Demokrasi ve SolDış Politika ve EnternasyonalizmDünyaGündemPolitikaToplumsal AdaletToplumsal Cinsiyet

Bir İllüzyonun Hakimiyeti: Solun Mülteci Sorunu Hakkında Söylediği Bir Şey Yok Algısı – Kemal Büyükyüksel

Kamusal alandaki tartışmalar çözüm odaklı bir mutabakat üretmekten çok insanların birbirleriyle kavga ettiği ve farklı siyasal grupların bu sorunlar üzerinden güç devşirmeye çalıştığı bir kakafoniye dönüşmüş durumda.

Türkiye’de yıllardır devam eden ancak son zamanlarda iyice yaygın bir tartışma konusu haline gelen en önemli toplumsal meselelerden biri mülteci sorunu. Birçok kişi mevcut çözümsüzlük durumundan ciddi derecede rahatsız. Birçok kişi Türkiye’nin karşılaştığı mülteci sorunu hakkında ne yapılması gerektiği ve meseleye nasıl yaklaşılması gerektiği hakkında birçok farklı öneri sunuyor. Kamusal alandaki tartışmalar ise çözüm odaklı bir mutabakat üretmekten çok insanların birbirleriyle kavga ettiği ve farklı siyasal grupların bu sorunlar üzerinden güç devşirmeye çalıştığı bir kakafoniye dönüşmüş durumda. Sorunun çözümüne odaklanmaktan çok kontrolsüz bir toplumsal öfke patlaması tekil kişilere yöneliyor; birçok zaman ise bu öfkenin yöneldiği kişiler mülteciler dahi olmuyor.

İnsanlar söylediklerinden dolayı tehditler alıyor, linç ediliyor, kimlikleri ifşa ediliyor. Gittikçe gerginleşen bu ortamda öfkeyi besleyen, ondan sonra da bu öfkeyi suiistimal ederek elde ettiği siyasal güç ile diğer görüşleri baskılayan gruplar ortaya çıkıyor. Kimse rahatça konuşamıyor, konuşursa yanlış bir şey söyleyip linçe maruz kalacağından korkar hale geliyor. Bu arada da mevcut sorun için bir çözüm üretme derdinden gittikçe uzaklaşılıyor ve tüm mesele farklı tarafların birbirleriyle çarpıştığı ve toplumsal gerilimin gittikçe tırmandığı bir ortama evriliyor. Bu kontrolsüz kaos ortamı ile beraber de şiddet sarmalına girilme ihtimali her geçen gün artıyor. Eğer düzgün bir tartışma zemini kurulamazsa ve sorunun çözümü için sağlıklı söylemler ve politikalar üretil(e)mezse bu sorunu bir provokasyon malzemesi haline dönüştürmek isteyenler üzerinden ülkenin karanlık bir faşizm atmosferine sürüklenme riski de artıyor. Tüm tartışmanın aşırı sağın sunduğu perspektif üzerinden yürümesinin yolu açılıyor. Lakin ne olursa olsun, şiddet bir çözüm değil ve sorunun kaynağı hakkında konuşulmadığı sürece gerçek bir çözüme ulaşmak da mümkün değil.

Sola Gelen Genelleyici Eleştiriler

Farklı siyasal gruplar meseleye farklı perspektiflerden yaklaşıyor. Mülteci sorunu konusunda ise nedense sol görüşlü grupların elle tutulur bir şey söylemediği fikri hâkim kılınmaya çalışılıyor. Eleştiriler genellikle solun sadece politik doğruculukla ilgilendiği, ortadaki sorunu görmeyi reddettiği ve mülteciler hakkında “Pollyanna”cılığa varan bir tavra sahip olduğu üzerine kurulu. Yine eleştiriler solun mülteciler hakkında bir şey söylemekten çok halka ithamlar yönelttiği ve mültecilerin Türkiye’deki mevcut konumunu meşrulaştırdığı yönünde olabiliyor. Tüm bunlardan sonra da solun mülteci sorununda cevapsız olduğu, söyleyebilecek bir şeyi olmadığı algısı perçinleniyor. Bu eleştirilerin geçerli olabileceği tekil bireyler olsa dahi böyle bir genelleme yapılması hiç gerçekçi olmaz. Ve solun mülteci krizinde söyleyebilecek bir şeyi olmadığı algısının hâkim kılınması çabasının altında solun topyekün siyasal meşruiyetini zayıflatma gibi bir strateji yattığını da göz ardı etmemli. Bu konu kullanılarak sol, mevcut siyasal tartışmaların dışına itiliyor ve diğer siyasal grupların hakimiyet tesis edebileceği bir süreç ortaya çıkıyor. Bununla birlikte sol hakkında hainliğe varan yaftalamalara hızlıca başvurulmaya başlanıyor.

Ancak solun mülteci krizi hakkında söyleyecek bir şeyi olmadığı algısı yanlış. Aksine, bu krizin kaynaklarını tespit ederek bunun nasıl engellenebileceği üzerine sistematik çözümler sunmakta sol aslında çok daha güçlü bir pozisyona sahip. Sağ siyaset ise birçok diğer sorunda olduğu gibi mülteci krizinde de palyatif çözümler sunmaktan öteye giden bir yaklaşım sergileyemiyor. Sorunun müsebbiplerini konuşarak bir çözüme ulaşmaktan çok tüm odak kontrolsüz bir öfke ile mültecilere yöneliyor ancak bu da günün sonunda çözümsüzlük dışında bir şey sunmuyor. Sadece belli siyasal grupların bu çözümsüzlükte yükselen öfke üzerinden siyasal güç devşirmesine sebep oluyor. Ancak soldan durumun tespitinin yapılması gayet de mümkün. Ve eğer dinlenirse birçok çözüm önerisi de çözüm sunma gücüne sahip.

Mülteci Krizinin Sebepleri

Şimdi yapılan tespitler ve getirilebilecek önerilere değinelim. İlk olarak mülteci krizinin sebebi nedir? Türkiye’deki mülteciler ağırlıklı olarak Suriyeli ve Afgan. Bu ülkelerde göç akımlarını tetikleyen krizlerin ne olabileceğini düşünmek için çok da uğraşmaya gerek yok. Her şeyden önce iki ülkede de savaş ve çatışma yaşanıyor veya yaşandı. Bu savaş koşulları altında ise yoksunluk, güvencesizlik, kıtlık ve güvenlik sorunları ortaya çıkıyor. Türkiye’ye buralardan gelen her mültecinin geliş sebebi bu mu? Olmayabilir, ancak dünyadaki göç akımlarının ekseriyeti savaş, kıtlık, güvencesizlik ve güvenlik sorunlarıyla alakalı.

İşte tam da burada solun rahatlıkla vurgu yapabileceği bir olgu karşımıza çıkıyor: Savaşların, yoksulluğun veya kıtlığın sebepleri. Bu sebepleri sadece ulusal düzeydeki dinamikleri okuyarak anlamak da mümkün değil. Büyük ülkelerin müdahaleci dış politikalarına, emperyalizmin farklı çeşitlerine ve küresel ekonomik düzen içerisindeki eşitsizliklere ve sömürü ilişkilerine değinmeden bu sorunları açıklayabilmek pek mümkün değil. Nitekim hem Suriye’de hem de Afganistan’da uzun yıllardır “normal” olmayan koşullar hâkim.

Afganistan’da uzun süredir bir çatışma ortamı var ve her zaman emperyalist çatışmaların merkezi olmuş kritik bir bölge. İlk önce İngiltere ve Rusya, sonra da ABD ve Sovyetler arasında bir vekalet çatışması yaşadı. Bugün ise halen ABD, Rusya, Hindistan ve Çin gibi ülkeler için kritik bir bölge. Afganistan’da oluşan çatışma ortamı da sadece iç dinamiklerle açıklanamaz. Benzer şekilde ülkenin kültürüne karanlık bir ataerkil İslamcı zihniyetin hâkim olması da sadece iç dinamiklerle açıklanamaz. Burada birçok faktör arasından sadece 1980’lerde Sovyetler ’in Afganistan’a müdahalesi ve akabinde ABD’nin Sovyetleri zayıflatmak için Afgan mücahitlere neredeyse sınırsız silah yardımı yaparak bu grupları büyütmesine bakmak bile yeterli. Nitekim 1980’lerde besledikleri mücahitler sonra hem Afganistan’da hem de tüm dünya üzerinde karanlık bir hayalet gibi dolaşmaya başladı. Taliban ve El-Kaide bu kaynaklar sayesinde büyüdü. Hatta sonunda ABD’nin kendi eliyle yarattığı El-Kaide silahlarını direkt ABD’ye doğrultarak 2001’de İkiz Kulelere saldırdı ve ABD tarihinin en büyük terör saldırısında neredeyse 3000 sivil yaşamını yitirdi.

Odağımızı Suriye’ye çevirecek olursak da 10 yıldan uzun süredir devam eden çatışmayı besleyen aktörlerin yine benzer olduğunu görmek mümkün. Suriye’deki muhalif gruplar Esad hükümetine karşı isyan ettikten kısa bir süre sonra ABD ve AB ülkeleri bu gruplara silah yardımında bulunmaya başladı. Bu süreçte de Türkiye ve Suudi Arabistan kullanıldı, bu ülkelerdeki iktidarlar ile ortaklık yürütüldü. Hatırlatmak gerekir ki 2013 yılında AB ülkeleri tarafından Suriyeli muhalif gruplara halen silah ambargosu uygulanıyordu. Bu ambargo İngiltere ve Fransa’nın baskısıyla kaldırıldı ve hemen akabinde Suriye’deki cihatçı gruplara muazzam bir silah akışı sağlandı. Birkaç yıl sonra ise ironik bir biçimde zamanımız en dehşet verici terör örgütlerinden biri olan IŞİD’in elindeki silahların üçte birinin AB’de üretildiği tespit edildi. Şüphesiz ki Esad rejimi demokratik değildi ve ağır insan hakları ihlallerinde bulunuyordu. Ancak bunun karşılığında da Suriye’de bir iç savaşı körükleyerek milyonların hayatlarını yerle bir edecek şekilde cihatçı örgütlere AB ve ABD tarafından Türkiye ve Suudi Arabistan’ın da desteğiyle sınırsız desteğin ve silah akışının sağlanması da barışı değil şiddeti arttırdı, çözümsüzlüğü körükledi.

Suriye’deki bu vekalet savaşına Rusya’nın da müdahil olmasıyla şiddetin dozajı iyice arttı. Halep gibi şehirler yerle bir edildi. IŞİD terörü geniş bölgeleri yaşanılmaz hale getirdi. Bununla birlikte YPG’nin Suriye’nin kuzeyinde IŞİD’e karşı yürüttüğü çatışma sırasında yerel halk yerlerinden edildi. Suriye rejiminin, Rusya’nın, IŞİD’in ve Batı’nın desteklediği muhalif cihatçı grupların zorla yerinden etme pratikleri, uyguladığı ölçüsüz şiddet ve insan hakları ihlallerinin hepsinin belgelerine erişmek de mümkün. Benzer şekilde YPG’nin de Suriye’nin kuzeyinde yürüttüğü savaş sırasında insanları zorla yerlerinde ettiği ve yerel Arap halkına karşı etnik temizliğe giriştiği iddiaları da Amnesty International gibi kurumlar tarafından belgelerle ortaya koyulmuş durumda.

Türkiye de Suriye’deki savaşa Batı ülkeleri ile iş birliği içerisinde doğrudan müdahil oldu ve Suudi Arabistan ile birlikte muhalif gruplara desteğin ana hatlarından birini oluşturdu. İki ülke de Batı ile açıkça Esad rejimine karşı konumlanarak rejimi devirmek üzerine çatışmayı körükleyen bir strateji izledi. 2010’ların ilerleyen yıllarında da Türkiye’nin askeri anlamda sahada bizzat aktif olduğu bir süreç izledik. Yani burada Suriye’deki krizden Türkiye’deki iktidarın da sorumlu olduğunu söylememiz gerekiyor. Ancak aynısı diğer ülkelerden göç edenler için pek de söylenemez. Afganistan’da yaşananlardan Türkiye’ye pek bir sorumluluk biçmek gerçekçi olmayacaktır.

Bu ülkelerde yaşananların sebepleri sadece iç dinamiklere bağlanamaz ve bu gerçekliğe değinilmediği sürece insanların neden ülkelerini terk ettiklerini tamamen açıklamak da mümkün olamaz. Krizin sebepleri doğru tespit edilemezse sorumlular da tespit edilemez. Sorumlular tespit edilemezse bu krizlerin yükü de orantısız şekilde ve haksızca sadece belli ülkelere bindirilir. Bahsedilen iki ülkenin dışında mültecilerin yoğun olarak ortaya çıktığı diğer ülkelerin de genellikle savaş, kıtlık, yoksulluk veya güvencesizlik koşullarına mahkûm ülkeler olması da bir rastlantı değil. Mesela Libya, Somali, Irak, Mali ve en son olarak da Ukrayna’da gördüğümüz gibi. Ve bu gerçek göz önünde bulundurulduğunda solun çok net bir biçimde bu krizlerin sebebini açıklama kabiliyeti ortaya çıkıyor. Bu ülkeler sadece ulusal dinamiklere dayanarak bu denli güvencesiz hale gelmiyor, küresel sömürü ilişkilerinin bir sonucu olarak bu hale geliyorlar. Büyük güçler kendi çıkarları için ülkelere müdahale ediyor, bu emperyalist ve müdahaleci politikalar ise günün sonunda savaş koşullarını besliyor. Eğer savaş değilse de bu sefer küresel ekonomik düzen içerisinde yine büyük ülkeler küresel güney olarak adlandırılabilecek az gelişmiş ülkelerin kaynaklarını sömürebilmek için bu ülkelerin iç işlerine karışıyor, pazarlarına giriyor ve kaynak aktarımını en karlı şekilde gerçekleştirmenin yollarını arıyorlar. Ancak bu süreç yüzünden de ülkeler sağlıklı ve istikrarlı biçimde kalkınma olanaklarından mahrum kalıyor. Bu halklara müdahale edilmediği her durumda sonuç yüksek refaha erişmiş toplumların oluşacağı anlamına gelmiyor. Ancak bu sömürü dinamiklerinin dışında okunabilecek bir gerçeklik içinde yaşamıyoruz. Yerel halk ise bu koşullarda sürdürülebilir bir yaşam inşa edemediği için kendisini güvencesizlik, yoksulluk ve hatta kıtlık durumuna iten ülkesini terk ediyor. Yıllardır Afrika’dan Avrupa’ya gerçekleşen göç bu dinamiklerden ayrı okunamaz. Ve unutmamalı ki Akdeniz’in altı bir Afrikalı mezarlığı.

Yakın zamanda tüm bu koşulların üstüne bir de iklim krizinin tetiklediği göç akımları eklenecek. Ve iklim krizinin sebeplerine bakınca yine odak büyük ülkelere dönüyor. Bu krizi yine en çok gelişmiş ülkeler ve bu ülkelerdeki büyük şirketler körüklüyor. Ancak iklim krizinin yarattığı koşullardan en çok etkilenenler yine en gelişmemiş ülkeler oluyor. Gelişmiş ülkeler ve büyük şirketler bu krizin en büyük sorumluları olmalarına rağmen en az etkilenenler oldukları için de sorunun çözümü konusunda umursamaz bir tavır takınabiliyorlar. Günün sonunda gelişmemiş ülkelerde oluşan kuraklık ve kıtlık koşullarından dolayı gelişmiş ülkelere doğru göç dalgaları güçlenmeye devam ediyor. Gelişmiş ülkeler bu göçmenlere karşı gitgide kendi sınırlarını daha da büyük duvarlar örerek korumaya çalışıyor ancak göç akımlarını tetikleyen sebepler ayakta kaldıkça örülen duvarlar yetersiz kalıyor, palyatif çözümler bir çare olamıyor ve sürekli ayakta kalan bir mülteci krizi anti-demokratik bir tavra sahip olan aşırı-sağ siyaseti her yerde güçlendiriyor, demokrasilerin yaşadığı krizler de derinleşiyor.

Tartışmalı Sorunlar

Mülteci krizinin sebeplerini ve sorumlularını konuştuktan sonra bir de ne yapılabileceği hakkında konuşabilmek gerekiyor. Türkiye dünyadaki en çok mülteci barındıran ülke olarak bu küresel mülteci krizinde merkezi bir konumda yer alıyor ve üstünde taşıyabileceğinden ağır bir yük var. Bu ağır yük vurdumduymaz bir politika anlayışıyla da birleşince Türkiye’deki mültecilerin ne yaptıkları düzgünce denetleniyor ne de yaşam koşulları. Sınır denetimi konusunda elle tutulur hiçbir adım atmayan iktidar, bir yandan da Türkiye’deki mültecilerin denetimini düzgünce yapmamakta diretiyor. Bu hem mülteciler için büyük bir sorun hem de yerel halk için. Mültecilerin ne gibi güvencesizlik koşullarına itildiği tam olarak bilinmiyor. Özellikle mülteci kadınların ve çocukların ticari emeller için nasıl sömürüldüğü belgelenemediği için gayet sağlıksız bir yaşam sürüyorlar. Mültecilerin denetlenmemesi ve günbegün artan mülteci yükü için bir çözüm aranmaması yerel halkı da ciddi biçimde etkiliyor. Mültecilerin karıştığı suçlar veya kamusal düzeni bozan faaliyetleri düzgünce takip edilmedikçe halk içerisindeki adaletsizlik hissi de artıyor. Kamusal alanda eklemlenebilecek bir yerleri de olmadığı için kaotik bir biçimde her yere yayılmış bir mülteci topluluğu oluşuyor. İnsanlar ise kamusal alanlarının toplumsal normlara yeterince uyum sağlayamayan kitleler tarafından “işgal” edildiği hissine kapılıyor. Bunun üstüne bir de mültecilerin karıştığı suçlar ve infial yaratacak görüntüler yayıldıkça toplumsal öfke dizginlenemez hale geliyor. Ekonomik krizin de yarattığı huzursuzluk ortamında insanlar kolayca öfkelerini yöneltebileceği bir kitle olarak mültecilere yönelebiliyorlar.

Mültecilerin özellikle son zamanlarda yayılan kadınlara karşı taciz görüntüleri de göz ardı edilmemeli. Ancak aynı anda da kadınlara karşı taciz ve şiddetin önlen(e)miyor ve düzgünce cezalandırılmıyor oluşunun mültecilerle sınırlı olmadığı, bu sorunun kökeninde düzgün politikalar yürütemeyen ve İstanbul Sözleşmesini iptal eden iktidarın olduğunu hatırlamakta fayda var. İktidar zaten kadına karşı taciz ve şiddet konusunda vurdumduymaz davranıyor ve bu da iktidarın zihniyeti hakkında birçok şeyi açık ediyor. Bu açıdan, mülteciler ve yerel halkın karıştığı taciz vakalarının önlenmesi benzer adımları gerektiriyor. İktidarın bunu yapmıyor oluşu ise iktidarın yetersizliğinin bir göstergesi.

Tüm bunlar değerlendirilirken özcü yaklaşımlar sergilememek önemli. Birbirinden farklı derecelerde tutuculuğa sahip toplumların ani karşılaşması uyumsuzluğa ve çatışmalara sebep olabilir. Tabii şunu da asla unutmamak gerekiyor: Türkiye’de de toplumun birçok tutucu tavrı var ve mülteci sorununun yarattığı tartışma üzerinden Türkiye’nin kendi ataerki sorunları hafifletilmemeli. Mülteciler içinde infial yaratabilecek davranış sergileyenlerin Türkiye’de yaşanan taciz ve şiddet olaylarını da unutturmaması gerekiyor. Nitekim kamusal alanda mültecilerin kadınları taciz eden görüntülerine “kadınlarımıza ne hakla?!” diyerek kadınları bir namus nesnesi gibi görüp tepki gösterenler yok değil. Yani mültecilerin kadınlar rahatsız etmesine tepki gösterirken bile ataerkil reflekslerimiz baskın gelebiliyor. Bu da bizim hakkımızda bir şeyler anlatıyor.

Öte yandan, toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda her toplumun aynı düzeyde olmadığını söylemek de garip karşılanmamalı. Afganistan, Türkiye değil; Türkiye de Almanya değil. Bunu inkâr ederek mülteci sorunu tartışması çıkmaza sürüklenebilir. Ancak eğer bu sağlıklı bir biçimde konuşulmazsa ortam sadece özcü açıklamalara ve oradan topyekûn tüm bir topluluğu genelleyen ayrımcı ve faydasız yaklaşımlara bürünebilir. Bu yaklaşım da fazlaca güçlenirse toplumun faşizme yatkın bir atmosfere kayabilir. Hatırlatılması gereken şey, hiçbir ırkın veya toplumun topyekûn olarak ebedi ve zamansız şekilde bir “biçimde” olmadığı, toplumsal ve siyasal kültürün mevcut halini besleyen dinamiklerin tarihsel, ekonomik, politik ve sosyal olduğu ve belli değerlerin toplumlarda daha hâkim olmasına rağmen bunun o toplumun tüm fertlerine genellenemeyeceği olmalıdır. Bunu akılda tutmak, faydasız, gereksiz ve tehlikeli bir şiddet ve nefret eğilimini körükleyecek yaklaşımları zayıflatarak mülteci sorununa sağlıklı çözümler bulabilmek için konuşma zeminini ayakta tutabilir. Ve şunu da hatırlatmakta fayda var. Tüm bunlar, suç teşkil edecek bir eylemin meşru görülmesine hiçbir şekilde sebep olamaz. Suç suçtur, cezası da sabittir. Bir insanın cinsiyet eşitliği konusundaki cehaleti, onu yaptığı yanlış eylemden azledemez. Türkiye vatandaşı da olsa böyle, mülteci olsa da. Nitekim kimsenin başkasını izinsiz şekilde telefonla çekerken yaptığı şeyin yanlışlığının farkında olmamasının da pek akla yatar bir yanı olmadığını söylemekte fayda var.

Mülteci Sorunundan Fayda Sağlayanlar

Türkiye’deki bu denetimsizlik hali mülteciler için de bir sorun, çünkü birçoğu çok sağlıksız koşullarda, derin bir yoksulluk içerisinde, güvencesizlikle boğuşur bir halde yaşamını sürdürmek zorunda kalıyor. Benzer şekilde yerel halk için de bir sorun. Yani mevcut durumun mülteciler açısından da yerel halk açısından da pek bir kazananı yok. Peki bu krizin kazananları kimler? İşte bu sorunun cevabı asıl hedef alınması gereken aktörleri ve çözümün de neleri değiştirerek sağlanabileceğini ortaya çıkaracaktır. Türkiye’nin üstüne adaletsizce bindirilen yükten üç temel kazanan olduğunu söylemek mümkün.

Birincisi, Türkiye ile insan haklarına aykırı olduğu farklı uluslararası hak örgütleri tarafından ifade edilmiş olan mülteci geri kabul anlaşması yapan Avrupa Birliği. AB mülteci alımı yapsa dahi Türkiye’deki durum ile karşılaştırılınca üstüne düşen görevi pek de yerine getirmediğini söylemek mümkün. Bunun yerine Türkiye’deki iktidara para vererek Türkiye’yi mülteciler için sınır karakoluna çevirmiş halde. Yani para karşılığında mültecilerden özgürlüğünü satın alan bir AB ile karşı karşıyayız. Ve bununla birlikte bu konuda AB ile iş birliği yapan, hatta bu iş birliğini de uluslararası arenada kendine meşruiyet devşirmek için koz olarak kullanan bir iktidar Türkiye’de hüküm sürüyor. Bir bakıma burada bir kazan-kazan ilişkisi var. İktidar AB için bir mülteci sınır karakolu işlevi görüyor, bunun karşılığında hem finansal destek alıyor hem de AB tarafından muhatap alınmaya devam ediyor. Bundan öte, AB kendi sınırlarına Frontex gibi güvenlik orduları dizerek insan hakları ihlallerine ve hatta mültecilerin ölümlerine sebep oluyor. Mültecileri sınırlarının dışında tutmak için sınırları içerisinde savunduğu tüm siyasal değerlerin tam zıttı haline dönüşen bir AB.

Mevcut durumdan memnun olan ikinci ana aktör ise Türkiye’deki sermaye. Zımni bir açık kapı politikası izlenmesiyle ülkeye sürekli olarak ucuz işgücü olarak sömürülebilecek emek kaynağı akıyor. Türkiye’deki sermaye mültecileri yasal olmayan koşullarda çalıştırarak karlılığını arttırıyor. İktidarın denetimsizliğinden beslenerek çok düşük ücretler karşılığında mültecileri kullanıyor, böylelikle ülke genelinde de ücretleri düşük tutabilecek koşulları yaratıyor. Ücretlerin düşmesiyle birlikte yerel halkın emek gücü daha ucuza kullanılabiliyor, böylelikle sermaye daha da çok kazanç sağlayabiliyor. Yani burada da mülteciler ve yerel halkın farklı toplumlardan olmasına rağmen sermayenin sömürüsü yüzünden ortak bir kadere mahkûm edildiğini gözlemlemek mümkün. Burada da yine iktidar ile sermaye arasında bir kazan-kazan ilişkisi kuruluyor. Sermaye, emek piyasası üzerinde hakimiyetini arttırıyor, iktidar da sermayenin desteğini almaya devam ediyor.

Mülteci sorunundan memnun olan üçüncü ana aktör ise tabii ki de Türkiye’deki iktidar. Mültecileri bir koz olarak kullanıp AB’ye karşı pozisyonunu güçlendirebiliyor. Mültecileri gerektiği zaman Avrupa’nın kapılarına dizebileceği bir şantaj unsuru olarak kullanıyor ve bu sayede AB’ye sürekli gözdağı veriyor. Sermayeye ucuz işgücü sağlayarak sermayenin desteğini kazanıyor. Bir yandan da gerekli gördüğü zaman ülkedeki mevcut kültürel çatışmaları kendi lehine kullanabileceği bir unsur olarak mültecileri öne çıkarabiliyor. Kamusal alanı mültecileri kullanarak daha da muhafazakâr bir tona büründürüp Türkiye’de kendisine destek vermeyen kesimler üzerindeki baskıyı arttırabileceğini düşünüyor. Mültecileri bizzat yürüttüğü kimlik çatışmalarını alevlendirmek için araçsallaştırabiliyor. Burada iktidarın söylemde vurguladığı tüm “insanilik” anlayışının örtbas ettiği, mültecileri sadece bir araç olarak gören bir anlayış var. Farklı amaçlar için kullandığı mültecileri kâh ümmetçilik kâh insani değerler üzerinden savunsa da bu söylemler sadece gerçek insanlık dışı muamelenin üstünü örtbas etmekten başka bir işlev görmüyor.

Bu denklemin kaybedenleri kimler? Hem yerel halk hem de mülteciler. Göç akımlarının gelecekte iklim kriziyle daha da güçleneceği düşünülürse Türkiye’deki bu durumun sürdürülebilir olmadığı gayet net.

Ne Yapılabilir?

Peki ne yapılması gerekiyor?

  • AB ile Türkiye arasında yapılan ve insan haklarına aykırı olan AB-Türkiye geri kabul anlaşmasının iptal edilmesi ve Türkiye’nin AB’yi sorumluluk almaya zorlaması gerekiyor. Suriye krizinin de önemli sorumluları AB ülkeleriyken bu konuda sorumluluktan para karşılığında kaçmak ve ihaleyi Türkiye’ye aktarmak tüm insani standartlara karşı. Dünyanın en müreffeh ülkelerinin sorumluluktan bu denli kaçmaya çalışmasına karşı Türkiye kamuoyu da sessiz kalmamalı. AB’nin sorumluluk alması için dünyada kamuoyu oluşturulmalı, AB içerisinde bu anlaşmaya karşı çıkan ve AB’nin adaletsizliğine karşı pozisyon alan gruplarla iş birliği yapılmalı. Türkiye’nin en kolay iş birliği yapabileceği aktörler aslında sol da bulunuyor. AB-Türkiye anlaşmasına Avrupa’da en sert karşı çıkan gruplar sol partiler, sendikalar ve insan hakları örgütleri. Türkiye bu ortaklarla stratejik bir iş birliği geliştirerek mevcut statükoyu yıkmak için bir mücadele vermeli. Nitekim bugün Suriye ve Afganistan’daki krizlerde de sorumluluğu olan Avrupa üzerine düşeni yapsaydı, Türkiye’de bu kadar yakıcı bir mülteci sorunu yaşamıyor olacaktık. Bunu hiçbir zaman unutmamalı.
  • Suriye’deki rejim ile iletişimin yeniden sağlanması ve Batı ülkelerinin de burada nihai bir çözüm için masaya oturtulması gerekiyor. Burada AB ile yapılan anlaşmanın iptal edilmesi AB’nin Suriye’de bir çözüm için masaya oturmasına katkıda bulunacaktır. Bu sürece diğer Ortadoğu ülkelerinin de katkı sunması mümkün. Bu sayede Suriye’de de sürdürülebilir bir barışın inşa edilmesine katkıda bulunulabilir. Nitekim solun her zaman birincil önceliklerinden biri de savaş koşullarını bitirmektir. Suriye’de bir çözümün sağlanması ve güvenli koşulların oluşmasıyla Suriye’ye yeniden yerleşim projelerinin uluslararası kamuoyunun da desteğini alarak hızlanması mümkün olacaktır. Kendi topraklarına mülteci akışını azaltmak isteyen bir AB’nin de bu süreci desteklemesi gayet olası.
  • Suriye’de izlenebilecek bir diğer yöntem ise uluslararası komüniteyle iş birliği içinde Suriye’nin kuzeyinde mültecilerin güvende olabileceği bir tampon bölgenin oluşturulması olabilir. Suriye’deki çatışma koşulları neredeyse tamamen sönümlenmiş bir halde. Bu tarz bir tampon bölgenin kurulması, Esad’ın mültecilerin haklarını koruyacağının garantisi sağlanamazsa tercih edilebilecek bir alternatif. Mülteci sorunundan etkilenen Avrupa ülkelerinin de böyle bir girişime destek vermesi olası ve bu sayede Türkiye AB’yi de masayı oturtma potansiyeline sahip.
  • Türkiye’deki Göç İdaresi’nin içerisinde birçok yolsuzluk skandalı yaşanıyor. Mülteci sorununu finansal kazanca çevirmek isteyen birçok grup göç idaresini bu amaçlar için kullanabiliyor. Burada oluşan hukuksuzluklar, Göç İdaresi’nin mülteci sorununu çözmekten çok bir fırsat kapısı haline dönüştürüldüğünün bir göstergesi. Hukuku delerek maddi çıkar karşılığında vatandaşlıklar verilebiliyor. Göç İdaresi içindeki yolsuzluklar ve hukuksuzluklar ortaya çıkarılmalı ve bu kurum mülteci sorununu giderme işlevi görecek şekilde yeniden düzenlenmeli. Bugünkü mevcut haliyle Göç İdaresi, içeride bu sorunu sömürerek maddi kazanç elde etmek için bir araç haline dönüşebiliyor.
  • Türkiye uzun süredir mültecilerle ilgilenen ve aslında bu konuda beşerî sermayesini de çokça geliştirmiş bir ülke. Düzgün bir politik irade olduğu sürece bu beşerî sermayesini mülteci sorununu başarılı bir şekilde yönetmek ve çözmek için kullanabilir. Ancak mevcut iktidarın böyle bir politik irade sergilemediği aşikâr. Bugünkü kaotik durum, biraz da iktidarın düzgün biçimde kullanmayı reddettiği insan kaynağımızla da alakalı. Bu açıdan bakıldığında, doğru yaklaşım ile aslında Türkiye’de bu sorunla başa çıkabilecek kapasite ve altyapı da bulunuyor. En önemli mesele, bu birikimi ve sosyal sermayeyi, sosyal hizmetler sunabilenlerle birlikte düzgün şekilde değerlendirebilmek.
  • Türkiye’deki denetimsizliğin son bulması için de iktidarın değişmesi gerekiyor. Şu anki haliyle Türkiye’nin göçü kontrol altında tutacak herhangi bir elle tutulur göç veya mülteci politikası olduğunu söylemek zor. Benzer şekilde düzgün bir sınır denetiminden de bahsetmek mümkün değil. Sömürünün, çatışmanın ve güvencesizliğin giderilmesi için mültecilerin düzgün bir şekilde denetiminin yapılabilmesi gerekiyor. Devletin de saydam bir biçimde mülteciler hakkındaki verileri (nüfus, istihdam, sınır dışı edilme ve suç oranları vs.)  ve harcamaları halk ile paylaşması şart. Denetimsizliğin bir diğer etkisi ise işlenen suçların etkin bir biçimde tespit edilip, kayıt altına alınıp kişilerin yargı önüne çıkarılamaması. Suçların tespit edilebilmesi, önlenebilmesi ve cezalandırılabilmesi için denetimsizliğin son bulması şart. Bu toplumdaki adalet duygusunu da yeniden sağlamaya katkıda bulunacaktır.
  • Türkiye’nin şu anda kaldıramayacağı bir yükün altında olduğu gerçeği doğru olmakla birlikte, bu sorun çözülse dahi ülkede hiç göçmen veya mülteci kalmayacağını da düşünmek gerçekçi olmaz. Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de göçmen ve mültecilerin bir kısmı bulunmaya devam edecektir. Nitekim süreç çözüme ulaşırsa Türkiye’deki bulunacak göçmen veya mülteci miktarı da bugünkü gibi bir sorun teşkil etmeyecektir. Geriye kalan bu grup için ise daha sıkı bir denetim, kayıt altına alma ve entegrasyon politikasının uygulanması gerekir. Vatandaşlık alma koşullarının zorlaştırılması, vatandaşlığın parayla satın alınabilme uygulamasının sonlandırılması, eğer alınacaksa da yurttaşlık kursları, dil öğrenme ve kendini geçindirebilme şartları getirilmeli. Vatandaşlık edinebilme süresi 8 yıla uzatılabilir, kayıtlı ikamet, dil, yurttaşlık bilinci ve düzenli vergilerin ödenmesi gibi konularda katı bir denetim yapılabilir. Bunun yanı sıra geriye kalan grup içerisinden herhangi bir suç teşkil edecek eylemde bulunanın net biçimde sınır dışı edileceği belirtilmeli. Bu şartlara uyulması için kişilere çocuklarını da kapsayacak şekilde bir sözleşme imzalatılmalı. Bu sözleşmeye uç fikirlere mensup örgütlerle hiçbir şekilde bağ kurmama gibi şartlar da eklenebilir.
  • Türkiye bu küresel krizin merkezinde yer alıyor ve göç krizlerine karşı uzun vadede çözümler sağlanabilmesi için uluslararası arenada mücadelenin önemli diplomatik aktörlerinden biri haline dönüşmeli. Türkiye’nin gelecekte gerçekleşebilecek göç akımlarına karşı da uzun vadeli bir planı olması gerekiyor. Birçok göç yolunun üzerinde bulunan ülkemiz özellikle gelecekte şiddetlenecek iklim göçlerine karşı nasıl başa çıkabileceğini de şimdiden konuşmaya başlamak zorunda. Geleceği de düşünecek olursak mevcut koşulların sürdürülebilmesi imkânsız. Türkiye bu kadar göçmeni kaldıramayacağından dolayı Avrupa’nın bu konuda sorumluluk alması şart. Nitekim yakın coğrafyamızda iklim krizini en çok şiddetlendiren ülkeler Avrupa kıtasındalar (Doğuya gittiğimizde de Çin ve Hindistan).

Her zaman hatırlamamız gerekir; mülteci sorununu küresel ekonomik düzene, müdahaleci ve emperyalist dış politikalar güden ülkelere, savaş politikalarına ve silah ticaretine, iklim krizine, kıtlığa, yoksulluğa ve eşitsizliğe değinmeden konuşan her açıklama eksiktir. Tam da bundan dolayı solun mülteci sorunu hakkında söyleyecek çok fazla şeyi vardır. Sorunların kökenine ve gerçek sorumlularına değinmeden çözüm üretmek mümkün olmayacaktır. Oluşan faciaların bir yan etkisi olan bu mülteci krizini sadece palyatif çözümleri gündeme getirerek aşamayız. Bu sadece hastalığı gidermeden semptomu tedavi etmeye benzer. Semptomu hastalığın kendisi olarak gören bir anlayış ise sadece öfke, şiddet ve çözümsüzlük doğurur. Türkiye sırtlamayı hak etmediği bir yükün altında kalıyor. Mülteci krizinde bir çözüm üretmek için bizi bu yükün altında bırakan ve bu sırada da mültecileri de kötü yaşam koşullarına mahkûm eden sorumlular asıl odağımız olmak zorunda. Asıl sorumlular hesaba çekildiğinde ve statüko değiştirildiğinde Türkiye’nin bugün yaşadığı krizi de sönümlendirmek mümkün olacaktır. Tüm bunları da insan hakları ihlallerini engelleyerek sağlamak mümkün. İnsan hakları kavramının mülteci krizinin çözümü önünde bir engel oluşturduğu algısı da bir yanılsama. Mesele doğru adımları atabilmekte. Küresel krizlerin çözümü de uluslararası düzeyde olmak zorunda. Bu yük hiçbir tekil ülkeye yüklenemez. Bu solun enternasyonalizm anlayışına da ters bir tutumdur. Tam da bu enternasyonalizm anlayışından dolayı Batı ülkeleri de sorumluluk almaya zorlanmalıdır.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu