Taban mı Yoksa Tavan mı? Ulusal ile Yerel Arasında Türkiye – Görkem Yaz

Başlamadan önce bu yazının bir düşünce yazısı olduğunu, kesin yargılara yaslanmadan bir durum tahlili yapıldığını ve çözüm önerisi sunulduğunu ifade etmeliyim. Daha önce yazılarımı okumuş olanlarınız yerel aktörlerin ulusal siyasetteki etki alanına dair yazdıklarıma aşinadır. Hatta mümkünse bu yazıyı okumadan önce alta eklediğim bağlantılarındaki eski yazılarımı okuyabilirseniz konuyla ilgili daha net bir çerçeve çizebileceğimiz kanaatindeyim.
Metropoll Araştırma’nın Ocak ayında yayınladığı Türkiye’nin nabzı bültenini incelediğimde, yüzüme çok daha net çarpan bir gerçeklik üzerine sizlere yazmaya karar verdim. Millet İttifakı içinde en çok beğenilen siyasi figürler sırasıyla Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu ve Tunç Soyer oldu. Dolayısıyla yeni dönemde bu aktörlerin içinde olmadığı bir restorasyon sürecine ne kadar güven duyulacağının tartışmalı olduğunu düşünüyorum. Peki, bu restorasyon süreci denklemini nereden kurmalıyız? Bugün biraz buna kafa yoracağım. Ancak öncesinde kentlerle alakalı bir teoriye dair hatırlatma yapmak ve Türkiye’nin arka planına kısaca değinmek istiyorum ki, bu üç figürün neden bu kadar popüler hale geldiği daha net anlaşılabilsin.
Evet, belediye başkanları dünyayı yönetebilir mi? Amerikalı siyaset bilimci Benjamin Barber, belediye başkanlarının dünyayı yönetebileceklerini, hatta farkında olmasak da zaten yönettiklerini iddia etmektedir. 2013 yılında yayımladığı ‘’If Mayors Ruled the World: Dysfunctional Nations, Rising Cities’’ (Belediye Başkanları Dünyayı Yönetseydi: İşlevsiz Uluslar, Yükselen Şehirler) adlı eserinde bu konuyu derinlemesine masaya yatırmaktadır. Argümanını demokrasinin şehre özgü bir olgu olduğu üzerine kurarak ulus devletlerin doğasının rekabet ve çatışma, şehirlerin doğasının ise işbirliğine dayandığını ifade etmektedir.
Barber, şehri uygarlığın başladığı ve siyasi mekanizmaların şekillendirildiği ilk mekansal örgütlenme olarak demokrasiyi doğuran bir kuluçka makinesine benzetmektedir. Dünya medeniyeti de şehir devletlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkmıştır. Yazara göre çağdaş demokrasinin en büyük sorunu katılımcılığın nasıl arttırılacağıdır. Katılımcılık yerelden sağlanmaktadır; ancak katılım yetkiyle olur, bu da merkezden sağlanmaktadır. Oysaki ulus devlet anlamlı katılım sağlayamayacak kadar büyük bir organizasyondur. Öte yandan kentsel organizasyonlar iletişim ağlarını bünyesinde barındıran ve verimli kullanabilen, çok kültürlü ve yaratıcı vücutlardır. Dolayısıyla kentler demokratik mekanizmaların en etkili çalıştığı ve çok fazla kesimin demokratik sürece katılımının sağlandığı alanlardır.
Yaklaşım, ulus devletleri ulusların içine kapandığı dönemde kimlik ve egemenlik anlayışıyla yoğrulmuş, diğer homojen kimlikli devletlerle çekişme içinde olan ve onları dışlayan, kapalı dünyaya ait bir organizasyon olarak yorumlamaktır. Ulus devletler Viyana Kongresi’nden Berlin Duvarının yıkılışına kadar devam eden çatışmalar döneminde küresel yönetişime katkı sağlamak için verimli bir çalışma yapmamıştır. Ulus üstü kuruluşlarla her ne kadar bu boşluk doldurulmaya çalışılsa da bazı devletler veto mekanizmasını silah olarak kullanarak ilerlemeyi durdurabilmektedir.
Barber; kentlerarası işbirliklerine odaklanıldığında egemenlik, ideoloji ve çatışma yerine yenilik, pragmatizm, çözüm ve gönüllü işbirliğinin ön plana çıktığı yorumunu yapmaktadır. Uluslararası alanda kentler sosyal, ekonomik ve kültürel bütünleşme sürecinin getirdiği ortak sorunlara birlikte çözüm aramanın yollarını ararken ulus devletler daha çok çıkara dayalı, kimi zaman bencil olabilen bir anlayışa sahiptir. Devletlerin çatışmacı doğasının bir gereği olarak bir devlet küçülmeden diğeri büyüyemez. Birbirini sabote etmeye çalışan hükümetler görebiliriz, ancak birbirini sabote etmeye çalışan yerel yöneticileri görmek güçtür. Şehrin yapısı uluslararası alanda diğer bir şehrin riske atılmasını gerektirmemektedir. Tüm bu nedenlerden ötürü dünyanın yönetişim anlayışını yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarı değiştirmesi şarttır. Bu durum aynı zamanda demokratik süreçlerin işlerliği en güçlü olan yerelden merkeze, merkezden uluslararası arenaya doğru ilerlemesi demektir. Eğer kentler yönetişim sürecinin merkezine alınırsa bugün dünya nüfusunun %55’i, tahminlere göre 2050 yılında %68’i (UN) birbirine bağlı hale gelen dünyada yönetişim sürecine doğrudan katılım sağlayabilecek ve küresel etkileşim sürecinde aktif rol alabilecektir.
Benjamin Barber halihazırda ortak yönetişim pratiklerinin geliştirilmesi için oluşturulmuş önemli küresel-kentsel informel ağların (C40 Cities, ICLEI, UCLG, Metropolis vb.) yerelden şekillenecek bir yönetişim modeline zemin hazırladığını belirtmekte ve bu ağlarla büyük küresel kentler öncülüğünde gönüllü işbirliğiyle oluşturulacak bir ‘’belediye başkanları meclisi’’ kurulmasını önermektedir. Barber temsil sorununu çözmek için kentlerin farklı bölgelerinden katılacak temsilcileri müzakere sürecine dahil edecek bir parlamenter yapı kurgulamakta, nüfusu 10 milyondan fazla olan kentlerin toplamına 50, 500 bin-10 milyon nüfuslu kentlerin toplamına 125, 50 bin-500 bin nüfuslu kentlerin toplamına 125 sandalye vererek katılımcıların gönüllülük esasıyla yatay olarak koordine olduğu ve dönem dönem değiştiği bir sistemin küresel düzlemde pek çok kentin yönetişim sürecine eklemlenmesini sağlayacağını savunmaktadır.
Bu teoriyi neden anlattım? 10 yılı aşkın bir süre önce dünyada yerelin dinamizmine dair bir uyanış başlamışken Türkiye’de 2019 yerel seçimlerine kadar varlığından haberdar olunmayan bir kanaldı bu. Zira çok önemli yerel yönetimler bu seçimde muhalefete geçti. Muhalif seçmen yürütme gücünü yerel yönetimler aracılığıyla doğrulayabiliyor. Küçücük de olsa açılan o siyasal alanın, kitleleri “hep kaybeden olma” psikolojsinden çıkararak kitlelerin özgüven kazanmasına yol açtığını düşünüyorum. Dolayısıyla yerelde yetki verdiği temsilci, kitleler için bu konjonktürde en değerli özne. Bir yandan ulusal bağlamda 20 yıldır kimlik siyasetine hapsolmuş ve somut anlamda hiçbir sorunun çözülmediği bir ülke ve merkezi düzlemde bir türlü elde edilemeyen başarıdan ötürü bu kısır döngüden çıkamayış varken; diğer yandan 3 yıllık bir süre içinde yerel aktörler arasındaki koordinasyon ve işbirliği, hızlı karar alma, problem çözme, pratik ve derde derman olabilen bir siyaset. Barber’in küresel boyutta modellediği durum Türkiye’nin iç dinamikleriyle oldukça uyumlu.
Bugün Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir seviyesi 8 bin dolar civarında. Bu miktar neredeyse 2006 yılındakine denk. 15 yılda bir ileri iki geri derken başladığımız seviyeye gerilemişiz. O gün siyaset sahnesinde kim varsa bugün de var. O gün ne anlatıyorlarsa bugün de anlatıyorlar. Oysaki Türkiye’nin o gün yaşadığı problemlerle bugünkiler arasında bağlam açısından neredeyse hiçbir paralellik yok. İşte, halkın gözünden problemler arasındaki hiyerarşi: İnsanlar kimlik değil, ekmek mücadelesi veriyor, gündelik hayatı kolaylaştıracak pratik bir siyaset anlayışına olan ihtiyaç göze çarpıyor.

İnsanların yerelde tecrübe edebildiği siyaset anlayışına olan ihtiyaç… Türkiye, sorun çözen siyaseti uzun süre sonra bu şekilde deneyimledi. Bu ihtiyaç siyasilerin beğeni düzeyine de yansımış görünüyor. Eğer bir ülkede muhalefet bu kadar bölünmüşken ve siyasi liderler arasında alternatif açısından opsiyon bu kadar genişken yerel yöneticiler muhalefetin içinde öne çıkan figürler olabiliyorsa, halk tavan değil taban demektedir. Eğer aranızda bu bülteni takip edenler varsa iklim değişikliğinin bu denli önemli görüldüğü başka bir zaman dilimi olmadığını bilir. Masur Yavaş fidan dikiyor, Ekrem İmamoğlu çöpten elektrik üretiyor, Tunç Soyer sürdürülebilir tarımı destekliyor. Muhalefetin merkezi figürleri bu problemler üzerine kapsamlı bir politika seti sunmazken, hükümet de bizi şehirlerde yağmur duasına çıkmaya muhtaç etti. İklim üzerinden verdiğim bu örneği uzun uzun hayatın tüm alanları üzerinde kurgulayabilirim. Ancak uzatmadan bu tablonun bizi hangi noktaya getirdiğine değinecek olursam;

Konuştuklarımız ışığında muhalefet içinde hakikat değeri en yüksek figürlerin Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu ve Tunç Soyer olması sürpriz olmuyor elbette. Peki bu insanların süper güçleri mi var? Elbette hayır. Yürütme gücünü belli bir vizyona sahip temsilcilere devredip karşılık alabilmenin sevinci, halkın geleceğe yönelik iktidar algısını da biçimlendiriyor. Dolayısıyla görmek istediği yönetici tipi de onların karakteristik özellikleri etrafında şekilleniyor. Öyle ya da böyle varlığını kabul ettiren bu üçlünün içinde bulunmadığı bir restorasyon sürecinin güvenoyu düşük olacaktır. Bugüne kadar konuşulan senaryolarda belediye başkanlarının kendi işlerini yapmaları gerektiği, belediye meclis çoğunluğu, ideolojik pozisyonları, oy potansiyelleri gibi konular üzerine pek çok tartışma yürütüldü. Ancak kimse meseleyi “bu aktörler restorasyon sürecinin dışında kalırsa ne olur?” ihtimali üzerinden ele almadı. Şunu da hatırlatmakta fayda var: muhalefetin bugün daha özgüvenli bir şekilde kazanacağını söylemesinin ve ibrenin muhalefete kaymasının en önemli etkeni yerel siyasetçilerin başarısı.
Eğer muhalefet bloğu bu üç isimden birini ortak Cumhurbaşkanı adayı olarak göstermeyecekse, güven aşılamak için bu üçlüyü karar alma süreçlerine entegre etmeli. Bu noktada zihnimde beliren en mantıklı seçenek, Barber’ın küresel düzlemde öngördüğü belediye başkanları meclisini Türkiye özelinde kurmak. Güçlendirilmiş parlamenter sistemi, salt halkın yeterince güvenmediği merkezi aktörler üzerinden kurgulamak yerine, yerelin sistem içindeki rolünün artırılmasını bir seçenek olarak almak daha sağlıklı olabilir. Üniter yapı gereği TBMM ve belediye başkanları meclisinin eşit yetkilere sahip olduğu bir yapıyı kurgulamak oldukça zor. Hatta belki mevzuat, bu meclisin maksimum danışma kurulu olarak çalışmasına izin verecektir. Bununla birlikte, muhalefetin aldığı veya alacağı kararların bu üç figür tarafından desteklemesi kararlara olan inancı da arttırabilir. Peki belediye başkanlarını sisteme entegre eden bu yapı nasıl inşa edilir? Büyükşehir belediyeleri ve büyükşehir ilçe belediyelerinden temsilcilerin olduğu bir danışma meclisi olabilir. Temsilci sayısı çeşitli değişkenlerin etkisi ışığında hesaplanır. Parlamentoya soru önergesi verebilen ve gündelik hayatı etkileyen bazı konu başlıklarının gündeme alınması için sinyal veren bir yapı, merkezi aktörleri efektif çalışmalar yapma ve hızlı karar alma konusunda kamçılayabilir.
İstanbul’da bir otobüs kredisine bir yıldır onay gelmiyorken, taksi düzenlemesi iki yıldır geçmiyorken, metrolara yurtiçinden kredi bulunamıyorken muhalefet neden ülkenin en büyük kentinde yaşanan ulaşım sorunlarını meclis gündemine taşımıyor? İktidarın, hizmetleri nasıl engellediğini neden anlatmıyor? İzmir yıllarca kendi ekonomik kaynaklarıyla geçinerek üvey evlat muamelesi gördüğünde bu durumu kamuoyuna niçin anlatamadık? Kamusal alandaki tüm tartışmalar pratik siyaset zemininden bağımsız bir zeminde yürüyor. Tüm tartışmalar kimlik siyaseti üzerine inşa edilmiş. Öyle ki, büyükşehir belediye meclis oturumları bile hükümet kanadının bu ayrıştırıcı siyasetine alet oluyor. Dahası, bu tartışmalara prim vermemesi gereken muhalefet de hükümetin tuzağına düşüyor. Yerelde bile mecliste tartışılan öznenin yerel olmadığı durumlar sıkça yaşanıyor. Tüm bu olumsuzluklara rağmen yerel siyasetçilerin motivasyonunun düşmemesi sevindirici bir durum. Ancak bu durumun sürekli tekrarlanmaması için bir önlem almak da elzem. Sorun çözmek isteyenlerin, kamunun en çok güvendiği aktörler olarak kamusal alandaki tartışmalarda sesini duyuracakları bir platforma ihtiyacı var. Bu ihtiyacı göz ardı edemeyiz. İç politika görev alanlarına giren meselelerle ilgili görüş bildirip soru sorabilen bir taban meclisinin Türkiye siyasal hayatına katılması, anlamlı katılımcılığı arttıracak bir avantaj olarak Türkiye’de demokrasinin gelişimi açısından ciddi katkılar verecektir.