Jordan Peterson’ın “Postmodern Neomarksizmi” Tamamen Saçmalık – Çeviri: Kemal Büyükyüksel
Jordan Peterson’ın “postmodern neomarksizm” olarak adlandırdığı – Wikipedia’da saatlerce süren dikkatli araştırmalarla zenginleştirilen – son düşünceleri, entelektüellere gelince, reaksiyoner sağın elinden gelenin en iyisini yapamadığının bir hatırlatması.
Luke Savage’in Jacobin’de yayımlanan yazısının Türkçe çevirisidir. İzinle İVME Hareketi tarafından yayınlanmıştır.
Bu haftanın başlarında, karakteristik olarak tuhaf bir tweet dizisinde Jordan Peterson, “Postmodern NeoMarksistler” olarak kabul ettiği yazarların bir listesini yayınladı ve bu liste şöyleydi: “Ibram X Kendi, Ta-Nahesi-Coates, Robin DiAngelo, Kimberle Crenshaw, bell hooks, Andrea Dworkin, Michel Foucault, Naomi Klein, Catherine McKinnon, Judith Butler, Jacques Derrida ve belki de hepsinden önemlisi Michel Foucault. Bu liste tamamlanmadı.”
Bu isimlerden birkaçına azıcık bile olsa aşina olan herkes, Peterson’ın listesinin oldukça bambaşka kişilerden bahsettiğini görebilir: Örneğin Naomi Klein, muhtemelen en çok felaket kapitalizmi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Bu arada Robin DiAngelo, kurumsal kapitalizmin en büyük firmalarından bazıları için danışman olarak çalıştı. Ta-Nehisi Coates, Amerika’da ırkçılık hakkında yazılar yazarak ve tazminat davalarını savunmasıyla öne çıktı. Michel Foucault (komik bir şekilde iki kez bahsi geçiyor) bir tarihçi ve büyük ölçüde postyapısalcılıkla ilişkilendirilen bir filozoftu.
Bazılarının hızlı bir şekilde gözlemlediği üzere, bahsedilen figürlerden birkaçı bariz şekilde postmodernist değildir (Peterson’ın ismini andığı Catherine McKinnon, bir zamanlar tam anlamıyla “Points Against Postmodernism” başlıklı bir makale yazmıştır) ve kaçının “Marksizm”e benzeyen herhangi bir şeyle uzaktan bile ilişkili olduğu tartışmalıdır. Yazar, gerekçe olarak, sanki gömülü bir gerçeği okuyuculara ifşa ediyormuş gibi şu belirtti: “Bu listeyi kamuoyuna açıkladım, çünkü düşüncesi postmodernizm ve Marksizm arasındaki bağlantı noktasında var olan tek bir düşünürün adını veremediğim için sık sık eleştirildim.” Derin düşüncelere dalmış biri izlenimini daha da artıran Peterson, postmodernizm ve Marksizm hakkındaki Wikipedia sayfalarından alıntıları tweetledi — bunlar da tıpkı ilk isim listesi kadar birbiriyle alakasız alıntılardı.
Bunun oldukça açık bir nedeni var, o da entelektüel gelenekler olarak postmodernizm ve Marksizmin birçok açıdan oldukça zıt olmasıdır.
Marksist düşünce, hızla sanayileşen kapitalist toplumlar bağlamında ortaya çıktı ve bu toplumların koşullarını ve yörüngelerini maddi çelişkilerinin analizi yoluyla açıklamaya çalıştı. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında radikaller ve devrimciler tarafından ele alınan düşünce, modern kapitalizmin maddi eşitsizliklerini aşmaya, etkisiz hale getirmeye veya iyileştirmeye çalışan yirminci yüzyılın çok çeşitli siyasi akımlarını canlandırmaya devam edecekti. Hem eleştiri hem de reçete seviyelerinde, Marksizm bu nedenle yönelimde yapısalcı olma eğilimindeydi: insan toplumunun altında yatan temellerin tanımlanabileceği ve tarihsel olarak konumlandırılabileceği fikrine dayanıyordu.
Aslında tam da bu karakteristik, yirminci yüzyıl boyunca -özellikle büyük tarih teorilerine ve bütünleştirici veya ütopik kabul ettiği eleştirilere kuşkuyla bakan Sağda- onun en yüksek sesi çıkan eleştirmenlerinin çoğunun başlıca hedefiydi. Bu kuşkusuz bir genellemedir, ancak postmodernist ve postyapısalcı düşüncenin etkisi, yapısalcı teorilerin (özellikle Marksizmin) etkisi yalnızca entelektüel ve akademik çevrelerde değil, aynı zamanda daha geniş kamusal alanda geriledikçe ilerleme eğilimindeydi. Marksizm’in tam tersine hem postmodernizm hem de postyapısalcılık, tarihsel üst anlatılara yönelik şüphecilik ve siyaset, metafizik, epistemoloji ve edebiyat eleştirisinde derin temellerin olasılığı (ve arzu edilebilirliği) hakkında şüphe duymak ile yakından ilişkilidir.
Peterson, değeri ne olursa olsun, kendine özgü, oldukça tuhaf bir füzyonu detaylandıran bir açıklama ekledi:
Ve postmodern neomarksizm, tek gerçeğin ve büyük etik/anlatının, sınıflar arasındaki (çeşitli şekillerde tanımlanır: ekonomik olarak ya da ırk/cinsiyet/toplumsal cinsiyet ya da onların “kesişimi” ile) güç ilişkilerinin bilinçli bir biçimde işleyişe koyulduğu. . . ve bunun sonucunda ortaya çıkanın kaçınılmaz ve bilinçli bir sömürü olduğu iddiasındadır.
Entelektüel bir laf cambazlığı olarak, bu çok az şeyle çok şey başarır. Peterson’ın formülasyonunu mantıksal sonucuna götürürsek, aslında, eşitsizlik, hiyerarşi veya algılanan adaletsizlik eleştirisi içermesi koşuluyla, böyle bir tanıma neredeyse her şeyi dahil etmek mümkün olacaktır. Böylece, bir çırpıda, Jacques Derrida ve Robin DiAngelo, (muhtemelen) ırk, cinsiyet, sınıf, cinsellik veya genel olarak sömürü ile ilgili endişe taşıyan sonsuz sayıda çağdaş aktivist grup veya sosyal adalet trendi aynı kapsama indirgenebilir.
Burada hemen bariz bir sorun gözlemlenebilir, o da “sınıflar” arasındaki (Peterson’ın anladığı anlamda) iktidar ilişkilerinin eleştirilerinin açıkça hem postmodernizm hem de Marksizm’den önce gelmesidir. (Mary Wollstonecraft, 1792’de A Vindication of the Rights of Woman’ı yayımladığında postmodern bir neo-marksist miydi?) Peterson, elbette, “tek gerçek ve büyük etik/anlatı” uyarısını ekliyor, yani, daha iyimser bir yorumla, tanımı, insan toplumunun doğası hakkında bütüncül ve bütünleştirici teorilerle sınırlı olabilir.
Bununla birlikte, bir kez daha, bu, ilk listesini daha az keyfi veya daha tutarlı hale getirmek için çok az şey yapar. Ne de olsa bugün pek çok ana akım sosyal adalet eleştirisi, bariz bir şekilde sınıfsal veya materyalist bir boyuttan yoksundur ve bazı durumlarda, tam da bu nedenle güçlü kurumlar tarafından benimsenebilir. Amazon gibi kurumsal devler, sosyal adaletin şatafatını benimsemeye fazlasıyla hevesliler, ancak kesinlikle sosyal hiyerarşiyi ortadan kaldırmaya veya sınıfsız bir toplum yaratmaya çalışmıyorlar. Aynı şekilde, geniş “kesişimsellik” fikrini destekleyebilecek pek çok merkezci ve liberal politikacı, en asgari ve piyasa temelli reformların ötesinde herhangi bir şeyi savunmakta isteksiz olacaktır (ve çoğu durumda, her türlü dönüştürücü politika yapımına derinden düşmandır).
Bunun nedenleri var ve genel olarak dönüştürücü siyasi projelerin çöküşü bir yana, yapısalcılığın ve büyük anlatıların gerilemesiyle çok ilgisi var. Bu eğilimler ve onlardan çıkan geniş entelektüel gelenekler yelpazesi kesinlikle hala var. Ancak günümüzde ana akım sosyal adalet politikalarının çoğu, modernizmle ilişkilendirilen bütünleştirici teorilere ve bütünsel açıklamalara karşı oldukça spesifik olarak tanımlanmaktadır: bunun yerine kişilerarası ilişkilerin dinamiklerini, dilin mekaniğini ve belirli kimliklerin tanınmasını vurgulamaktadır. Elbette bunların hiçbirinde mutlaka yanlış bir şey yoktur, ancak bunların her şeyi kapsayan veya ütopik bir projeye ait olmaları pek olası değildir.
Entelektüel tutarlılığın, başarılı bir düşünür veya çok satan bir yazar olmak için bir ön koşul olmadığını söylemeye gerek yok. Peterson’ın çekiciliği, aslında, gerçek anlamı belirsiz kalsa bile, bilgece bir şeyler diyormuş gibi gözükecek kadar anlaşılmaz bir dilde banal iddialarda bulunma yeteneğinden kaynaklanmaktadır. Sağın gözde kamusal entelektüeli, Slavoj Zizek’le tartışırken, kulağa genellikle okumayı zar zor bitirmiş bir öğrenci gibi duyuluyordu. (Peterson, görünüşe göre, etkinliğe Komünist Manifesto’yu biraz gözden geçirerek hazırlanmıştı.) Ne olursa olsun, bu titizlik eksikliğinin sağladığı bir tür entelektüel beceri var: kelimelerin ve kavramların anlamları (ironik bir şekilde) o kadar sonsuz bir şekilde akışkan ve çeşitli hale geliyor ki, hemen hemen her şeyin hizmetinde kullanılabiliyorlar.
Bu durumda, sonuç, her sağcı şikâyetin ve algılanan düşmanın yekpare bir ideolojik öcü üzerine yansıtılabileceği, hiçbir tarih bilgisi veya entelektüel çaba gerektirmeyen, kendi maceranı seçebileceğin bir eğlence oluyor. Ne diyebilirsiniz ki? Daha yüksek kalibre reaksiyonerleri hak ediyoruz.