da eğitimle ilgili verilen kararlardan etkilenmeyecek kişilerin karar verici olduğu ve böylece tutarlı bir şekilde yanlış kararların alındığı bir statüko yaratıyor. Sonuç olarak kimseye gerçek anlamda bir yarar sunmayan, başarı potansiyeli olan bireylerin ileriye taşınmadığı bir eğitim düzeni karşımıza çıkıyor.

Sorun tanımı

Türkiye, önemli bir uluslararası eğitim başarısı değerlendirme araştırması olan PISA’ya göre birçok konuda ortalamanın çok altında başarı sergiliyor. Ancak eğitimdeki başarısızlığımızı gözlemlemek için PISA gibi nicel değerlendirmelere gereksinim duymuyoruz, sürece katılan herkesin gösterdiği hoşnutsuzluk gerçekleri ortaya koymada yeterli. Diğer yandan Türkiye’nin eğitimdeki başarısızlığı, yapılamayan hesaplamaların veya başarısız planlamaların bir sonucu değil, statükoyu koruyabilmek için göze alınmış bir kayıptır. Bu kayıp, özellikle 1980’lerden beri yöneticilerin ödemekten çekinmediği ya da ödemek zorunda hissettiği bir bedeldir.

Söz konusu statüko, içinde bulunduğumuz siyasi düzenin eğitime yansımasıdır. Yüz yaşına yaklaşan ulus-devlet politikaları, ulusal bütünlük yaratacağı ve toplumsal gücü merkezileştireceği düşüncesiyle her alanda yukarıdan aşağıda yönetimin benimsenmesine yol açtı. Eğitimde yukarıdan aşağıya yönetim, köy enstitülerinin tarihine olan etkisinden bugün üniversitelerin elinden alınmaya çalışılan özerkliğe kadar sürekliliğini korumuş bir olgudur. Farklı yönetimlerin merkezde toplanmış eğitim otoritesiyle ne yapılacağına yönelik farklı düşünceleri olmuştur, ancak eğitimin öğrencilere yarar sağlamada yetersiz olduğu gerçeği değişmemiştir.

Söz konusu siyasi kaygılar, eğitim reformlarını yapısal iyileştirme üzerine yoğunlaştırmıştır. Eğitim düzeni, birbirine bağlı çalışan çarklara benzetilebilir ve yapısalcı yaklaşıma göre bu çarklar ne kadar sağlam olursa, düzen o kadar verimli çalışır. İyi öğretmenler, çalışkan öğrenciler, sınıflara entegre edilen yeni aygıtların eğitimi iyileştireceği düşünülür. Ancak çarklar ne kadar sağlam olursa olsun bizim düzenimiz çalışmamakta, çünkü işlevsel bir kusur var. Çarkların ne kadar sağlam olduğundan önce nasıl birbirine bağlandığı düşünülmelidir; boşa dönen çok sağlam çarklar, düzeneği çalıştırmaya yetmeyecektir. Öğretmenlere hangi becerileri kazandırdığımızın, öğrencilerin hangi motivasyonla neye emek vereceğinin, alınan aygıtların hangi pedagojik kurama göre nasıl bir amaca yönelik kullanılacağının Türk eğitim sisteminde bilimsel bir temele oturtulabilir bir yanıtı yoktur.

Kurduğumuz düzende boşa dönen çarkların sayısı oldukça fazla. Bunun nedeni düzenin nasıl kurulacağının düzenin içinde olmayan yetkililer tarafından belirlenmesi ve kararların birebir uygulanmasının beklenmesidir. Yukarıdan aşağıda hizmet ve destek değil, emir ve beklenti yağmaktadır. Ancak eğitim bir hizmettir ve bu biçimde yönetilemez. Birçok konuda olduğu gibi eğitimde de kurumların özerkleşmesine, yerel yönetimlerin güçlendirilmesine, liyakate yönelik görevlendirmelere, kısacası aşağıdan yukarıya işlevsel bir düzenin kurulmasına gereksinim duyulmaktadır.

Merkezi yönetim ve ideolojik eğitim

Eğitimin ilk 12 yılının zorunlu olması, çocukların eğitim haklarına ulaşabilmesinin karşısındaki çevresel engellere karşı atılan bir adımdır. Dolayısıyla eğitimin çocuklara sunulan bir hizmet olduğu varsayımı eğitim düzenimizin temelinde yer alır. Ancak günümüzde eğitim çocuklara sunulan bir hizmetten çok askerliğe benziyor. Öğrencilerin, ailelerinin ve öğretmenlerin gereksinimlerinden çok onlara yönelik beklentiler eğitimle ilgili tartışmaların temelini ve yöneticilerin gündemlerini oluşturmakta.

Bu biçimdeki bir düzen ideolojik eğitimin ve toplum için birey yaklaşımının temelini oluşturur. İdeolojik eğitim, kendisinden yarar görmeyen aileler ve öğretmenler tarafından bile Türkiye’nin tarihindeki laik bir ulus-devlet oluşturma gereksinimi açısından gerekliliği üzerinden savunulmaktadır. Öğrencilere doğru ideoloji öğretildiği sürece ideolojik eğitimle ilgili bir sorun olmadığına yönelik yaygın bir kanıya tanık olmaktayız. Değişen iktidarların eğitime egemen ideolojiyi değiştirmesi, her dönem o dönemin muhalifleri tarafından eğitimin temel sorunu olarak görülür. Asıl sorulması gereken soru, neden eğitimle ilgili kararları eğitimle ilgili uzmanlar ve eğitimden yararlanacak bireyler dışındaki aktörlerin verdiğidir.

İdeolojik eğitimle ilgili temel sorun pedagojik bir konunun siyasi bir konuya dönüştürülmesidir. İdeolojik eğitimin beklentilerini karşılayabilmek, bu beklentiler ne kadar iyi veya kötü amaçlı olursa olsun, pedagojik olarak olanaksızdır. İdeolojik eğitim, çocuk aklının boş bir levha gibi olduğunu ve dilenen bilgi, duygu ve önceliklerle doldurulabileceğini varsayar. Gerçekte ise ideolojik eğitim en iyi ihtimalle birey ile toplum ve yaygın ideoloji arasında gergin ve kuşkucu bir ilişki yaratır. Okullar, toplumsal ideolojilerin yeniden üretilmesi için uygun ortamlar değiller ve bu denense bile öğrencilerin çoğu için içselleştirilmiş bir toplum baskısı yaratmaktan ileriye gidilemez. Eğitim düzenimizin başarılı olabilmesi için öğrencileri toplumsal beklentilerin altında ezip güçsüzleştirmekten vazgeçmemiz gerekiyor. Bireylerin toplumlarına olan bağlılığı, sağlıklı bir biçimde inşa edilen birey-toplum ilişkisi ile sağlanabilir, nesnel bir bilgi gibi öğretilemez. Başarılı toplumlar toplumun ve egemen ideolojinin kendisine yönelik baskısına karşı uysal kalan yurttaşlardan değil, özgüveni ve özsaygısı yüksek, yaşadığı toplumda kabul gördüğünü bilen güçlü ve özgür bireylerden oluşur.

Eğitimle ilgili mutlak karar alma yetkisinin olduğu kamu organları ve katı yönergelerin olduğu müfredatlarla iyi bir eğitim düzeni oluşturmak olanaksızdır. Kamu organları ile okullar arasında tarafsız, yurttaki ideolojik değişimlerden etkilenmeyecek ve eğitimle ilgili uzmanların önderliğinde çalışan kurumlar ve sivil toplum örgütleri bulunmalıdır. Eğitimle ilgili kararlar, bu kararlardan etkilenmeyecek kamu çalışanları tarafından değil; aile, öğrenci ve öğretmenlerin gereksinimlerinin güdümünde, uzman birey ve kurumlar tarafından verilmelidir. Niteliksiz yöneticilerin başarısız yönetiminden etkilenmeyecek bir paydaşlar arası etkileşim düzeni oluşturulmalıdır. Tek tip müfredatlardan vazgeçilmeli, bunun yerine paydaşların gereksinimlerine yönelik beklentilerin vurgulandığı esnek müfredatlar belirlenmelidir, eğitimle ilgili kişisel ve bölgesel değişiklik gösteren gereksinimlere saygı duyulmalıdır. Kamunun görevi eğitimi yönetmek değil, tüm paydaşların iyi bir eğitim düzeni oluşturmak için gereksinim duyduğu kaynaklara ulaşabildiğinden emin olmak olmalıdır.

Rekabetçi eğitim

Türkiye’de kesimler arası güvensizlik, dayanışmaya yönelik isteksizlik, zayıf toplumsal uyum ve tüm bunların sonuçları sık sık gündemimizde yer ediniyor. Ülkemizdeki varoluşsal korkulardan beslenen rekabetçi bakış açısı Türkiye’de eğitim düzeninin de temelini oluşturuyor ve rekabete dayalı bir düzenin başarılı olanların ayrıcalıklarını artırıp toplumsal fayda sağlayacağı düşüncesiyle savunuluyor. Varoluşsal kaygılarının olmadığı bağlamlarda yenilikçi adımlarla rekabetin kızıştırılmasından toplumun yarar görmesi beklenebilir. Ancak başarılı öğrencilere en çok ayrıcalığın sunulup başarısız görülenlerin düzenin dışına atılması, öğrenciler ve aileler için eğitim bağlamında varoluşsal bir kaygıdır. Dayanışmanın toplumları hızla öne taşıdığı bir dönemde, öğrencilere kişisel başarılarının ve ne kadar insanı geride bıraktıklarının, onların tek gerçek niteliği olduğunu öğretmekten nasıl bir toplumsal yarar görülebileceğini, bu durumun nasıl toplum içi çekişme ve kutuplaşmayı pekiştirmeyeceğini anlamak güç.

Öğrenci başarısını ölçmek için kullandığımız sınavlar genellikle çoktan seçmeli sorulardan oluşuyor ve öğrencilerin başarıları sayısal olarak hesaplanabiliyor. Böylece tek puana indirgenebilmiş başarı sonuçları, hangi öğrenci için ne kadar kaynak ayrılacağını belirlemede kullanılabiliyor. Eğitim yönetimi açısından bu yöntem çok pratik gözükse de eğitim başarısı için bu durum büyük bir yıkım. Pedagojik olarak bakıldığında öğrenci niteliğini hesaplamakta kullandığımız yöntemler, bir kamyonun kütlesini kantar pahalı olduğu için cetvelle ölçmeye çalışmaya benziyor; ölçtüğümüzü düşündüğümüz değeri ölçmüyoruz ve kullandığımız araçlar da istediğimiz değeri ölçmek için uygun değil. Kullandığımız başarı ölçümlerinde başarılı olmak için öğrencilerin gereksinim duyacağı beceriler, yükseköğrenim ve daha sonrasında başarılı olmak için gereksinim duyacakları becerilerle örtüşmüyor.

Kullandığımız niteliksiz başarı ölçüm araçları, öğrencileri kendilerini geliştirmeye ve meraklarını canlı tutmaya değil, hiçbir şeye hizmet etmeyen bir rekabete yönlendiriyor. Aksine ilgi duyan öğrencilerin yapabilecekleri takdir görmüyor, çünkü gerçekten değer üretebilecek beceriler, uyguladığımız sınavlarla ölçülemiyor. Sınav başarısını yükseltmek için de öğrencilerin yükseköğretim ve sonrasında gereksinim duyacakları becerileri geliştirmekten kaçınıp sınav performansına odaklanmaları gerekiyor, çünkü yüksek sınav performansı gösteremedikleri koşulda eğitimin dışına itiliyorlar ve yükseköğrenimde iyi bir yer edinmeleri zorlaşıyor. Hem sınav performansı hem de akademik becerileri öğrencilere kazandırabilen az sayıdaki olağanüstü okuldan mezun olmayan hemen her öğrenci ise yükseköğretime ulaştıklarında kendilerini en temel birtakım eğitim kazanımlarından yoksun buluyorlar.

Rekabete dayalı eğitim, kısa vadede ucuz olmak dışında ülkemize herhangi bir şey kazandırmıyor. Aksine öğrencilerin gelişimlerine zarar veriyor ve muhtemelen toplum ve akranları ile aralarındaki güvensizliği pekiştiriyor. Öğrencilerin kazanımlarını değerlendirmenin birçok yolu var ancak çoktan seçmeli sorulardan oluşan nicel değerlendirmeler bunlardan biri değil. Öncelikle müfredatların içeriklerinin öğrencilerin gereksinimlerini iyi tanıyan uzmanlar tarafından oluşturulması gerekiyor. Öğrencilere mutlak değer atayan ölçümler yerine çoklu zekâ ve beceri kuramlarını benimseyen, başarının farklı biçimlerini tanıyan ve değer üretmeye yönelik becerilerin kazandırıldığı eğitim modellerine gereksinim duyuyoruz.

Tüm bunlar için eğitim düzenimizin sınav puanı artırmak, okulları ve öğrencileri sıkı bir denetime sokmak ve öğrencilere giderek artan bir başarı kaygısı yüklemekten vazgeçmesi gerekiyor. Dayanışmanın ödüllendirildiği, başarı ölçümlerinin varoluşsal kaygılar yaratmadığı, başarısı geride kalan okul, öğretmen ve öğrencilerin sistemin dışına itilmek yerine daha fazla kaynağa sürdürülebilir olarak ulaşabildiği bir düzen kurulmalıdır. Tüm bunlar için iyi uygulama örneklerinin bulunduğu Finlandiya gibi toplumlar bulunuyor. Eğitimi rekabetçi bir iş sektörü olarak görmek yerine kimsenin geride bırakılmadığı ve kişilerle kurumlar arası dayanışmanın önem taşıdığı sosyal bir hizmet olarak yürütmenin, bu toplumların eğitim başarısının temel kaynağı olduğunu görüyoruz.

Yükseköğretime giriş

Türkiye’nin eğitimle ilgili sorunlar genellikle üniversiteye yerleşme konusunda dar bir boğaza giriyor. Öğrenciler ve ailelerinin büyük bir gelecek kaygısı var ve iyi bir yükseköğretimden geçmek bu kaygıyla baş edebilmek için önemli. Ancak her yıl katlanarak artan sayıda öğrenci, hızla azalan sayıdaki iyi üniversiteye yerleşmeye çalışıyor. Öğrencilerin başarılarını, yeterliliklerini ve onlara özgün diğer özelliklerini değerlendirerek onları üniversitelere yerleştirmek, çok sayıda öğrenci az sayıda üniversiteye başvuracağından olanaksızdır. Üniversite sınavlarındaki başarı yükseköğrenim becerileriyle ilgili olmasa da bu seçimi yapmak için oldukça nesnel ve uygulanabilir bir yöntem. Ancak bu yöntemin bedeli, üniversite sınavı başarısı dışındaki bütün eğitimsel kazanımları değersizleştiriyor olmasıdır.

Ülkemizde gelecek kaygısı olduğu sürece iyi bir eğitim reformu gerçekleştirebilmek olanaksız, çünkü ne yapılırsa yapılsın üniversite sınavları en büyük öncelik olacaktır. İyi bir eğitim reformu için öncelikle bu soruna bir çözüm bulunması gerekir. Atılacak ilk adım, üniversitelerin özerkliğini güvenceye almak, yükseköğretim üzerindeki kamu etkisini ortadan kaldırmaktır, çünkü bu etkinin yükseköğretim niteliğinin hızla düşmesindeki temel neden olduğu bilinmektedir. Kurumların bağımsızlaşması sonucunda nitelikli eğitim veren yükseköğretim kurumlarının sayısı artacaktır ve az sayıda üniversiteye yığılma sorunu zamanla baş edilebilir bir boyuta gelecektir. Böylece yükseköğretime geçiş için çoktan seçmeli sorulara dayanan indirgemeci sınavlara muhtaç olmayız ve üniversiteler adaylarını seçerken kendi yöntemlerini uygulayabilirler. Bu da ilk ve ortaöğretim için bireysel becerilerin ve gereksinimlerin vurgulandığı bir eğitim düzeni oluşturmamızın önünü açmış olur.

Sonuç

Türkiye’de eğitim konusunda hiçbir iyileştirme yapılamamasının altında merkezci yönetim, tek tip ve ideolojik eğitim modeli, rekabeti vurgulayan denetimci yaklaşım, performansın gereksinimlerin üzerinde tutulması, başarılı paydaşlara daha fazla kaynak ve öncelik tanınması ve yükseköğretim kurumlarına yönelik kamu baskısı gibi çağ dışı uygulamalara yönelik ısrarlar yatıyor. Günümüzde eğitimdeki aktörleri iyileştirmeye çalıştığımız yapısal reformların neden kayda değer bir değişim yaratamadığını ve neden paydaşların ilişkilerini yeniden düzenlediğimiz işlevsel reformlara gereksinim duyduğumuzu daha iyi görüyoruz. Türkiye’nin bu eğitim çıkmazından çıkabilmesi için üniversitelerden başlayarak tüm eğitim kurumlarına daha fazla özerklik tanıması, eğitimle ilgili yetkinliği kamu ile paydaşlar arasında yer alacak uzman kurumlara devretmesi, kamu denetim uygulamalarının okul ve öğrenci performansı ölçümünden eğitim paydaşlarının gereksinimlerinin karşılanmasına yönelik yeniden düzenlenmesi, kısaca aşağıdan yukarıya doğru çalışan bir düzenin kurulması gerekmektedir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu