Demokrasi ve SolDış Politika ve EnternasyonalizmDünyaGündemPolitika

NATO Politikalarını Eleştirenlere Yönelik Orwellvari Saldırılar Son Bulmalı – Çeviri: Ali Mert Samen

11 Eylül sonrasında yükselişe geçen militarizmin muhalif görüşlere müsamahası yoktu. Benzeri bir şoven furya, bugün de Batının izlediği dış siyasete getirilen eleştirileri ve tarafları diplomasiye çağıran önerileri ihanetle eş tutuyor.

Branco Marcetic’in Jacobin’de yayımlanan yazısının Türkçe çevirisidir. İzinle İVME Hareketi tarafından yayınlanmıştır.

Savaşın ya da jeopolitik gerilimlerin şoven ateşi harladığı hemen her durumda belli bazı hiziplerin; muhalif fikirleri bastırmaya, nüanslı yaklaşımları köreltmeye, tarihsel bağlamı siyah-beyaz bir anlatıya kurban etmeye, durumu fırsat bilip hasımlarıyla ödeşmeye ve kariyerlerini ilerletmeye yönelik bir çaba içine girdiğini görüyoruz.

Yaklaşık 20 yıl önce de Batıda yaşayan bizler, 11 Eylül sonrası yayılan husumet ve öfkenin sürüklediği militarist atmosferin en aşırı ve pervasız askeri çözümler dışında hiçbir seçeneğe alan bırakmadığını görmüştük. Bu gidişatı reddedenler; sükunet, ihtiyat ve barışçıl çözüm önerenler, karşılığında alaycı bir tepkiyle karşılaşıyor ya da görmezden geliniyorsa kendilerini şanslı addetmeliydiler. Zira şansı yaver gitmeyenler ihanetle, terör sempatizanlığıyla ve hatta bizzat terörist olmakla suçlanabiliyor, ülkelerine olan sadakatleri tartışmaya açılıyor, ülkeye zarar verdikleri iddia ediliyordu. Nitekim başkan bile “ya bizdensin ya da teröristlerden” diyerek herkesi ikaz edebiliyordu.

Makbul görülen çizgiden biraz olsun sapanlar, hatta teröristlerin ve destekçilerinin motivasyonlarını sorgulayanlar bile, “nefret dolu aşırılıkçılara meşru destek” sağlamakla, onların propagandasını yaymakla, onlara karşı tavizkar olmakla itham ediliyor; saldırıya ve sansüre uğruyor, hatta işini kaybedebiliyordu. Sağ görüşlü köşe yazarları, askeri müdahaleye karşı çıkan sol kesimlerin son savaşta ‘Önce Amerika’[1] diyenlerle aynı akıbeti paylaşacağını büyük bir hoşnutlukla yazıyordu.

Bütün bunların neticesi aklı başında herkesin pişmanlık duyduğu aptalca dış politika tercihleri ve bir dolu felaket oldu. Okyanusun diğer yanında ABD bütçesinden 8 trilyon dolar akıtılan “terörizmle savaş”; iki ülkenin yerle yeksan edilmesiyle (ki bu ülkelerden birinin yapılan terör saldırısıyla hiçbir ilgisi yoktu), yaklaşık bir milyon can kaybıyla (buna 11 Eylül’de hayatını kaybedenlerin yedi katı sayıda ABD vatandaşı da dahil) ve 38 milyon kişinin yerinden edilmesiyle sonuçlandı. ABD hükümeti; işkence için dünya çapında bir hapishane sistemi kurarak yanlışlıkla kaçırdığı suçsuz insanları bile kurban etmiş, hiçbir uyarıya gereksinim duymadan tek seferde aileleri ve köyleri ortadan kaldıran katil dronelar ve ölüm timleriyle toplumları baştan başa travmaya maruz bırakmıştır. On yıllar sonra nihayet bütün bunlar evrensel ölçekte korkunç ve utanç dolu bir hata olarak kabul ediliyor.

Muhalif Görüşle Savaş 

Moskava’nın sınıra asker yığmasıyla başlayıp savaşla devam eden Ukrayna krizi boyunca ABD ve İngiltere’de bazı siyasetçiler, Putin’in tasarruflarının dünyada yarattığı öfkeden istifade ederek sol muhaliflerinin ve siyasi rakiplerinin üzerine gittiler. İngiltere İşçi Partisi’nin lideri Keir Starmer, görev süresinin çoğunu partinin sol kanadıyla giriştiği hizip savaşıyla geçirip beklenen çıkışı bir türlü yakalayamamasının ardından ilk iş olarak (ne tesadüfse partiden tasfiye ettiği selefinin başkan yardımcılığını yaptığı) “Savaşı Durdur Koalisyonu’nu “demokrasiyi tehdit eden otoriter liderlere can simidi uzatmakla” ve “saldırgan tarafla dayanışmakla” itham etti.

Bundan beri Starmer, koalisyon tarafından hazırlanan açık mektup metnini imzalayan on bir İşçi partisi milletvekilini, imzalarını geri çekmedikleri takdirde parti üyeliklerini askıya almakla / partiden uzaklaştırmakla tehdit ederek “partide NATO ve Rusya’nın eylemlerini aynı kefeye koyan kimseye yer olmadığını” ilan etti. Adı verilmeyen İşçi Partili bir isim ise bu vekillerin “Kremlin’in sözcülüğünü yaptığını” buyurdu. Partinin gençlik kanadı Starmer’ın “tansiyonu tırmandırdığını, maço tavırlarla muhafazakar partiden daha şahin bir görünüm çizmeye çalıştığını” söyleyerek onu eleştirdiği için, gençlerin her yıl düzenlenen konferansları Starmer tarafından iptal edildi, örgütsel Twitter hesabına erişimleri kısıtlandı ve bütçeleri kısıldı.

Benzeri bir kampanyanın nüvelerini ABD’de de görüyoruz. Amerikan Demokratik Sosyalistleri (DSA), Putin’in Ukrayna’yı işgaline karşı yayınladığı açıklama metninin sonunda NATO’yu ve Batı emperyalizmini eleştirdiği için, Amerikan soluna duydukları kadim husumetle bilinen ve şirketlerce fonlanan bir grup Demokrat Partili bunu ulusal ölçekte bir habere dönüştürmekte gecikmediler. Beyaz Saray sözcülerinden Mike Gwin DSA açıklamasının “utanç verici” olduğunu belirtti.  New York Post’un anlatısına bu, “sosyalistlerin Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden ABD emperyalizmini sorumlu tuttuğu” biçimde yansırken, gazetede ayrıca yayınlanan ‘op-ed’ yazısında sosyalistlerin tutumu, “Putin için bahane üretmek” biçiminde tasvir edildi.

Bu kışkırtıcı söylem, ABD basınının Demokrat partiye yakın kısmınca haftalar boyu işlenerek Tucker Carlson, Josh Hawley gibi sağ görüşlü isimleri (ve de Demokrat Partili eski kongre üyesi Tulsi Gabbard’ı) Kremlin propagandasını yineledikleri gerekçesiyle ayıplayıp eleştirmek üzere kullanıldı. Elbette Gabbard bizzat Terörizmle Savaş döneminin şahinlerinden biridir (ki ben de daha önce pek çok kez onu eleştirdim), Hawley ve Carlson ise sadece iki gerici demagog; bilhassa Carlson kamusal tartışmayı zehirleyen bir ses. Rusya’ya Ukrayna’ya girdiğinde bunu bir “sınır anlaşmazlığı” diye tanımlayan Carlson’ın bu mesele hakkında söylediklerinin saçmalığına işaret etmenin de haliyle bir anlamı yok.

Ne var ki medyada McCarthy dönemini çağrıştıran suçlama tarzlarının hedefinde Carlson’ın saçmalıkları değil, Washington’ın Ukrayna konusunda yapması gerekene dair akla yatkın tutumu var: Rusya’yla bunun için bir savaşa girmemek. Aynı durum eleştirilen diğer kişiler için de benzer biçimde geçerli. Gabbard’ın aynı basın nezdindeki kabahati ise Rusya’ya uygulanan yaptırımların geri tepeceğini, Amerikan tüketicisine zarar vereceğini ve savaşı tırmandıracağın belirttiği; bu nedenle de “NATO’yu Ukrayna meselesinin dışında tutmanın” ve savaşı önlemenin daha iyi bir yol olduğunu söylediği açıklaması oldu.

DSA’in Washington’ın tepkisini çeken açıklaması da kusursuz değildi. Yine de açıklamada Putin işgalden ötürü açıkça kınanıyordu. Açıklamanın ana gündemini oluşturan; savaşın daha fazla tırmandırılmaması, mültecilerin kabulü ve diplomatik çözüme öncelik verilmesi gibi öneriler son derece makuldü, ki tepkilere sebep olan esas mesele de buydu. Pennsylvania senatörü Connor Lamb buna cevaben “sözleriniz Ukraynalılar için hiçbir anlam ifade etmiyor, fakat tanksavar füze ve mühimmat yardımı için aynı şeyi söyleyemeyiz” diyordu.

Beyaz Saray yetkilisi Gwin ise belli ki DSA açıklamasında 2014’teki Euromaidan devriminin bir “darbe” olarak tanımlamasını “utanç verici” buluyor. Darbe tabirinin tartışmalı bir kullanım olduğu şüphesiz, fakat orada ne olduğuna bakılırsa ve özellikle de oldukça benzerlik gösteren 6 Ocak olaylarını tanımlamak için de aynı tabirin kullanıldığı düşünülürse bu kullanım mantıksız sayılmaz.

Savaşı Durdur Koalisyonun’un açıklaması için de aynı durumdan söz edebiliriz. Starmer bu açıklamanın “Putin’le dayanışma” içinde olduğunu, Batının her düşmanını haklı gören bir “refleks” barındırdığını ve Moskova’nın baskıcı tutumlarına “paravan” işlevi gördüğünü iddia etti.

Böylesi tahkir edici suçlamaların gerekçesi nedir? Açıklamada sadece Putin’in savaşına karşı çıkılmayıp; İngiliz Hükümetinin diplomatik çözümü reddeden, gerilimi tırmandıran eylemlerinin de eleştirilmesi, Rusya’nın güvenlik endişelerini göz önünde bulundurarak NATO’nun doğuya doğru genişlemeyi durdurması için çağrı yapılması, Avrupa’nın güvenliği için Minsk protokolü çerçevesine dönülerek tarafların üzerinde uzlaşabileceği yeni bir düzenlemenin önerilmesi…

Durumun buraya nasıl geldiğini açıklamak için olguları bir tarihsel bağlama oturtmaya çalışan ya da Avrupa kamuoyuna kendi hükümetlerinin Soğuk Savaş’tan bu yana benimsediği siyasi tercihlerin buna ne şekilde hizmet ettiğine işaret eden yaklaşımlar; hemen her yerde, özellikle de sosyal medyada Putin’in hukuksuz savaşını meşrulaştırma ya da Kremlin’in papağanlığını yapma suçlamalarıyla karşılık buluyor.

Fakat iş hiç de sosyal medyayla sınırlı değil. “Asıl tehdidin NATO olduğunu düşünüyorsanız Rus propagandası aklınızı çeliyor” başlığıyla yayınlanan şuradaki okurdan gelen mektuplar köşesinde, NATO’nun mevcut gerilimle ilişkili olduğunu ya da bu gerilimi tırmandırdığını söyleyen fikirlerin, “akıl almaz bir Rus palavrası”, “NATO’ya Rusların gözünden bakan bir yaklaşım” diye bir kenara itildiği görülüyor. Propaganda üzerine çalışan bir uzman ise Kremlin’in “her şeyden NATO’yu ve Batıyı sorumlu tutan fikirleri teşvik ettiğini” ve “Rus halkının çoğunun buna inandığını” söyleyebiliyor.

Müesses Nizamdan NATO Genişlemesine Yönelik Eleştiriler

Batıyla Rusya arasında Ukrayna üzerinden gelişen gerilimin, birbiriyle örtüşen ve ayrışan birçok analitik yaklaşıma konu olmuş, uzun ve karmaşık bir tarihsel arka planı var. Savaşı Durdur gibi toplulukların ortaya koyduğu çözüm önerilerine makul düşünebilen insanlar da katılmamakta serbest.

Ne var ki bu önerileri Batıdaki iç düşmanların yalan ve propagandası, Putin savunuculuğu, ya da Kremlin’le gizli ittifak içindeki aykırı ve tehlikeli şahısların faaliyetleri diye bir çırpıda savuşturmak, Orwellvari bir seviyeye varacak kadar yanlıştır. Aslında bu minvaldeki eleştiriler, siyasi yelpazenin her kanadından birçok Amerkalı diplomat, dış politika uzmanı ve müesses nizam mensubu kişi tarafından yıllardır ana akım tartışmalarda dile getiriyordu.

ABD Dışişleri Bakanlığı’nda uzun yıllar Sovyetler uzmanı olarak çalıştıktan sonra Ronald Reagan ve George H.W. Bush döneminde ABD’nin Sovyetler Birliği büyükelçiliği görevini yerine getiren Jack Matlock’ı örnek verebiliriz. Savaş öncesinde Matlock “Soğuk Savaş sonrasında ittifak genişlemeseydi mevcut krizin oluşması için hiçbir gerekçe olmayacaktı” diye yazıyor ve ekliyor: “meselenin bu noktaya gelmesinde George W. Bush, Barack Obama, Donald Trump ve Joe Biden gibi bütün başkanların payı var.” Matlock, “Putin’in taleplerinin akla yatkın olduğunu” belirtiyor, savaşın engellenmesi için ise NATO’nun sınırlarının netleştirilmesini isteyen Moskova’nın talepleri doğrultusunda diplomatik çözümlere başvurulması gerektiğini söylüyordu.

Harvard Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler profesörü olan ve Foreign Policy dergisinde yazan Stephen Walt da benzer bir argümanı dile getiriyor. Ona göre ortada bir karışıklık var: Batı ülkelerinin Ukrayna için bir savaşı göze almayacağı ortadayken, “tarafları ayrıştıran esas meseleye [Ukrayna’nın olası NATO üyeliğine] ilişkin ABD’nin (ve bir bütün olarak NATO’nun) pazarlık masasındaki tutumunda en ufak bir değişiklik olmadı.” Walt, eleştirisine “Rusya’nın dile getirdiği şikayetlerin bütünüyle mesnetten yoksun olduğu, Batı için hiçbir surette taviz vermemek dışında herhangi bir seçeneğin mümkün olmadığı” türevinden görüşlerin Ukrayna meselesine fazla siyah-beyaz yaklaştığını ifade ederek devam ediyor.

Walt gibi “realist” ekole mensup düşünürlerden John Mearsheimer da Ukrayna’yı Batı yörüngesine sokmak isteyen Batılı yetkililerin, Rusya’yı daha radikal ve hukuksuz karşılıklar vermeye yönelttiğini nicedir söylüyordu. Yakın zamanda New Yorker’a verdiği demeçte bütün bu meselenin, Rusya’nın  bunu bir “varoluşsal tehdit ve kırmızı çizgi” olarak göreceğini açıkça belirtmiş olmasına rağmen, Bush’un 2008’de Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya katılması yönünde desteğini açıklamasıyla başladığını belirtti. Mearsheimer, Putin’in Rus İmparatorluğu’nu ya da Sovyetler Birliği’ni diriltmek amacıyla Avrupa içlerine doğru daha geniş bir alanı fethetmeyi kafasına koyduğu görüşüne katılmıyor ve bunun ABD dış politikasını belirleyen müesses nizam ve genel olarak Batı tarafından uydurulduğunu düşünüyor. Ona göre Kiev, Moskova’yla bir çeşit “modus vivendi” inşa etme noktasına gelmeli.

RAND Corporation’da (Pentagon’la bağlantılı, hava kuvvetlerinin kurulmasına öncülük ettiği bir düşünce kuruluşu) Ukrayna uzmanı olarak çalışan Samuel Charap, Şubat başında başlayan Ukrayna “krizinin” Soğuk Savaş sonrasında ABD’nin çabalamadan kazandığı başarının bir sonucu olduğu görüşünde. Ona göre “bölgede istikrarın sağlanması için bütün tarafların üzerinde mutabık olduğu bir anlaşmaya varılamazsa, Rusya eski Sovyet cumhuriyetlerinin statüsü üzerinden yeniden ABD ve müttefikleriyle karşı karşıya gelecek.”

Uluslararası ilişkiler profesörü Rajan Menon ve George W. Bush’un eski milli güvenlik personeli Thomas Graham’ın Ocak’ta Politico’da yazdıklarına baktığımızda da savaş ihtimalinden kaçınabilmek için ABD’li yetkililerin “Rusya’nın temel bazı güvenlik endişelerini dikkate alması” gerektiğini, “Ukrayna veya herhangi bir eski Sovyet ülkesinin NATO üyeliğini 25 yıllığına erteleyecek bir moratoryumun resmi bir duyuruyla ilan edilebileceği” salık veriliyor.

Yakın zamanda savaş karşıtı protestolara katıldığı için tutuklanan ve şiddet gören Rusyalı sosyolog Greg Yudin’in işgalden bir gün önce yaptığı uyarıya baktığımızda; “NATO’nun askeri anlamda Rusya’nın potansiyel bir düşmanı” olduğunu, “barışçıl ve masum bir ittifak” olmadığını, NATO genişlemesinin “sorumluluk sahibi herhangi bir Rus hükümetince engellenmesi gereken düşmanca bir eylem olarak görüleceğini” belirttiğini görüyoruz.

Ukraynalı sosyolog Volodymyr Ishchenko ise Putin’den sonra gelecek herhangi bir Rus hükümetinin, ne kadar progresif ve demokratik olursa olsun, Ukrayna’nın NATO üyeliğini bir tehdit olarak göreceği yorumunu yapıyor. O sırada halen tırmanmakta olan krize bir çözüm olarak Ukrayna’nın 2019 tarihli değişiklikle anayasasına dahil edilmiş “Avro-Atlantik entegrasyon” hedefinden vazgeçerek “tarafsızlık statüsüne geri dönmesi” gerektiğini söylüyor.

Örnekleri daha da çoğaltabiliriz: Katrina van den Heuvel, Washington Post’ta “NATO artık büyük ölçüde varlığının doğurduğu riskleri giderebilmek için var olan bir organizasyon” diye yazıyor. Jeffery Sachs, Financial Times’ta Washington’a “Ukrayna’yı kurtarabilmek için NATO’dan taviz verme” çağrısı yapıyor. Kings College London’da Ukrayna uzmanı olarak çalışan Anatol Lieven da aynı hususların altını çizerek, farklı zamanlarda kaleme aldığı yazılarda savaşın hem önlenebilmesi hem de sonlandırılabilmesi için Ukrayna’nın tarafsız kalması ve ittifaka katılımının geciktirilmesi gibi öneriler getiriyor.

Hatta Lieven’in eski ABD’li ve İngiliz büyükelçilerle geçen Ocak’ta bir araya geldiği toplantıdan çıkan sonuç “Rus hükümetinin henüz savaş kararı vermediği” ve müzakerelerde “Rus tarafının başlangıçtaki taleplerine cevaben Washington’ın takındığı tutumun çok daha ötesine geçilmesi gerektiği” üzerineydi.

Genişleme politikasının NATO’nun işlevinin tam zıddı bir netice doğuracağına dair ABD müesses nizamından diğer birçok isim tarafından yıllardır söylenenlerin yanında burada saydıklarımız ancak giriş düzeyindedir.

Soğuk Savaş dönemine damga vuran çevreleme politikasının babası kabul edilen George Kennan bu isimlerin başında geliyor. Kennan, 1997’den bugünleri öngörerek NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin “Rus kamuoyunda milliyetçi, Batı karşıtı ve militarist eğilimleri güçlendireceği, Rus demokrasisinin gelişimini olumsuz yönde etkileyeceği, Rus dış politikasını nahoş sapaklara sevk edeceği” uyarısını yapıyor.

Sekiz eski diplomatın uyarılarına bakıldığında da genişleme politikası, “bugün Almanya ve Rusya arasında uzanan bölgeyi ciddi düzeyde istikrarsızlaştırma ve Rusların çoğu nezdinde ABD’nin ve Batının Rusya’yı izole etmeye, kıstırmaya ve boyun eğdirmeye çalıştığı izlenimi yaratma” riski barındırıyor.

Aralarında emekli asker, diplomat, senatörlerin yer aldığı elli seçkin dış politika uzmanı da NATO genişlemesine karşı imzaladıkları mektupta, bu politikanın “Rusya’da siyasal yelpazenin her yanında karşıtlık yaratacak (…) tarihsel ölçekte bir hata olacağını, antidemokratik muhalefeti güçlendireceğini, reform ve Batıyla işbirliği yanlılarını ayağını kaydıracağını ve Rusların Soğuk Savaş sonrası gelişen uzlaşmayı sorgulamasına neden olacağını” söylüyor.

Biden yönetiminin şimdiki CIA direktörü William Burns, 1995’te Moskova’dan “NATO genişlemesinin ilk aşaması burada siyasal yelpazenin her yerinde hissedilen bir gelişme” ve bu hamle “en iyi ihtimalle prematüre ve en kötü ihtimalle gereksiz bir biçimde kışkırtıcı” diye yazıyor. Bundan on üç yıl sonra Burns, Bush yönetimine sunduğu bilgilendirmede “Ukrayna’nın NATO üyeliğinin (sadece Putin değil) Rus elitlerinin tamamı için kıpkırmızı bir çizgi olduğunu (…), Rusya’da en kilit aktörlerle iki buçuk yıldır devam eden temaslar boyunca henüz NATO’ya katılmış bir Ukrayna’yı Rus çıkarlarına açık bir tehdit olarak görmeyecek tek bir kişiye bile rastlamadığını” söyleyecekti. Günümüzden iki yıl önce Burns “Rusların dezavantajlı konumlarından ötürü husumet hissiyle yanıp tutuştuğunu” ve ülkede “tarihsel ‘sırtından vurulmuşluk’ teorilerinin rüzgarıyla beslenen fırtına havasının” geliştiğini yazmıştı.

Brookings Institution’da Rusya uzmanı olarak çalışan istihbarat analisti Fiona Hill’e göre de ABD istihbarat örgütlerinin tamamı 2008 yılında Ukrayna ve Gürcistan’a NATO üyeliği teklif edilmesine karşı çıkmış, fakat Bush yönetimi bunu dikkate almamıştı. Bu durum birçok dış politika uzmanı tarafından hem Soğuk Savaş sonrası ABD-Rusya ilişkilerinde hem de Putin’in Washington’la şahsi ilişkisinde bir dönüm noktası olarak görülüyor.

Tom Friedman, Henry Kissinger, Zbigniev Brzezinski ve Danial Patrick Moynihan gibi müesses nizamdan daha niceleri de vaktiyle benzer eleştirileri dile getirdiler.

Savaşın harareti içinde tüm bu insanlar işgali haklı çıkarmak ve Rusya’yı desteklemek için aniden ortaya çıkmışçasına, birdenbire hepsinin aptal ve hain, Putin dalkavuğu veya savunucusu, aşırılık yanlısı aykırılar olduğuna inanmamız bekleniyor. Bu fikirlerin yaygın kabul gören ana akım içindeki yerini kaybedip hain yalan ve propaganda faaliyeti haline dönüşüm hızı insanı hayrete düşürüyor.

Savaşı Açıklamak Savaşı Meşrulaştırmak Değildir

Bütün bunların önemi nedir? Bu noktaya nasıl geldiğimizi, Batıda hangi siyasi tercihlerin bu sonuca hizmet ettiğini ve nerede hata yaptığımızı anlamalıyız. Böylelikle aynı hataları tekrar etmeyebilir, tarihin tekerrür eden bu korkunç sayfasını tekrar tekrar okumak zorunda kalmayabiliriz. Mevcut durumun tekrar gelişmesini engelleyecek siyasi ve gayrı askeri çıkış yollarına yönelebilir, Avrupa ve Ukrayna arasında kalıcı bir barış, ya da hiç değilse istikrar sağlayabiliriz.

Şimdilerde Putin’i Adolf Hitler’le benzeştiren—dünyayı hakimiyeti altına almayı kafasına koymuş bir meczup gibi gören görüşler yaygın. Batının geçtiğimiz on yıllarda izlediği siyasetin, Putin’in bu menfur ve hukuksuz işgale girişmesinde hiçbir payı yokmuş gibi düşünmek birilerinin işine geliyor. Böyle düşünmek, bu siyasetin yürütülmesinde başat rol üstelenen siyasetçilerin işine geliyor; geçmişte NATO’nun genişlemesine yönelik ilk tasarrufa öncülük eden mevcut ABD başkanı da buna dahil. Böyle düşünmek, silah üreticilerinin ve küresel savaştan beslenen asalak şirketlerin işine geliyor. Böyle düşünmek; Ukrayna’yı Afganistan’a benzer, daimi bir savaş alanına dönüştürmek gibi çok tehlikeli fikirleri savunan savaş meraklısı şahinlerin işine geliyor. Ve elbette bu korkunç suçun sonlandırılması için hiçbir diplomatik çözüme alan açılamıyor, zira dünyayı ele geçirmeye ant içen meczuplarla asla müzakere yapılamaz.

Eğer bu çatışmaya giden süreçte Batı siyasetinin rolünü anlayamaz ve gelecekte aynı hatalara düşmekten sakınmazsak, savaş ve çatışma geleceğin kaçınılmaz bir parçası olacak. Yukarıda sözünü ettiğimiz isimlerin de belirttiği üzere Rusya’da NATO genişlemesine karşı çıkan sadece Putin değil. Önünde sonunda Putin iktidarı bıraktığında Batı siyasetine yön verenler aynı politikayı sürdürürse, NATO’nun bu meseleyle yakından uzaktan ilgisi olmadığına ve her şeyin megaloman bir adamın başının altından çıktığına dair basının ve siyasilerin verdiği güvenceyle ikna olan bizler, Putin’in yerine gelecek yönetimin de bu politikaya muhtemelen aynı seviyede karşı olduğunu göreceğiz. Bu ise çatışma durumuna daimi bir zemin hazırlıyor.     

Belki bu analize ya da önerilen çözümlere katılmadınız. Buna sonuna kadar hakkınız var. Ancak bunları çamur atarak ve itibar suikastına başvurarak gayrimeşrulaştırmak, hatta neredeyse suç muamelesi yapmak son derece akıl almaz tutumlardır; bütün bunlar 11 Eylül sonrası ortaya çıkan savaş histerisi, 1950lerin McCarthy dönemi cadı avları, Birinci Dünya Savaşı ve 1920lerin nice baskı ve hak ihlaline sahne olan Kızıl Tehlikesi gibi tarihin en utanç verici dönemlerinin tekrar edilmesi riskini barındırıyor.           

Batı dış politikasının cihatçı terörizmin sırtını sıvazlayan tutumuna açıklık getirmek, 11 Eylül’de yaşanan vahşeti meşrulaştırmaz, buna bir bahane sunmaz. Versay Barış Anlaşması’nın İkinci Dünya Savaşına nasıl zemin hazırladığını anlamaya çalışmak Hitler’in savaşa neden olan işgallerine bahane bulmak değildir. İki hafta önce bunları söylemeye gerek bile duymuyorduk. Şimdiyse belli ki bunları söylemek ihanet sayılıyor.


[1] ABD’nin dış dünyaya müdahale etmemesi gerektiğini savunan görüş ve politikaları sembolize eden slogan.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu