Bitmeyen Bir Makul Merkez Tartışması: Kimin Makulü, Kimin Makbulü? – Kemal Büyükyüksel
Demokratik bir ülkede, herkesin tamamen üstüne uzlaşabileceği bir makullük anlayışı inşa etmek imkansıza yakındır. Bu da aslında en kritik soruyu doğuruyor: Bir makule niye ihtiyacımız olsun ki?
“Belki de ilerleyen sayfalarda yer alan düşünceler, onlara genel bir kabul edilebilirlik kazandırmak için henüz yeterince popüler değildir. Bir şeyin yanlış olup olmadığını uzunca bir süre kontrol etme ihtiyacı hissetmemek, o şeyin doğru olduğuna dair yapay bir izlenim yaratır ve geleneksel olanı manasızca savunmaya sebep olur. Ancak kargaşa zamanla diner. Zaman, akıldan daha dönüştürücüdür.”
Thomas Paine
Olası bir iktidar değişikliğinin yaklaşmasıyla kamusal alanda bir “makul merkez” tartışması ortaya çıktı. Tartışma, özünde bu iktidarın yarattığı rejimden sonra kurulacak olan politik ve toplumsal (ve hatta ekonomik) düzende siyasal merkezin nereden inşa edileceği ile alakalı. Siyasal alanda hangi ideolojik unsurların merkezi tanımlayacağı ve hangi toplumsal kimliklerin “makbul” kabul edileceği hakkındaki bu tartışma hararetli bir şekilde devam ediyor.
Tekrara düşmemek adına başka yazıların değindiği noktalara uzunca değinmeyeceğim. Tartışmaların belli başlı noktalarını daha derinden incelemek için Ertuğrul Kaan Yıldırım’ın Birikim Dergisi’ndeki (Nisan 2022), Burak Bilgehan Özpek ve Doğan Gürpınar’ın Daktilo1984’teki yazılarına göz atılabilir. Basitçe, geleceğin “makul merkez”i tartışması genel olarak Atatürk’ün, milliyetçiliğin, dindarlığın, muhafazakarlığın, sekülerliğin, laikliğin, etnik ve diğer kimliklerin bu siyasal düzende yerinin ne olacağı ve nasıl bir kamusal politik alan inşa edileceği üzerine dönüyor.
Farklı toplumsal veya ideolojik gruplar kendi politik tahayyüllerine göre farklı bir “makulün” tesis edilmesini arzuluyor olabilirler. Tabii, inşa edilecek her “makul merkez” farklı kişileri, kimlikleri ve fikirleri de daha “makbul” bir pozisyona yerleştirme gayesinde olacaktır. Bu açıdan bakıldığında “makul merkez” tartışması aslında siyasal rejimle alakalı bir hegemonya kavgası olarak görülebilir.
Bu hegemonya kavgasını farklı pozisyonlar arasındaki rasyonel argümanların tartıp biçilerek en “makul” olanının diğerlerini ikna etmesi veya her pozisyonun en “makul” taraflarının bir araya getirileceği bir çorba sentezle sonuçlanması niyeti üzerinden okumak ise biraz naifçe olabilir. Her şeyden önce farklı toplumsal grupların toplum içerisinde eşit bir güce ve çoğunluğa sahip olduğunu varsaymak gerçekle örtüşmeyecektir ve naif kaçacaktır. Farklı toplumsal gruplar arasındaki asimetrik ilişkilerin kamusal tartışmaların dinamiklerinden soyutlanması da bizi adil olmayan bir noktaya sürükleyebilir. Yani bu tartışmalarda belli fikirler diğerlerine göre daha makul olduklarından değil, kaçınılmaz olarak toplumsal güç ilişkilerinden daha kolay beslenebildikleri için öne çıkabilme fırsatı yakalayacaktır.
Tüm bu “makul merkez” tartışmalarında bazı fikirlerin daha baskın hale gelmesi toplumsal güç ilişkilerinden ayrı okunamaz. Aslında yapılan, bu dengesiz kamusal oyun tahtasında kurnaz argümanlar inşa ederek yeni bir hegemonik anlatı oluşturup yeni düzende bunu tesis etme çabasına işaret ediyor. Bu tartışmaların bizi bir çıkmaza sürükleme riski olduğunu düşündüğümden dolayı “hangi makul merkez” sorusuna odaklanmaktansa “makul merkez” ve hatta “makullük” tartışmalarının kendisini ifşa etmenin daha faydalı bir yol açabileceğini düşünüyorum. Zira yeni bir hegemonya kurma teşebbüsü demokratik bir siyasette hiçbir zaman sonlanmayacak tartışmaları sonlandırmak gerektiği algısını güçlendirebilir.
Lakin demokratik bir düzen belirsizliğin ta kendisini dayatır ve siyasal süreçlerin ucunu açık bırakır. Böylelikle “rejim” her zaman değişime ve dönüşüme açık kalır. Eğer açık kalmazsa demokrasi de yavaşça yok olur. Adam Przeworski’nin (1991) iyi bilinen “Demokrasi ve Piyasa” adlı çalışmasında belirttiği gibi: “Demokratikleşme, tüm çıkarları rekabete tabi tutma, belirsizliği kurumsallaştırma eylemidir”. Ali Çarkoğlu ve Ersin Kalaycıoğlu 2009’da yayınladıkları “Türkiye’de Yükselen Muhafazakarlık Dalgası” adlı çalışmalarında da yine Przeworski’nin yaklaşımından yola çıkarak demokrasinin belirsizlik dayatan bir rejim olduğunu belirtir. Hatta çalışmalarında “Belirsizlikle Başa Çıkmak” adlı bir bölüm de bulunur. Popülizm literatürüne de önemli katkılarda bulunan Jan-Werner Müller ise demokrasi ve demokrasinin yaşadığı krizler üzerine yeni yayınlanan kitabında (Democracy Rules, 2021. Daha çevirisi yapılmadığı için “Demokrasinin Kuralları” veya “Demokrasinin Hükmü” olarak çevrilebilir.) demokratik bir rejimin en temeline inildiğinde üç kritik özellik üzerine inşa edildiğini belirtir: Eşitlik, özgürlük ve belirsizlik prensibi. 1990’lardan 2000’lere, 2000’lerden 2020’lere, demokrasi hakkındaki temel tartışmalarda “belirsizlik” kavramı değer taşımaya devam etmektedir. Daha demokratik bir Türkiye’nin inşasının yollarının arandığı bugünlerde, demokrasinin özünde yatan “belirsizlik” kavramı göz önünde bulundurulunca, herhangi bir yeni rejimi derin ve değiştirilemez bir kimliksel karakter üzerinden inşa etme çabası, ülkeyi demokrasiyle pek de uyuşmayan bir yapıya sürükleyebilir. Bu da kısıtlayıcı bir “makul” ve “makbul” siyasal alan ve kimlikler inşasına yol açar.
Her şeyden önce, “makul olma” durumunu tanımlama çabasının kendisi gizli bir kibir taşıma riskine sahip. Çünkü makulü belirleyebileceğini düşünmek insanın kendisini toplumsal olarak daha üst bir konuma yerleştirerek tüm gerçekliğe haiz bir yerden başkaları hakkında hüküm verebileceği varsayımından doğar. Bu da aslında bir dayatmacılık olarak karşımıza çıkar. Siyasal olarak bir pratiğe döküldüğünde kuvvetle muhtemel zorbalık ve otoriterlik olarak karşımıza çıkabilir. Çünkü çok doğal olarak hemen sorulacak soru neden belirli grupların veya kişilerin neyin makul olabileceğini belirleyebileceği olur. Makul veya makbul olanın tanımını yapmak demek herkes için sınırları belirlemeyi kendinde hak görmeye de gelecektir. Birçok farklı toplumsal grubun ve siyasal düşüncenin olduğu ve bu grup ve düşüncelerin hepsinin farklı bir perspektiften gerçekliğe yaklaştığı bir durumda kim bir diğerinin makullüğünü belirleyebilecek yetkiye sahip olduğunu kolayca iddia edebilir? Ve bu durum demokratik ruh ile ne kadar örtüşür?
Tabii böyle bir yöntem izlendiği zaman karşımıza çıkacak bir diğer sorunsal, kimin makulünün ve makbulünün önceleneceği. Hiçbir toplum tek bir fikir tarafından tamamen kapsanabilecek kadar homojen hale gelemez. Tam da bundan dolayı herhangi bir makul belirleme çabası illaki birilerini dışarıda bırakmakla sonuçlanacaktır. Ancak bu sonuç, eşit yurttaşlığa dayalı demokratik bir cumhuriyet rejimi ile de ters düşer. Çünkü herhangi bir yurttaşın “makul veya makbul olmayan” bir konuma itilmesi eşit yurttaşlık anlayışıyla örtüşmeyecektir. Yani demokratik bir ülkede, herkesin tamamen üstüne uzlaşabileceği bir makullük anlayışı inşa etmek imkansıza yakındır. Bu da aslında en kritik soruyu doğuruyor: Bir makule niye ihtiyacımız olsun ki?
Türkiye eğer eşit yurttaşlığa dayalı demokratik bir cumhuriyet olarak tahayyül edilecekse makul ve makbül siyasetin ve vatandaşlığının sınırlarının keskin çizgilerle belirlendiği bir rejim olarak tahayyül edilemez. Demokratik bir cumhuriyette herkes aynı anayasal haklara sahip eşit yurttaşlar olarak yaşar. Yasalar da bu eşitliği zedelemeyecek şekilde tasarlanır veya dönüşüme uğrar. Bunların ötesinde bir makul belirleme çabası, demokrasinin ucu açık ve dinamik doğasını zedeleyerek sınırlı bir demokratik rejimin inşasına yol açar. Bu tarz bir rejim ise kısıtlayıcılığı ile kendi kendisinin kuyusunu kazma riskine sahiptir. Hatta şu da söylenebilir: Demokratik bir cumhuriyette bir makul aranacaksa, o da herkesin bir diğerinin eşit ve özgür biçimde var olmasını zedelemeyecek bir kamusal pratiğe ve etiğe uygun davranabilmesi olabilir. Makul görülmeyecekse, başka yurttaşları makul veya makbul görmeyip dışlayan ve ötekileştiren yaklaşım makul görülmemeli. Yani bir “makul” aranacaksa, bu en fazla makullüğün dayatılmadığı bir anlayış olabilir. Bunun dışında inşa edilecek herhangi bir rejim kendi vatandaşlarının bir kısmını “öteki” olarak kodlayarak eşit yurttaşlık anlayışını yok edecektir.
Tüm bu makullük tartışmasının en anlamsız yanı ise makullüğün fazlasıyla subjektif oluşu. Bu açıdan da en makul olan belki de bu subjektif farklı makullüklerden biri yerine makul kimliğin olabildiğince var olmadığı, anayasal haklara bağlı bir eşit yurttaşlık anlayışı olabilir. Dışlanacak bir anlayış varsa, o da başkalarına makullük ve makbullük atayarak dışlamacı pratikleri bizzat sergileyenler olabilir. Zaten bu açıdan bakıldığında asgari düzeyde ortaya çıkacak olan rejim laik, demokratik, eşit yurttaşlığa dayalı anayasal bir cumhuriyet olacaktır. Bunun dışında kalıcı bir şekilde herhangi bir “makul merkez”e ebedi olarak çapa atılması gerektiğini düşünmek ise kısıtlayıcı bir dayatmalar düzeninin inşası olarak karşımıza çıkacaktır.
“Makul merkez” ne olmalı diye sorulduğu anda problemli bir makul kimlik tartışması ortaya çıkar: Türklük, Kürtlük, Sünnilik, Alevilik, heteronormatiflik, dindarlık, muhafazakarlık, modernlik ve bilimum farklı ideolojik yönelimi de içeren ve kısa vadede sonuçlanamayacak bir tartışmanın kapısı açılır. Herkesin bir diğerinin eşitliğini ve özgürlüğünü zapturapt altına almadığı sürece istediği gibi yaşayabilmesini sağlayacak bir düzenin tesisinden öte, bugünden zamanın sonuna kadar geçerli olacak bir rejim “kimliği” oluşturma çabası ise sadece bir rejim Türkiye’de çökerken açılan fırsat penceresinden istifade başka bir kuşatıcı rejimi inşa edebilir.
Denilebilir ki makulü tanımlamayı reddeden bu yaklaşım kapsayıcılık uğruna siyasetsizliği dayatıyor. Bu tespit de hiç doğru olmayacaktır. Aksine, bu yaklaşım, demokratik bir rejimin tesis edilmesinden sonra tüm siyasi, toplumsal ve ekonomik çatışmaların ve tartışmaların kamusal alana ve halka devredilmesi anlamına gelir. Demokrasi, doğası gereği belirsizlik üzerine kuruludur. Kamusal alanda dönen çatışmalar ve tartışmalar sonucu siyasi, ekonomik ve toplumsal düzen sürekli dönüşümlere uğrar ve dinamizmini bu şekilde korur. Demokratik bir düzen yurttaşlarına ebediyen sadık kalmaları gereken bir politik, toplumsal ve ekonomik değerler bütünlüğü dayatmaz. Bu açıdan, demokrasilerde rejimlerin kimlikleri sürekli değişime açıktır. Bu devinimi ve dinamizmi zedeleyecek herhangi bir güç ise az ya da çok demokratik düzenin çürümesine, gerilemesine veya çökmesine sebep olabilir. Bu dinamizme karşı ortaya çıkabilecek engeller hem politik hem ekonomik hem toplumsal odaklardan gelebilir. Siyasi liderler veya oluşumlar otoriter yaklaşımlarla düzeni zapturapt altına alabilirler. Veya ekonomik açıdan güçlü olan aktörler siyasal düzenin kontrolünü elinde tutarak halkın huzursuzluklarına karşı çözüm arayışlarının ve talep ettiği dönüşümlerin önünü tıkayabilirler. Veya farklı toplumsal gruplar başkaları üzerinde baskı oluşturarak özgürlük alanlarını yasal olmasa bile fiili olarak daraltabilirler.
Yine denebilir ki bu tarz bir yaklaşım bizi Fukuyamacı bir “tarihin sonu” liberal demokrasisi anlayışına sıkıştıracaktır. Yine bu da doğru bir tespit olmayacaktır. Gerçekten demokratik olan bir düzende “makul merkez” sürekli tartışmaya açık kalır. Demokratik bir sistemde hangi ideolojik konumun siyasal merkezi teşkil etmesi gerektiği dayatılamaz. Bu açıdan herhangi bir demokratik rejimin politik, siyasal ve toplumsal karakteri dönüştürülmeye açıktır. Demokrasinin ucu açıklığı, belirsizliği ve dinamizmi de buradan gelir. Yani istenirse kamusal alandaki tartışmalar ve çatışmaların bir sonucu olarak ekonomik düzen soldan bir yerden de inşa edilebilir. Hatta biraz daha ileri gidilecekse, Philippe C. Schmitter ve Terry Lynn Karl’ın 1991’de kaleme aldığı ünlü makaleleri “Demokrasi Nedir… Ve Ne Değildir”de de belirttikleri gibi, bu varsayımlar üzerinden bakılacak olursa demokratik bir yaklaşım, kitlelerin desteğiyle makalede belirtilen asgari demokratik değerlerle örtüşen sosyalist bir düzenin, yani bambaşka bir pozisyondan bir merkezin inşasına bile engel olamaz.
“Makul merkezi” bugünden belirleyip tartışmayı sonlandırmaya çalışmak, hatta sonlandırabileceğine inanmak biraz nafile bir çabanın ürünüdür. Demokratik bir rejim zaten bu tartışmanın sonlanmamasını gerektirir. Herhangi bir “tarihin sonu”nu dayatarak ebedi bir makul merkeze çapa atan bir siyasal rejimin inşası ise demokrasiyle örtüşmeyecek bir pratiktir. Siyasi ve ekonomik düzenin doğası toplumların sürekli dönüşümleriyle başka yönlere sapabilir, zaten nereye sapılacağı da demokratik bir düzlemde toplumsal tartışma ve çatışmaların bir sonucu olmalıdır. Toplumsal çatışmaları dindirecek bir doğru “makul merkez”in bulunabileceği ümidi, “tarihin sonu” düşüncesindeki gibi tüm toplumsal çelişkilerin çözüldüğü ütopik bir gerçeklik algısına dayanır. Tarihi, siyaseti, toplumu ve insanı böyle bir perspektiften algılamak sağlıksız sonuçlar doğurur.
Bugün belki de Cumhuriyet tarihinin en zorlu ve anti-demokratik dönemlerinden birinden geçiyor olsak da Türkiye zaten hiçbir zaman gerçekten demokratik olamamıştır. Önümüzdeki dönemde rotayı demokratik bir rejime doğru kıracaksak bu, toplumsal tartışma ve çatışmaların sonlandırılması veya çözülmesine bağlı olamaz. Aksine, demokratik bir rejim, toplumsal tartışma ve çatışmaların devam edeceği demokratik ve olabildiğince kapsayıcı bir siyasal zemini inşa eder, herhangi bir makulü de zorla dayatmaz, eşit yurttaşlığı ve anayasal hakları garanti altına alır ve gerisini de topluma bırakır. Devlet de böyle bir düzende toplumun organik bir uzantısı olarak işlev görür ve yönetilir. Demokrasinin tesis edilmesi için öncelikle tüm toplumsal çelişki ve çatışmaların çözümlenmesi gerektiği algısı hem demokrasiyle örtüşmez hem de ütopik bir yaklaşımdır. Tam da bu sebeplerden dolayı demokratik bir rejimin inşası sürecinde makul ve makbul olacak olanı tanımlama çabasından olabildiğince uzak durmak, siyasi tartışma ve çatışmaların sonunu getirmeyi çabalamamak ve devinimin devam etmesine izin vermek gerekir.