Ekonomi ve Kamuculuk

Bir Neoliberal Yas Hikayesi ve “Sleepy Joe”nun Türkiye’deki Muadilleri – Kemal Büyükyüksel

Neoliberal siyasal ve ekonomik düzenin çıkmaza girdiği 2008’den beri yeni bir düzenin kapısı açılabilmiş de değil. Eski ölüyor ancak yeni doğamıyor. Canavarlar zamanı da devam ediyor. Halen eskiye dönüşün mümkün olamayabileceği ihtimali tamamen kavranabilmiş değil.

Yas tutmak yaşamda kimsenin çok da kaçamayacağı bir deneyim. Bazen kaybettiğimiz bir sevdiğimizin yasını tutarız, bazen de yaşamda bir daha elde edemeyeceğiz bir deneyimin, geri dönemeyeceğimiz bir dönemin. Yasın da birçok kişinin bildiği gibi 5 evresi vardır: İnkâr, Öfke, Pazarlık, Depresyon ve Kabullenme. Bir şeyi yitirdiğimizde ilk önce yitirdiğimizi kabul etmeyerek inkâr edebiliriz ve bundan sonra inkarın yerini “neden benim başıma geliyor, bunlar niye oluyor” şeklinde bir öfke süreci alır. Bir sonraki aşamada ise kaybı kabullenmek yerine zihninde pazarlıklar yaparak süreci uzatabileceğini veya tersine döndürebileceği düşüncesine kapılır insan. Sonrasında ise bu da işe yaramayınca derin bir depresyon ve çaresizlik duygusu kaplar. Artık gerçekle yüz yüze kalınmıştır. Bu cehennemin içindeyken yürümeye devam edildikçe de yavaş yavaş insan gerçeği kabul etmeye başlar. Sonunda da kabullenme yaşanır. Kabullenme sonrasında ise artık devam etmek veya gerçek bir çözüm üretmek mümkün hale gelir.

Bu yazı ABD’de bir devrin sona erdiğini kabul edemeyenlerin yaptığı hataları ve siyasi bedellerini anlatıyor. Yas sadece bir kişi için değil bir fikir, hatta bir paradigma için dahi tutulabilir. Kamusal yas kavramı bu açıdan siyasal ve ekonomik dönemlerin bitişini anlamak için de faydalı olabilir. Geçmiş ekonomik ve siyasal paradigmaların güncel sorunları çözmek için yeterli olamadığı, ancak eskiyi tamamen de geride bırakmakta güçlük çeken siyasilerin ve toplumların bulunduğu bir devirden geçiyoruz. Bu geçiş süreci de sancılı oluyor. Güncel çözümler üretilemezse sistem arıza vermeye devam ediyor, siyasetteki çalkantı dinemiyor. Bu noktada da siyasilerin ve onları destekleyen toplumun sorunları çözmek için hangi reçetelere yöneleceği siyasal sistemlerin sağlıklı işleyişi için büyük önem arz ediyor. Eğer dünyanın değiştiğinin kabulü sağlanamazsa güncelliğini yitirmiş yaklaşımlarla sunulan çözümler, siyasal ve ekonomik çalkantılar için gerçek bir çözüm olamama riskine sahip. Bu risk ABD’de kendini Biden deneyimi ile yavaş yavaş göstermeye başladı. Türkiye’nin de yeni bir siyasi devir başlatabilmesi için bu deneyimin eksiklerinden alabileceği dersler var.

Yasın İlk Evresi: İnkar

 Peki tüm bunların neoliberalizmle, Biden ile ve Türkiye ile alakası nedir? Bunun cevabı ABD’de 2016’da gerçekleşen seçimlerde yaşanan kırılmada yatıyor. Tüm dünyayı sallayan ABD’deki 2008 krizinin hemen sonrasında ABD başkanı seçilen Barack Obama, büyük bir umut ve heyecan yaratan vaatlerle yeni bir dönemin kapısını aralayacak figür olarak görülüyordu. ABD’nin ilk siyah başkanı olarak ülkedeki geçmiş adaletsizlikleri giderecek ve ülkenin yapısal olarak dönüşümüne öncülük edecekti. Hatta kampanyasında en çok kullanılan sloganlardan biri de “Hope”, yani umuttu. Ancak Obama’nın iktidara geldikten sonra ilk eylemlerinden biri 2008 krizinde batan büyük şirketleri vatandaşlardan topladığı vergilerle kurtarmak oldu. Sonrasında ise sunduğu büyük vaatlerin birçoğunu yerine getirmekte güçlük çekti. 

Ünlü antropolog ve düşünür David Graeber’ın da dediği gibi, Obama umudun vücut bulmuş hali gibiydi, duruşu ve tarzı vardı, uzaklara bakış şeklinden insanlara güçlü bir duygu aktarıyordu, ancak bu imajın arkasında büyük bir boşluk vardı. Başaramadığı vaatleri ile Obama merkezci siyasetin, “vitrin olarak mükemmel, içerik olarak şişirme” figürüydü. Kriz hem dünyada hem de Amerikan toplumunda büyük bir tahribat yaratsa da şirketleri kurtardıktan sonra az çok “business as usual” diyerek işleri olağan haliyle devam ettirdi ve ne siyasi ne de ekonomik olarak kalıcı ve çarpıcı değişimler yarattı. 

Bu deneyimin bir benzeri kısa bir süre sonra Avrupa’da da yaşandı. Küresel kriz ile batan birçok Güney Avrupa ülkesine krizden çıkış reçetesi olarak uzun yıllardır kabul edilen ve Türkiye’nin de aşina olduğu “kemer sıkma” ve “mali istikrar” politikaları sunuldu. Almanya liderliğinde AB tarafından, Yunanistan, İspanya ve sıkıntı yaşayan birçok diğer ülkeye neoliberal ekonomik paradigmaların kaide olarak kabul ettiği programlar dayatıldı. Krizleri çözmek için hakiki bir ekonomik dönüşüm projesi ortaya koymak yerine “olağan” politikalar uygulanmaya devam etti. Ancak birçok yerde de bu politikalar beklenen sonuçları ortaya koyamadı.

2008 krizi ve sonrasında yaşanan olaylar aslında hâkim iktisadi anlayışımızda derin zaaflar olduğunu ve bunların yarattığı tahribatı eşitsizlik, yoksulluk ve krizler üzerinden ortaya koymasına rağmen yöneticiler sistemdeki daha temel sorunları konuşmadılar ve az çok görmezden gelmeyi tercih ederek yollarına devam edebileceklerine inandılar. Ortada bir hastalık varken ve bunun semptomları net bir şekilde görülebilirken yöneticiler çoğu zaman bu hastalığın varlığını inkâr edermişçesine hareket etmeyi tercih ettiler. Böylelikle de aslında 2008 küresel krizine kadar anladıkları dünyanın yitirilmesine karşı yasın ilk evresine fark etmeden girmiş oldular: İnkâr. 

Yasın İkinci Evresi: Öfke

Tabii 2008 sonrasında birçok siyasi elit ortadaki büyük soruna gerekli önemi vermezken toplum içerisinden de sesler yükselmeye başlamıştı. Bunun ilk örneklerinden biri ABD’de New York’ta gerçekleşen Occupy Wall Street eylemleri. 2011 yılında ABD’nin özellikle gençlerinin katılımıyla var olan ekonomik ve siyasal düzene karşı yükselen huzursuzluklarını dile getirmek için bu eylemlerin ABD’nin finans kalbi Wall Street’te yapılması huzursuzlukların muhatabını da net biçimde işaret ediyordu: finans dünyası, ekonomik ve siyasi elitler, bu elitlerin ayakta tuttuğu statüko. Dünyanın birçok farklı yerinde Occupy Wall Street’e benzer eylemler bu devirde gerçekleşti. Hatta Türkiye’deki Gezi Eylemleri’nin de bu hareketlere benzetildiği oldu. Aslında bu süreçte toplumlar tam olarak ne talep ettiklerini ortaya koyamasa bile huzursuzluklarını ifade ettiler. Bu açıdan halkın tepki gösteren bu kesimleri elitlerin daha ilerisindeydi. İnkâr aşamasından öfke aşamasına geçmişlerdi bile.

İlerleyen süreçte 2008 krizini doğuran sistematik sorunlara müdahale edilmediği için mevcut ekonomik düzenin yarattığı sorunlar da katlanarak devam etti. Kriz sonrası oluşan ve ilerleyen yıllarda da devam eden, toplumları sarsan derin ekonomik buhranlara kapsamlı çözümler sunulamadıkça toplumlar içerisinde huzursuzluklar da katlanarak artmaya devam etti. Toplumdaki huzursuzluk ve öfke hali siyasal arenalara hızlıca yansıdı. Birçok ülkede müesses nizama karşı pozisyon alan siyasi hareketler hem sağda hem de solda yükselmeye başladı. ABD’de krizden hemen sonra ilk olarak Cumhuriyetçi Parti’de aşırıcı bir pozisyonda konumlanan “Tea Party” Hareketi ortaya çıktı. Sonrasında ise ilerici kesimler ve Demokrat Parti’nin çevresinde “anti-establishment” diyebileceğimiz, kendini kurulu düzene karşı konumlandıran yeni bir siyasal hareket ortaya çıkmaya başladı. Solda oluşan bu yeni hareketlenmenin başını ise yenilenmiş bir “demokratik sosyalist” söylemi ile Bernie Sanders çekti.

2010’ların ortasına gelindiğinde ise Amerikan sağında bu toplumsal huzursuzluklardan beslenen bir başka siyasi pozisyon ortaya çıktı. Bu pozisyonun bayraktarı ise ABD’nin belki de en ünlü “celebrity” iş adamlarından biri olarak sayılabilecek Donald Trump’tı. Trump sadece bir iş adamı değil, aynı anda da bir televizyon yıldızı ve ulusal bir fenomendi. Trump, hem Amerikan devletinin hem de Cumhuriyetçi Parti’nin müesses nizamını karşısına alarak toplumdaki mevcut öfke ve huzursuzluğu kendi önerdiği siyasal projeye kanalize etti. Bütün skandal çıkışlarına rağmen Trump cazibesini koruyabildi ve Cumhuriyetçi Parti’deki diğer rakiplerini teker teker eledi. Trump’ın cazibesini koruması, birçok sevenine göre onun “samimiyeti” ile alakalıydı (ya da sevmeyenlerine göre kabalığıyla). Bu samimiyet illaki nezaket olarak kendini ifade etmiyordu, mevcut siyasal düzendeki birçok normu reddediyordu. Ancak aynı anda da “halkın” dilini konuşabildiğine inanan birçok destekçisi vardı. Bu samimiyetin bir diğer önemli göstereni ise halkın öfke ve huzursuzluğunu ve gerçekten de mevcut ekonomik ve siyasal sistemde bir çürümüşlük olduğunu reddetmemesiydi. Trump’ın bu çürümüşlüğün sebebi hakkındaki tespitleri ve sunduğu çözüm önerilerinin gerçekçi olup olmaması pek de önemli değildi. İstediği kadar popülist ve aşırı bir söyleme başvursun, mevcut düzenin sorunlu halini tanıması halk arasında onun samimi görülmesini güçlendiren bir faktördü. Trump bu desteği de arkasına alarak herkesin dalga geçmesine rağmen gümbür gümbür ABD başkanlığına aday olma yolunda yürümeye devam etti.

2016’daki seçimlere doğru giderken Amerikan solunda da halkın huzursuzluğunu ve öfkesini tanıyan ve siyasal söylemini bunların üzerine inşa eden bir odak noktası Bernie Sanders ve Demokrat Parti’nin ilerici kanadı etrafında oluştu. Trump ile taban tabana zıt olsa da Sanders da mevcut ekonomik ve siyasal düzenin çürümüş olduğunu ve radikal bir değişim gerektiğini belirtiyordu. Sorunun sebepleri hakkında yaptığı tespitler ve sunduğu çözümler Trump’a kıyasla çok daha farklıydı, dili çok daha kucaklayıcıydı ve nezaketliydi. Ancak Sanders da Trump gibi 2016 ABD başkanlığı adaylık sürecinde halk arasında büyük bir dalga yaratmayı başardı ve Demokrat Parti içerisinde halkın en popüler bulduğu siyasi figüre dönüştü. Sanders, özellikle 2008 krizi sonrası kendini dayatan çözümsüzlükten ve bitmeyen ekonomik ve toplumsal buhrandan çıkış için ABD’deki ana akım merkezci doktrinlerin ötesinde çözümler sunuyordu. 

2016 başkanlık seçimlerine giderken ABD’nin iki büyük siyasal partisinde de merkezci siyasetten uzaklaşan ve müesses nizama karşı “gerçek” bir değişimi savunan liderler en popüler figürler ve halk anketlerine göre en güçlü adaylar haline geldiler. İki figür de halkın öfkesini ve huzursuzluğunu ve kapsamlı bir değişim talebini farklı siyasi projelere kanalize ediyorlardı. İki figür de kendi partilerinin daha merkezde duran, siyasal bir vizyon olarak bilindik, her zamanki “business as usual” politikalar sunan ve bir bakıma toplumsal krizin derinliğini inkâr eden figürlerine karşı huzursuzluğu kabul eden bir söylem üzerine siyasetlerini inşa etti. Bir tarafta Trump, diğer tarafta Sanders. Ünlü düşünür Slavoj Zizek’in de dediği gibi, “Trump yoksa Sanders da yok”. Aynı tarihsel dinamiklerden beslenen ama çözümü başka yerlerden sunan o tarihsel “an”ın insanları. 2016 adaylık sürecinde iki partide de bu figürlerin başarı olasılığı gün geçtikçe artmaya devam etti. Nitekim her iki partide de uygulanan ve partinin başkan adayının belirlendiği ön seçim süreci de ABD halkının huzursuzluğunu net bir şekilde ortaya koyuyordu. Birkaç aylık bir sürece yayılan ve her eyaletin farklı zaman dilimlerinde uyguladığı ön seçimler, sürpriz sonuçlara gebeydi. ABD toplumu müesses nizama olan öfkesini sandığa taşımaya kararlıydı. Arka arkaya yapılan ön seçimler düzenin eski aktörlerini gün geçtikçe daha çok sarsıyordu. Ön seçimler devam ederken müesses nizam tarafından karikatürize edilen ve hatta küçümsenen iki aday, Sanders ve Trump, ABD siyasetini temelden değiştireceklerini inkâr edilemez bir şekilde ortaya koydular. Trump, Cumhuriyetçi Parti’deki rakiplerini ezip geçerek adaylık ön seçimlerinde oyların çoğunluğunu birçok kişinin beklentisinin tersine kazanabilmeyi başardı. Trump’ın adaylık zaferi, Cumhuriyetçiler içerisinde de bir deprem yarattı. 

Demokrat Parti’de ise Sanders en popüler aday olmasına rağmen partinin aday seçme mekanizmasının ve müesses nizamının gazabına uğradı. Cumhuriyetçi Parti’deki yapının tersine, Demokrat Parti’de aday seçiminde sadece yerelde belirlenen ve belli adayların destekçileri olan “delege”ler değil “süperdelege”ler de önemli bir rol oynuyor. Delegelerin aksine süperdelegeler yerelde belirlenen delegeler gibi belli adaylara bağlı olmayan, istediği adayı destekleyebilen delegelerdir. Yerelde belirlenmedikleri için de görece bağımsız hareket etme gücüne sahiptir. Cumhuriyetçi Parti’de bu süperdelege grubu mevcut değildir ve aday seçimini sadece delegeler belirler. Lakin Demokrat Parti’deki bu yerelden bağımsız, merkezden hareket edebilen süperdelegeler aslında tamamen demokratik bir aday seçimine ket vurabilen yapılardır ve Demokrat müesses nizamın çoğu zaman tercih ettiği adayın seçilmesinde önemli rol oynarlar. 

Nitekim Sanders’ın adaylık sürecinde de tam da böyle bir dinamik işledi ve Sanders birçok önseçimi kazanmasına rağmen son safhada bu süperdelegelerin neredeyse tamamen blok halinde merkezci Hillary Clinton’a destek vermesiyle adaylığı az farkla kaybetti. ABD’ye dışarıdan bakınca Demokrat Parti’nin daha demokrat bir söylemi varmış gibi sanılsa da aslında Cumhuriyetçi Parti’ye göre parti içi mekanizmalar daha elitist bir yapıyı ayakta tutmaya yarayabiliyor. Cumhuriyetçi Parti’de süperdelegeler olsaydı belki Trump da engellenecekti, ama parti içindeki daha demokratik seçim yapısı sayesinde en popüler figür adaylığa yükselebildi. Belki de eğer Demokrat Parti de Cumhuriyetçiler gibi süperdelegelerden arınmış olsaydı Sanders 2016’da Trump’a karşı aday olabilecekti. Bu da Cumhuriyetçi Parti’yi otoriterliğe kaymakla suçlayan Demokrat Parti’nin ironisidir.

ABD’de İnkarın Hükmünü Öfkenin Hükmü Devralırken

2016 ABD başkanlık seçiminde aslında kimle kim karşı karşıya geldi? Bir tarafta müesses nizamı ve siyasal merkezi temsil eden Hillary Clinton, diğer tarafta müesses nizamı ve merkezci siyaseti karşısına alan Donald Trump. Bir tarafta statüko diğer tarafta ise (ister hakiki ister yalan bir söylem üzerine inşa edildiğini düşünün) değişim. Clinton merkezin ve statükonun devamını vaat ediyordu. Ve her ne kadar Sanders’ın yarattığı dalga inkâr edilemese de Demokrat Parti’nin merkez kanadının adayının vaatleri eski düzenin üstüne pek de bir şey koyma amacı taşımıyordu ve toplumdaki huzursuzluğu yeterince ciddiye almayan inkâr tavrını çoğunlukla sürdürüyordu. Trump ise ne kadar skandal sözler kullansa da, ne kadar kaba gözükse de toplumdaki öfke ve huzursuzluğu tanıdığını kitlelere net biçimde gösteriyor ve bu duyguları arkasına alarak işlerin eskisi gibi devam etmeyeceği bir değişim vaat ediyordu. 

Sonuçta öfke inkardan güçlü çıktı ve Donald Trump ABD başkanı seçildi. Bu zaferde ABD seçim sisteminin garip kurallarının rolü olsa da (Clinton daha çok oy almıştı), dalga geçilen, ciddiye alınmayan ve palyaço muamelesi yapılan bir figür sonunda kendisini zorla ciddiye aldırttı ve ABD’nin tepesine oturmayı başardı. Seçim süreci boyunca ana akım medya hem Trump ile dalga geçip ağır saldırılarda bulundu hem de Sanders’ı çok eleştirel bir tavır aldı ve az çok müesses nizamın sesi olarak davrandı. Medya ve ana akım siyaset tarafından bu dışlanma o kadar ileri boyutlara gitti ki bir noktada Hillary Clinton Trump seçmenlerini “acınası varlıklar” (deplorables) olarak tanımladı. Tüm bu saldırılar ve dışlanma tepki topladı, hatta ters teperek belki de Trump’ın zaferinde rol oynadı. Bu başarı Demokratlarda ve toplumun birçok kesiminde şok dalgaları yarattı. Baskılanan ve ciddiye alınmayan öfke ve huzursuzluk yüzeye fırlamayı başardı. Bundan sonra da siyasi elitlerin ve toplumun ciddi kesimleri bir sorun olduğunu inkâr edemeyecek hale geldi. İnkarın hükmü, öfkenin hükmüne yerini bıraktı. Sanders aday olsaydı sonuç ne olurdu? Kestirmek kolay değil. Ancak verilerin gösterdiği bir gerçek vardı. O da Trump’tan karşı tarafı seçmen geçişini en çok sağlayan aday Sanders olduğuydu. Çünkü ikisi de ekonomik düzenden rahatsız ve öfkeli beyaz işçi sınıfına hitap edebilmişti. İronik bir biçimde iki zıt kutup arasındaki geçişkenlik ve “gri bölge”, merkezdeki Clinton ile Trump arasındakinden daha genişti. Bu da bize siyasette “gri bölge”lerin nerede aranması gerektiğini sorgulatmalı.

2016’dan sonraki 4 yıl boyunca Trump önceki başkanlara göre ABD’ye çok farklı bir siyasal deneyim yaşattı, birçok siyasi normu alaşağı etti, sürekli olarak skandallara konu oldu, görevinden azledilmeye çalışıldı, bazıları tarafından “kaba” bazıları tarafından “samimi” görülen tavrını başkanlığı boyunca sürdürdü. Bu süreçte ekonomik olarak önceki dönemlere göre belli değişimleri de tetikledi. Yeni bir korumacı ekonomi politikaları döneminin kapısını açtı. Dış ticarette yeni vergiler uyguladı ve Çin ile bir ticaret savaşına girişti. Bunların yanı sıra başkanlığı boyunca siyasi tarzıyla ve söylemleriyle birçok aşırıcı grubu da güçlendirdi, toplumun öfkesini ve huzursuzluğunu siyasal projesine kanalize etmek için aktif biçimde yönlendirdi, söylemlerini bu duygular üzerine inşa etti, kutuplaştırmaktan çekinmedi ve bu süreçte de ABD’nin geçmiş dönemlere göre demokratik normlardan ve toplumsal düzeyde de demokratik değerlerden adım adım uzaklaşmasına sebep olacak bir siyasal zeminin inşasında rol oynadı. Şunu da belirtmek gerekir ki Trump, özellikle pandemi dönemine kadar olan süreçte ekonomik eşitsizlikleri giderecek ve sermaye yerine halkın çıkarlarına önceleyecek politikaları uygulamaya koymasa da korumacı ekonomi politikalarıyla işsizliği düşürmeyi ve iç pazarı bir nebze güçlendirmeyi başararak önceki dönemlere göre bir farklılık da yaratabildi. Hatta pandemi olmasaydı belki de ikinci bir dönem daha seçilebilirdi.

Yasın Üçüncü Evresi Başlarken

Trump’ın başkan olarak seçilmesinin Demokratlarda yarattığı travma bir sorgulama sürecine de yol açtı. Sanders’ın açtığı yoldan ilerleyerek Demokrat Parti’nin ilerici kanadı büyümeye devam etti. Amerikan toplumunun ve siyasetinin bir sorun yaşadığı artık inkâr edilemez haldeydi. Lakin sorunun kaynağının ne olduğu konusunda fikir ayrılıkları da devam etti. Birçok (özellikle merkez siyaset ve medyadaki) figür, sorunun kaynağı olarak bizzat Trump’ı işaret ederken, merkezdeki söylemden ayrılan bazı gruplar da sorunun kaynağının sadece Trump değil, Trump’tan önceki düzende de yattığını belirtti. Trump’ın bir semptom mu yoksa sorunun kendisi mi olduğu konusunda tam bir mutabakata varılamadı. 2016-2020 arasındaki süreçte eylemler, ayaklanmalar ve farklı gruplar arasında toplumsal gerginlikler sürekli olarak yaşandı. Bu gerginliğin tepe noktası belki de George Floyd eylemleri olarak görülebilir. 

Muhalifler arasında Trump’ın Amerikan demokrasisine karşı bir tehdit oluşturduğu konusunda bir mutabakat oluşmuştu. Bu mutabakat ile 2020 başkanlık seçimlerine giderken yine adaylık tartışmaları alevlendi. Cumhuriyetçi Parti’nin doğal adayı Trump’tı, ancak Demokrat Parti içerisinde 2016’da olduğu gibi partinin merkezi ve solu arasındaki ayrım devam ediyordu. Sanders, başkanlığa adaylığını yeniden koydu ve yine arkasında büyük bir toplum desteği vardı. Adaylık sürecinin başlangıcında Demokrat Parti’deki en popüler figür yine Bernie Sanders’tı. İlk turlarda yine en çok desteği kazanan da Sanders’tı. Sürecin ilerleyen kısımlarında ise yine enteresan bir dinamik işledi. Sanders’tan sonra en popüler ikinci aday bile olmakta zorlanan ve çok şans verilmeyen Joe Biden, diğer merkezci adayların çekilmesi ve Biden’a destek vermesiyle birden Sanders’a karşı en güçlü adaya dönüştü. Eski Demokrat ABD Başkanı Obama dahil partinin merkezi ve müesses nizam figürleri bir kez daha Sanders adaylığa doğru giderken yaptıkları hamle ile Sanders’a karşı bir diğer figür etrafında birleşerek Sanders’ı bastırmayı başardı. Sonuçta Trump’a karşı Demokrat Parti’nin başkan adayı Barack Obama’nın eski başkan yardımcısı Joe Biden oldu.

Sanders yine tam bir “yorgun demokrat” misali ekarte edilmiş, ancak Trump’ın gitmesinin gerekliliğini kabul ettiğinden Biden’a desteğini sunmuştu. Demokrat Parti, bir kez daha müesses nizamı ve siyasal merkezi temsil eden bir figürü aday olarak çıkardı. Ancak 4 yıllık Trump sürecinin ve Sanders’ın yarattığı büyük dalganın ardından 2016’daki Clinton’a göre Biden da söylemini değiştirmek ve toplumdaki ekonomik huzursuzlukları tanımak zorunda kalmıştı. Biden 2020’de Amerikan toplumunun karşısına Clinton’a göre Demokrat Parti’nin sol kanadının ve Sanders’ın siyasal çizgisinin daha çok etkisinde kalan ancak yine de merkez siyasetin hâkim olduğu bir siyasal vizyon ile çıktı. Ekonomik ve toplumsal dönüşümü vaat eden ancak bunu uzlaşmacı bir tavır ile ABD’yi yeniden bir araya getirerek başarmak istediğini belirten ve ılımlı söylemleri benimseyen ağırbaşlı ve Trump’ın yaşlılığına ve etkisizliğine vurgu yapmak için “Sleepy Joe” (Uykulu Joe) olarak hitap ettiği Biden, sandıkta zaferi elde edebildi. 4 yıllık Trump deneyiminden sonra Trump’a karşı olan kitleler bir mutabakat ve birlik ruhu ile sandığa giderek Trump’ı devirebildi. Ancak Trump seçim sonuçlarını kabul etmedi (ve halen kabul etmemeye devam ediyor). Trump destekçileri de Trump’ın söylemini hızlıca benimseyerek seçim sonuçlarının şaibeli olduğunu iddia etti ve büyük itirazlarda bulundular. Hatta bu tepkinin kar topu gibi büyümesiyle sonunda ABD’deki en garip siyasal krizlerden biri yaşandı ve Trump’ın çağrısıyla ABD Kongresi önünde toplanan kitleler kontrolden çıkarak Kongre Binasını bastı. Eşine ender rastlanacak sahneler yaşandı ve 5 kişi yaşamını yitirdi. Bugün halen Trump’ın hâkim güç haline geldiği Cumhuriyetçi Parti seçmeninin çoğunluğu 2020 başkanlık seçiminin şaibeli olduğuna inanmaya devam ediyor.

Biden ve Yasın Üçüncü Evresi: Pazarlık

Bugün Biden’ın başkanlık dönemi halen devam ediyor. Peki Biden ne halde? Pandeminin tepe noktasında iktidara gelen Biden vatandaşa yardım paketleri sunmakta bonkör davranmadı diyemeyiz. Döneminin başlangıcında vatandaşlara geniş destek paketleri sundu. Ancak bu süreçten sonra yavaş yavaş popülaritesi de düşmeye başladı. Söz verdiği birçok vaadi kendi partisi içerisinde isyan bayrağı çeken iki senatör yüzünden geçiremiyor. Bunların en başında ise halen senatodan geçiremediği trilyonlarca dolarlık bir sosyal destek paketi bulunuyor. Bundan öte senatodaki yasa geçirme sürecini fiili olarak kilitleme işlevi gören “fillibuster” kurumunun lağvedilmesini bu isyan bayrağı çeken senatörlerden dolayı sağlayamadı. Bu da icraatlerde bulunmasını inanılmaz derecede zorlaştırıyor. Ne hikmettir ki Demokratların bu iki isyankâr senatörü aynı zamanda birçok sermaye grubundan en çok bağışı alan Demokratlar arasında yer alıyor.

Başkan Biden, sistem içerisinde belli iyileştirmeler yapmaya çabalasa da bunların ne kadar yeterli olduğu şüpheli. Afganistan’dan çekilme sürecinde birçok kesimden tepkiler topladı. Trump’ın kitlesi halen capcanlı ayakta duruyor. Ve zaman geçtikçe Biden’ın ABD’de yeni bir dönemin kapılarını aralayacak kapsamlı bir dönüşüm sunamayan hali daha da belirginleşmesiyle Trump da yeniden siyaset sahnesine çıkmaya başladı. 2022 ara seçimlerine giderken hem Senatonun hem de Temsilciler Meclisinin Cumhuriyetçilerin eline geçme olasılığı gittikçe artıyor. Her şeye rağmen Trump yeniden bir dalga yaratma ihtimaline sahip. 2024 için adaylığa göz kırpıyor. Kitlesini konsolide etmeye devam ediyor. 

Biden şu ana kadar ABD’ye ne sunabildi ve toplumun gözünde cazibesinin azalmasını nasıl anlamalıyız? Bu soru bizi yas sürecinin üçüncü evresine götürüyor. Obama dönemiyle inkârı, Trump dönemiyle de öfkeyi yaşayan ABD’nin, Biden ile yasın üçüncü evresi olan pazarlık sürecine geçtiğini söyleyebilmek mümkün olabilir. Toplumun 2008’den beri devam eden krize ve sistemin olduğu şekilde devam edemeyeceğine karşı verdiği tepkilerde Biden figürü enteresan bir konuma sahip. Trump ile yitirildiği düşünülen siyasi ve demokratik normların ve istikrarın geri kazanılmasının sistemde belli ekonomik iyileştirmeler yaparak ve kucaklayıcı bir söyleme başvurarak mümkün olabileceğine inanan bir yaklaşımı ortaya koyuyor. Bu aslında bir nevi eski dönemin belli pazarlıklar yaparak ve belli feragatlerde bulunularak devam ettirilebileceğini umut eden bir yaklaşım olarak karşımıza çıkıyor. Ne eski müesses nizam kapsamlı bir dönüşüme uğruyor, ne de geçmişin ekonomik ve siyasi kurumları yeni bir dönemin kapısını aralamak için geride bırakılıyor. 1980’den beri hâkim olan neoliberal iktisadi doktrinlerin tam işlemediği hissedilirken yine de bu ana akım anlayış içerisinden çözümler aranıyor. Bu arada kalmışlık, Biden’ın düştüğü durumu iyi betimliyor. Yitirilen bir düzeni belli pazarlıklar karşılığında sürdürebileceğini düşünen, geçmişten umudunu tamamen kesmediği için yeni bir şey sunamayan, ancak şartların da dayatmasıyla geçmişe de dönemeyen bir sıkışmışlık hali. Ne ölebilmiş ne de gerçekten hayatta. Belki de Trump’ın Biden’ı betimlediği gibi: yürüyen bir zombi. Biden figürü bu açıdan belki de neoliberal ekonomik ve siyasal düzenin ölememiş ama yaşayamayan hali olarak görülebilir. 

Trump ise halen ayakta, halen iddiasını ve enerjisini koruyor. Destekçileri halen mobilize. Trump sonrası dönemde Biden, Trump’ın beslendiği tabanı dağıtmayı başaramadı. Trump, halen huzursuzluklardan ve öfkeden beslenen bir hınç siyaseti üzerine iddialı söylemler inşa edebilecek koşullara sahip. Ekonomik eşitsizlikler ve güvencesizlik artmaya devam ediyor. Bu sorunlara karşı kalıcı bir dönüşüm sunulamıyor, Biden yeni bir düzeni inşa etmekte yetersiz kalıyor ve aslında toplumdaki belirsizlik ve kriz hali devamlılığını koruyor. Trump sandıkla iktidardan indirilmiş olsa bile yok edilemiyor, varlığını ve gücünü koruyor. Yani aslında Trump hiçbir yere gitmiş değil. Sandıkla gelen zafer nihai bir sonuç getirmiş değil. ABD’deki siyasal çalkantılar ve yükselen otoriter popülist dalga sönümlenebilmiş değil. İktidar değişse bile aslında gerçekten yeni bir dönem başlamış değil. Eğer Trump ABD’deki kitleler tarafından bir “tehdit” olarak görülüyorsa, bu “tehdit” bertaraf edilmiş de değil. ABD siyasal bir arafta ve süreç belirsizliğini koruyor. Neoliberal siyasal ve ekonomik düzenin çıkmaza girdiği 2008’den beri yeni bir düzenin kapısı açılabilmiş de değil. Eski ölüyor ancak yeni doğamıyor. Canavarlar zamanı da devam ediyor. Halen eskiye dönüşün mümkün olamayabileceği ihtimali tamamen kavranabilmiş değil. Neoliberalizmin yas süreci, üçüncü evrede takılıp kalmış halde. Belki de 2022’de Cumhuriyetçilerin yeniden yükselişi bir sonraki safhayı tetikleyebilir: Depresyon. Ama kabullenme ve geçmişin geri gelemeyeceğinin farkındalığının oluşması ve gerçek bir çözümün sunulması için de belki de total bir depresyon gerekiyor. Eğer sağlıklı bir farkındalık ve kabullenme oluşmazsa ve buna göre 2024 için iyi bir program ve doğru lider ortaya çıkamazsa, ABD 2024’te yeniden bir Trump başkanlığı ile karşılaşabilir. Öyle bir durumda ise ABD’deki Trump karşıtları kendilerini depresyonun da ötesinde bir durumun içinde bulabilirler.

ABD’den Türkiye’ye Dersler

Peki tüm bu hikâyenin Türkiye ile bağı nedir? Bugün Türkiye de olası bir dönüm noktasında. 20 yıllık AKP iktidarının gittikçe kendini tükettiği, artık ömrünün daraldığı, hatta belki de sonlandığı ancak yeninin doğmakta güçlük çektiği için net bir değişim rüzgarının gümbür gümbür yaklaştığının tamamen görülemediği bir dönemdeyiz. Buna rağmen son 20 yıldır muhalefetin iktidara gelme ihtimalinin en güçlü olduğu devri yaşıyoruz ve gerçekten iktidarın devrinin kapanma şansı var. Ancak aynı anda da sürekli olarak muhalefetin “ciddi bir sıçrayış” yapamadığı, halen görünmez tavanı tamamen kıramadığından bahsediliyor. Bu sıçrayışın ne zaman, nasıl, hangi program, söylemler ve aday ile yapılabileceği ise en kritik konu.

Belki de burada Türkiye’nin ABD’den alabileceği dersler vardır. Türkiye’nin önündeki olası dönüşüm süreci sadece 20 yıllık bir AKP devriyle mi yoksa daha da fazlasıyla mı alakalı? AKP’yi ortaya çıkaran bu düzenin kendisi hakkında bir sorgulama yapmadan AKP’siz bir AKP’yi yaratan düzeni restore etme çabası birçok riski de beraberinde getirebilir. Türkiye de dünyadaki birçok diğer ülke gibi 1980’lerde neoliberal bir iktisadi modele geçiş yaptı. Bu geçiş 1980 darbesinin yarattığı yeni anayasal rejimle de bir araya gelerek neoliberal iktisadi anlayışı ekonominin merkezine, Türk-İslam sentezini de siyasetin merkezine yerleştirerek yeni bir Türkiye inşa etti. Unutmamalı ki AKP de bu rejimin içinde var olan bir iktidar. Hatta bu rejimin ve anayasasının üstüne koyarak neoliberalleşmeyi erken dönemlerinde derinleştirdi, sağda uzun yıllardır birçok figürün arzuladığı başkanlık sistemini de getirdi. Ve yine unutmamalı ki AKP de mevcut ekonomik paradigmanın hâkim olduğu bir bağlamda derin bir krizin sonucu iktidara geldi. Hatta iktidara geldiği gün gazete manşetleri “Sandıktan Öfke Çıktı” diye başlık atmıştı. Hınç ve öfke siyasetini besleyebilen yoksulluğun ve ekonomik eşitsizliklerin yarattığı huzursuzluklar çözülmüş değil, hatta daha da arttılar. Türkiye’de gelir eşitsizliği 2008 krizinden beri sürekli olarak artıyor. Bu da sadece Türkiye’deki dinamiklerle değil 2008’de kapitalizmin girdiği küresel darboğazla da bağlantılı ve bu bir rastlantı olarak görülmemeli. Bugün iktidar erken dönemlerindeki gibi genel geçer kurumsal neoliberal düzene uygun şekilde hareket etmiyor. Ama kendisine fayda sağlayacak şekilde istediği kadar esnetmeye çalışsa yine de tam olarak bu düzenin altyapısından tamamen kopamıyor, çünkü küresel ekonomik ve finans düzeninden ayrılması mümkün değil. Bu da dünyadaki diğer ülkelerden çok farklı bir tıkanma olarak görülmemeli.

Türkiye derin bir siyasi ve ekonomik krizin içerisinde. Bu krizden nihai çıkış nasıl mümkün olacak? Burada da iktidara gelme iddiasında olanların yeni dönem için ne gibi bir siyasal ve ekonomik vizyon sunacağını düşünmesi gerekiyor. Var olan sistem içerisinde iyileştirmeler ve düzeltmeler yapan bir “restorasyon” mu, yoksa bu sistemin ötesinde bir yeni siyasal ve ekonomik düzen mi? Şu anda hâkim söylem kurumların yeniden toparlanması, parlamenter sistemin güçlendirilmesi ve iktisadi ortodoksiye geri dönülmesi üzerine kurulu. Bu hâkim söylem şu an için “eğer yanlış olan şeyleri düzeltirsek düzen rayına oturur” varsayımına sahip gibi gözüküyor. ABD örneğine bakarak, bu “düzeltme” ve çarpıklığı sonlandırıp düzeni olması gerektiği şekline “geri döndürme” stratejisinin taşıdığı risklerin üzerine düşünmekte fayda var. Topluma sunulan bu “deva” sorunlara gerçek bir deva olmaktan çok uzakta olabilir. Dünya, iktidarın Türkiye’yi “raydan çıkarmadan” önceki halinde takılı kalmış değil. O dönemden beri dünyada da birçok değişiklik oldu. Türkiye’de de iktidara gelme iddiasını taşıyanlar özellikle 2008 sonrası başlayan ve Türkiye’nin de ekonomik gidişatını etkileyen bu sistemsel krizi yeterince ciddiye almazsa ve bu neoliberal yas hikayesinin Biden gibi üçüncü, yani “pazarlık” safhası üzerinden bir siyasal ve ekonomik vizyon sunarsa aynen Biden’a olduğu gibi bir açmaza sıkışma riskine de sahipler. Böyle bir durumda sandıktan muhalefet galibiyeti çıksa bile yeterince köklü dönüşümlerin ve ekonomik olarak yeni bir düzene geçişin yapılamadığı, hınç ve öfke siyasetini besleyen yoksulluk ve eşitsizliklerin giderilmesi için sağlıklı bir zemin bulunamadığı ve ABD’de olduğu gibi aslında yenilen iktidarın siyasal olarak yok olmadığı bir senaryo ile Türkiye’nin karşılaşması da mümkün. Muhalefetin iktidara gelmesi durumunda Biden’ın bugünkü hali gibi arada kalarak beklenileni sunamamasıyla ve sistemin kilitlenmesiyle toplumdaki oluşacak hayal kırıklığı ve dinmeyen huzursuzluk, hızlı bir şekilde yenilen iktidarın Trump’a benzer biçimde gelecekte üstüne siyaset ve söylem inşa edebileceği yeni bir zemin bulmasını sağlayabilir.

Mevcut ekonomik ve siyasal sorunlara sağlıklı çözümler sunma ihtimali güçlü gözükmeyen geçmişin paradigmaları üzerinden çözüm aramaya çalışmak bizi sürekli bir çıkmaza sokma riskine sahip. Bu paradigmaların işlemediğini ve belki de öldüğünü kabullenebilmek ve bu yas sürecini geride bırakmak, bugünün zehirli siyasetini de geride bırakmanın tek yolu olabilir. Türkiye toplumunda birçok kaybedilen şeyin yası aynı anda tutuluyor. Bazıları 2002 öncesi Türkiye’nin yasını tutuyor. Bazıları 2000’lerin yasını tutuyor. Bazıları da bugünkü dünyanın sorunlarını sırtlayabilme kabiliyeti şüpheli olsa da alışılmış ekonomik düzenin huzur ve istikrar sağlayabileceğine dair umudunu sürdürmeye devam ediyor. Lakin siyasalın dönüşmesi için ekonomiğin de dönüşmesi gerekir. Burada da kritik soru belli: Neoliberal yas sürecinde pazarlığı mı tercih edeceğiz, yoksa kabullenmeyi mi?

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu