Demokrasi ve SolGündemToplum ve Siyaset

Gezi’m -Nehir Umay

“Demokrasinin çoğunluğun dediği demek olmadığını, tam tersine çoğunluğun tahakkümüne karşı durmak olduğunu, tesisinde seçim kadar barışçıl protestonun da önemli olduğunu Gezi sayesinde öğrendim mesela. İlk defa kitlelerin iradesinin medya gücüne bu kadar bağlı olduğunu, bu nedenle sağladığı meşruiyetin tartışmalı olduğunu yine o zamanlarda fark ettim.

Dershaneden çıkmıştık ya da öğle arasıydı, emin olamıyorum. Yemek yemek için arkadaşlarımla Toros caddesinden Ziyapaşa’ya yürüyorduk. Haziranın ilk günü sıcağı güneş altında, lise sınavına girmemize tam 1 hafta kala muhtemelen kısıtlı vaktimizde hızlı hızlı adımlıyorduk Adana kaldırımlarını. Tam o an; on, bilemedin on beş kişinin Atatürk Parkı’ndan gelen slogan atma sesiyle irkildik. Arkadaşlarımı sınav gündemi dışında bir şey pek enterese edecek durumda değildi; fakat ben daha yakından bakmak istediğimden yanlarından ayrıldığımı hatırlıyorum. Yaklaştıkça duyulan gürültü netleşiyor: “HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ!” diye bir slogana dönüşüyordu. Çok anlam verememiştim bu slogana. Hep politikaya ilgili bir çocuktum, eylemler de ilgimi çekerdi, hatta annemlerin dediğine göre haberleri bir çocuğa göre manasız bir hevesle takip ediyormuşum hep; fakat yine de bu sloganı ilk anda anlamlandıramamıştım. Belli ki, orijini Taksim olan bir direniş vardı; ona destek olunuyordu, “Herhalde ders çalışmaktan kaçırmışım” diye düşündüm; ancak asıl nedenin ana akım medyanın kayıtsızlığı olduğunu bir iki gün sonra anlayacaktım. Yine de olup biteni biraz daha anlamak için Facebook’u açmak üzere telefonu çıkardığımda ana ekranda tarih 1 Haziran 2013’ü gösteriyordu.

1 Haziran 2013… AKP’nin 3 Kasım 2002 seçiminde yüzde 34 oy alarak 550 sandalyeli Meclis’te 365 milletvekiliyle tek başına iktidar olmasından tamı tamına 10 yıl 7 ay sonra. Bunca zaman sonra, ilk kez geniş halk tabanına yayılmış bir mukavemetle karşılaşıyordu. Yarattığı 10 yıllık rövanşist dönüşüm, ilk gerçek tepkisini almıştı gerçi bunun ilk 5 yılı zaten açıktan icra edilmemişti; yine de son yıllarda tedirgin edici değişim fark edilir olmuştu.

Gezi’deki herkesin hikayesi farklıdır, arka planların endişeleri çok farklı insanların kendiliğinden haftalarca bir araya geldiği benzersiz bir direnişti; fakat benim geziye aidiyet hissetmemin sebeplerini anlatayım size. Annemin memleketi Seydişehir, AKP’nin maliyetini görmek için eşsiz bir pilot bölgeydi ve ben de buna tanık olarak büyüdüm.

Seydişehir’in, Seydişehir olmasını sağlayan asıl unsur alüminyum fabrikasıydı. Seydişehir bölgesindeki zengin boksit cevherlerini işlemek için 9 Mayıs 1967 tarihinde Etibank Genel Müdürlüğü ile Tyazpromexport (SSCB) arasında imzalanan anlaşma ile 60.000 ton/yıl kapasiteli bir fabrika kuruldu; bu kamu iştirakı SSCB ortaklı fabrika, Konya’nın küçücük bir ilçesinde adeta çölde vaha yaratmış yıllarca. Sovyet etkisi ilçede kendini iyiden iyiye hissettirmiş sendikalaşan özlük haklarının farkında emek ve sınıf bilinci olan bir işçi profili, her türlü kültür sanat ve spor faaliyetinin gerçekleştiği sayısız tesis oluşmaya başlamış yıllarca. Ta ki 2005’te Cengiz Holding’e özelleştirilene kadar. Yıllar içinde işçi sayısı epey azaltıldı, sendikalar yok edildi. Eskiden başlangıç ücreti asgari ücretin üstündeyken ve toplu sözleşmeler gereği her yıl artarken tüm işçiler özelleştirme sonrası asgari ücrete mahkum edildi. Her yaz gittiğimde seküler hayata dair ne varsa bir bir yok ediliyordu; tiyatrosu, sineması bir bir kapatıldı, tenis kortları yıkıldı, havuzu haremlik selamlık olmaya başladı. Çocukların aktivitelerin yerini tamamen kuran kursları almaya başladı. İçkili mekanlar, tek tek kapatıldı ya da batakhaneleştirilerek şehrin dışına itildi. Türkiye’nin modernleşmesine dair ne varsa bu özelleştirme sayesinde bir bir yok ediliyordu. Bilindiği gibi ilk yıllarında gücünü cemaatten alan AKP, ele geçirdiği her yeri gerici anlayışla dizayn etmeye devam ediyor ve gün be gün kaybedilen şeyler daha görünür oluyordu. AKP’li yılların en belirgin özelliğinden biri, toplumsal tabanda tarikat -cemaat ağlarının artan etkisi oldu. Artık neoliberal dönüşümle Seydişehir’in sosyal karakterini kaybetmesinin ardından yoksul halk kesimleri üzerindeki örgütlülüklerini artıran bu yapılanmalar, iktidarın toplum tasarımına uygun bir atmosferin yaratılmasının kritik araçları olmuştu. Ne de olsa 12 Eylül Darbesi’nden sonra, sol siyasetin etkisinin kırıldığı mahallelerde yoğunlaşan tarikat ağları, emekçi sınıfların hayat koşullarına isyan etmeyen, şükürcü ve tevekkülcü bir karaktere bürünmesinin üstüne eklemlenmişlerdi. Tarikat/cemaat yapılanmaları, toplumsal alandaki etkinliklerini bürokraside kendilerine sunulan kadrolaşma imkânlarıyla her geçen gün pekiştirdi. Bu sayede otoritesini her gün güçlendiren bir yapıya karşı dur demekti Gezi benim için. Haftalarca her gün sokağa çıkma motivasyonumu bundan alıyor, tüm tanık olduklarımın ışığında öngörülebilir geleceğin yarattığı korkuyla çoğu zaman ailemden barışçıl protesto hakkımı kullanıyorum. Üzerimizde kullanılan orantısız güç ve şiddettin etkisiyle yaratılmış olan dayanışma ruhu, her geçen gün aidiyetimi arttırıyordu. Demokrasinin çoğunluğun dediği demek olmadığını, tam tersine çoğunluğun tahakkümüne karşı durmak olduğunu, tesisinde seçim kadar barışçıl protestonun da önemli olduğunu Gezi sayesinde öğrendim mesela. İlk defa kitlelerin iradesinin medya gücüne bu kadar bağlı olduğunu, bu nedenle sağladığı meşruiyetin tartışmalı olduğunu yine o zamanlarda fark ettim.

Bugün tam 9 yıl sonradan bakınca, bu korkutan öngörülerde ne kadar haklı olduğumuzu tekrar görüyorum. Evet, çok daha fazla güçlendi; engellenemez, durdurulamaz, yenilmez sanılan bir noktaya evrildi. Evet, AKP tam 20 yıldır iktidarda. Devleti neredeyse tamamen ele geçirdi. Yeni bir rejim kurmak zorladıkça zorlaştı. Bunlar doğru; fakat en az bu kadar doğru daha var ki o da kendi istediği gibi bir toplumu da düzeni de her şeye rağmen tam olarak inşa edemedi. Edemeyecek de. AKP ve onda özüyle vücut bulan ne varsa tarihin yanlış tarafında kalarak yok olacak. Kurduğu özelleştirmeye, peşkeşe, borçlanmaya dayalı rant ekonomisi çöktü. Bu rejim de fiilen son buluyor, yolun sonu geldi, bundandır ki bunu ilk hissetikleri Gezi’ye bu bitmek bilmeyen hışımları. Gezi davasında ibret-i alem olsun diye verdikleri işkence cezaları bundan.  Artık meşru bir gelecekleri yok, verdikleri bu karar da kendileriyle birlikte kısa süre sonra yok olacak.

Bizler bu yılları adeta bir distopya gibi çocuklarımıza anlatırken bu dikta rejimini en çok korkutmuş ve en uzun süre durdurmuş harekete dahil olduğumuzdan gururla bahsedeceğiz; canıyla, sağlığıyla, özgürlüğüyle bedel ödemiş ve ödemekte olan herkese tekrar minnetimi sunuyor, kurtulduğumuz günü tıpkı Gezi’deki çok renkli dayanışmanın coşkusunu tahayyül ederek yazımı sonlandırıyorum.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu