Demokrasi ve SolToplum ve Siyaset

Ya Modernizm Ya Barbarlık: Bir Marshall Berman İncelemesi – Benjamin Balthaser (Çeviri: Kemal Büyükyüksel)

Modernitenin yarattığı sıkıntıların cevabı modernliği reddetmek değil, daha fazla moderniteyi talep etmektir.

Ben lisans öğrencisiyken, modernite bize küçümsememiz gerektiği öğretilen her şeydi: bütünleştirici, teknokratik, rasyonelleştirici. Afrika’yı sömürgeler halinde organize eden ve faşizmin makineleşmiş kıyametinin arkasındaki motor olan kişisel olmayan güçtü. Theodor Adorno’nun yazdığı gibi, modernitenin mantığı bir ölüm kampında ya da stratejik bir bombalama harekatının matematiğinde -insanların bilgisayarlaştırılmış bir ölüm sayımında soyut sayılar haline gelmesinde- sona erer.

Marksizmin kendisi bu tür eleştirilerden muaf değildir. Frankfurt Okulu’ndaki yazarların ileri sürdüğü gibi, ileri sanayi toplumlarındaki sorunumuz bir araç, bir şey olarak ele alınmamızdır – Sovyetler Birliği’nde de Amerika Birleşik Devletleri kadar derinden hissedilen bir sorun. Amerikan Yerli Hareketi’nin kurucularından biri olan Russell Means’ın yorumladığı gibi, Marksizm insanları kaynaklara dönüştürmek için kullanılan başka bir kelimedir.

Gerçekten de Marksist iktisatçılar tarafından bile modernitenin gerekçesinin çoğu, tüm acımasızlığına rağmen, modernitenin üretimi daha verimli hale getirmesi ve böylece bize bolluk olanağı sağlamasıdır. Yine de bu eleştirmenler, bizi özgürleştiren süreçlerin, bizi özgürleştirmesi gereken makinelere girdi olarak bizi köleleştirdiğini iddia ediyor. Bir kişinin maddi bolluk ütopyası, bir başkasının fabrikadaki dönüş vardiyasına bağlı oluyor.

Marshall Berman’ın modern olana güvenmemek için iyi bir nedeni olduğu düşünülebilir: Bronx’ta büyürken mahallesi yirminci yüzyılın en şiddetli kentsel yıkım süreçlerinden birine tanıklık etti. Kibarca “kentsel dönüşüm” olarak adlandırılan, yoğun mahalleleri genişleyen ABD otoyol sistemine entegre eden bir kentsel modernizasyon süreci, genellikle düşük gelirli mahalleleri hedef aldı, bölgedeki etnik kültürleri ve küçük ticaret bölgelerini yok etti, destek ağlarını ve topluluklarını parçaladı. Hepsini de en modern ideal olan “İlerleme” adına yaptı.

Bronx, katı işçi ve orta sınıf apartman komplekslerinin etnik çoğulcu bir mahallesi olmaktan, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki en fakir mahallelerden birine dönüştü. Berman, eski mahallesinin yıkımını akıldan çıkmayan ayrıntılarla anlattı:

Ön plan bozuldu. Şimdi birçok apartman çatlamış, yanmış, parçalanmış, çökmüş durumda. Bütün bloklar yok oldu ya da enkaz halinde dağıldı. Diğer bloklarda ise tek bir ev kalmış, etrafı moloz taşlarla dolu. . . ve eğrilerini ve ayrıntılarını incelerseniz, bir zamanlar, belki de çok uzun zaman önce olmayan bu tek hayatta kalan yapının bir zamanlar oldukça büyük olduğunu sık sık görebilirsiniz.

Berman, kentsel dönüşüm sürecinin şehrine yaptıkları için bir kelime bile icat etti: urbisit, yani bir şehrin planlı biçimde öldürülmesi.

Yine de Berman’ın ölümünden sonra yayınlanan bu derlemede, David Marcus ve Shellie Sclan tarafından düzenlenen Modernism in the Streets: A Life and Times in Essays’deki en zarif denemelerinden birinde, sevgili Bronx’una bunu yapan adam Robert Moses’un Faustçu görkemine bir övgü yazar – Robert Fitch’in unutulmaz bir şekilde New York’u “suikast etmekle” suçladığı adam.

Berman’ın modernite süreçlerine ilişkin görünüşte paradoksal gözüken fikirlerini – sevgili Bronx’unda kelimenin tam anlamıyla bir traktör süren adama okuduğum belki de en cömert övgüyü nasıl yazabildiğini – anlamak için Berman’ın bizi modernitenin eğriliğini ve doğruluğunu Marksist bir mercekle anlamaya davet eden diyalektik bir düşünür olduğunu hatırlamamız gerekir.

Yetişkinler için Marksizm

Belki de tüm zamanların en sık okunan ve yanlış anlaşılan broşürü olan Komünist Manifesto’yu yeniden okumasıyla başlayabiliriz. Marksizm çoğu zaman ucuz bir dedektif romanı okur gibi okunur. İyi adamlar (işçiler) ve kötü adamlar (kapitalizm) vardır ve her iki taraftaki silahlı soyguncuların destansı bir çatışmadan sonra bir grup fotoğrafı için bir araya gelinir ve flaş patlar. Kapitalizm ve komünizme ilişkin bu ikili, çizgi roman görüşü hem destekçileri hem de karşıtları için etkili olmuştur.

Yine de Berman Manifesto’yu okumanın başka bir yolu olduğunu, bunun sadece nüansı kaldırabilen “yetişkinler” için olduğunu iddia ediyor. Bizi, Marx’ın en polemik içeren metnini, kendi baş döndürücü yıkım eylemlerinin dışında hiçbir çözümü olmayan, açık uçlu çelişkiler süreci olarak okumaya davet ediyor.

Berman, Manifesto’nun en ünlü kitabının başlığını aldığı pasajdan alıntı yapıyor (Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor: Modernite’nin Deneyimi):

Burjuvazi, üretim araçlarında ve orada üretim ilişkileriyle ve onlarla birlikte tüm toplum ilişkilerinde sürekli devrim yapmadan var olamaz. . . Üretimin sürekli devrime uğraması, tüm sosyal koşulların kesintisiz olarak bozulması, sonsuz belirsizlik ve huzursuzluk, burjuva çağını tüm öncekilerden ayırt eder. Tüm sabit, hızlı donmuş ilişkiler, kadim ve saygıdeğer önyargılar ve görüşler silsilesi ile birlikte süpürülür, yeni oluşan tüm ilişkilerin kemikleşmeden önce modası geçer. Katı olan her şey buharlaşır, kutsal olan her şey dünyevileşir ve insan en sonunda ayık duyularla, gerçek yaşam koşullarıyla ve kendi türüyle olan ilişkileriyle yüzleşmek zorunda kalır.

“Büyülü ve tekinsiz” bir şeye, hem ürkütücü hem de canlandırıcı bir sürece kapılma hissi vardır. Marx’ın kapitalizmin üretici gücünü takdir ettiğini söylemek yeterli değildir; onun yıkıcı gücünü, dünyaya getirilen yeni bir düzenin, kendisi istikrarsız, sürekli bir yenilenme ve yıkım süreci içinde olan bir düzenin yüce dehşetini de takdir ediyor. “Katı olan her şey buharlaşıyor” hem bir uyarı hem de bir vaattir.

Berman hakkında dikkate değer olan şey, yalnızca Marx’ı diyalektik bir düşünür olarak algılaması değildir. Marx’a göre, kapitalizm ve feodalizm arasındaki en önemli fark, hem insanları hem de kaynakları sömürmeleri değil, aynı zamanda bu sömürünün nasıl gerçekleştiğidir.

Kapitalizm, sadece sömürüsünü işçiler ve mal sahipleri arasındaki eşit mübadele cilasıyla gizlediği için benzersiz değildir. Kapitalistler ayrıca daha fazla değer üretmek için üretimde zaman, mekân ve teknoloji aracılığıyla sürekli devrim yapmalıdır: fabrikaları otomatikleştirmek, devasa üretim miktarını dünya çapına taşımak, gıdaları tarladaki dev fabrikalara dönüştürmek, farmakoloji yoluyla insan vücudunda devrim yapmak.

Ancak bu deneyim, yalnızca artı değer denklemleri veya sömürü oranını gösteren grafiklerle ifade edilemez. Bir noktada, Hegel’in ünlü sözü gibi, nicelik nitelik haline gelir: Kapitalizmin üretim ve dolaşım araçlarındaki sürekli devrimi, radikal yeni bir öznellik, yeni bir görme biçimi, yeni bir insan türü üretir.

Berman için Marx, yalnızca modern değil, aynı zamanda endüstriyel kapitalizmin öznel dünyasını kendi kendine deneyimleyen ve yazan bir modernistti.

Berman, bunu Marx’ın cümleleri düzeyinde bile fark etti: Marx, kapitalizmin “tehlikeli yaratıcılığını” – hatta acımasız yaratıcılığını – hayata geçiren “bir düzyazı stili icat eden ilk kişiydi”. Berman’ın belirttiği gibi, Manifesto’daki cümleler amansızca diyalektiktir, on dokuzuncu yüzyıl burjuvazisinin açgözlü iradesi tarafından üretilen yeni bir harikaya -ve teröre- sıçramadan önce öne atılır ve kendi içine geri çöker.

Berman için Manifesto’yu okumak sadece kapitalizmin yıkıcı cazibesini anlamak değil, aynı zamanda onu hissetmektir.

Akışa Yakalanmış

Katı Olan Herşey’de modern hissetmenin yeni deneyimini hayata geçiren ilkel bir sahne var. Bronx’u paramparça eden kentsel yenilenmenin prototipi olarak mimar Baron Haussmann, Paris’in küçük orta çağ mahallelerini, bugün kartpostallarda gördüğümüz büyük, şehvetli on dokuzuncu yüzyıl bulvarlarına dönüştürdü. Eski Paris’in bu yıkımı aynı zamanda yeni görsel ve kamusal alanların açılmasıydı – eski mahalleler kelimenin tam anlamıyla yırtılarak açıldı ve yayalar tüm şehir boyunca kafelerle çevrili sokaklarda yürüyebilmeye başladı (başka bir komünal ayaklanma olması durumunda birlikler ve topçuların da yürüyebileceği gibi).

Berman, orta sınıf bir çiftin son zamanlarda Haussmann’ın “modernleşmesi” tarafından yerinden edilmiş bir dilenci tarafından lüks bir yemek yerken görüldüğü Baudelaire şiiri “Yoksulların Gözleri” aracılığıyla bu yeni, modern sokakların ve sosyal kafe ve restoran alanlarının anlamı üzerine düşünür.

“Bulvarlar, onları doldurmaya gelen insanlara ne yaptı?” diye sorar Berman. “Muazzam ve sonsuz akışına kapılmış” bulvar, görecek ve başkaları tarafından görülecek bir yer, kişinin kendini ve yaşam fantezisini başkalarına yeni bir modern “göz ailesine gösterdiği” bir “aşk gösterisi” yeri haline geliyor.”

Flanörün vitrinle buluştuğu bu gösteri ve fantezi oyunu, bastırılmış gerçeklik çatlaklardan sızmadan uzun süre var olamaz. Baudelaire’in şiirindeki çift, büyük bulvarın ışıltılı zevkini tatmak için kafeye gitmişken, sefil bir baba ve iki çocuğuyla, kafeye bakan, görkemli yemek ve ambiyansa hayran kalan iki çocukla karşılaşırlar. Kadın dehşete düşer ve maîtreden onları pencereden uzaklaştırmasını ister. Adam, ailenin paçavralarından etkilenirken, hem romantik partnerinden hem de ikisi arasında paylaştıkları ziyafetten de iğrenir.

Berman için bu kısa değiş tokuş, modernin hem vaadi hem de eşsiz öznelliğidir.

İnsanın sadece kendini bir başkasının gözünden görmeye zorlandığı, kendi üzerine düşünme anı değil; aynı zamanda, iyi bir yaşamın yiyeceklerinden ve konforlarından yalnızca ince bir cam bölmeyle ayrılan yoksulların gözleri vardır. Erkeğin liberal duygusallığına ve kadının sağcı barbarlığına rağmen, Berman bu etkileşimi modernizmin hem sanatının hem de mimarisinin şoku, dengesizliği ve vaadi olarak görüyor ve modern yaşamın hem zevkini hem de hastalığını bir araya getiriyor.

Üçüncü Cadde Köprüsü’nden manzaraya geri dönen Berman, 1970’lerin sonlarında Bronx’tan geçerken, Manhattan’ın “büyülü havasını” ve diğer taraftaki cehennemvari manzarasını aynı anda nasıl gördüğünü anlatıyor. Bu ikiz görüş, bu çifte görüş, uzay ve zamanda bu ileri ve geri hareket, modernitenin tuhaf canlılığı ve eşsiz tarihsel deneyimidir.

Harabelerden, Henüz Yıkılmamış

Berman’ın modernitenin şiddetli şoklarının yeni, radikal öznellikler ürettiği konusundaki ısrarının bir parçası olarak, kitabın büyük bir bölümünü hip-hop ve sokak sanatının harap olmuş bir Bronx’un küllerinden nasıl ortaya çıktığını anlatan kronolojiye ayırıyor. Berman, “Sefalet ve ıstırabı nedeniyle – Bronx, ölümde kültürel olarak hayattan daha yaratıcı hale geldi” diye yazıyor.

Metro ve harabe grafitilerinin “cesur ve maceracı görsel dili” ile yola çıkan Berman, grafiti kusmuğunun ve gişe rekorları kıran filmlerin sadece görsel çöplük değil, daha geniş bir şehirle iletişim kurma girişimleri olduğu iddiasında bulunuyor. Ki bu da karşılığında maliyetli, yıkıcı ve hatta bu tür kamusal sanatı suç sayan şehir kurumlarıyla ölümcül çatışma kıvılcımları ateşledi.

Grafitinin Berman için kışkırttığı kamusal alan üzerindeki çatışma, birdenbire sokaklara dökülen yoksulların bulunduğu yerin ve varlığının burjuva düzeni için bir panik yarattığını anlatan Baudelaire şiirine çok benziyordu: kontrol edemeyecekleri ve anlayamadıkları sesler.

Grafitiden hip-hop’a geçiş yapan Berman, 1980’lerin Bronx’undan çıkan en ünlü hip-hop şarkısını, Grandmaster Flash’ın “The Message”ını düşünüyor:

“Mesaj” neydi? Belki dünyanın sonunun ortasında evde olabiliriz. Ya da belki, Haraplardan geldik ama harap olmadık. Üst-mesaj şuna benzer: Yalnızca toplumsal çözülme değil, varoluşsal çaresizlik bile yaşam ve yaratıcı enerji kaynağı olabilir.

Köprüden gözüken manzara, kafa karıştırıcı ve belki de kaotik olsa da yeni olasılıklar, yeni görme biçimleri için bir başlangıç ​​noktasıdır. “Sokaklarda modernizm”, biçimsel üslup ya da edebi tür hakkında bir iddia değil, şehir girdabının duyuları nasıl genişlettiğinin, yeni algılara kapı açtığının ve zihinsel yaşamı nasıl yeniden düzenlediğinin kabulüdür.

Daha Fazla, Daima Daha Fazla Modernite

Berman’ın koleksiyonundaki en dokunaklı denemelerinden üçü, yirminci yüzyıl Yahudi entelektüelleri hakkındadır: Walter Benjamin, Georg Lukács ve Franz Kafka, hepsi modernitenin şiddetli çelişkilerini yaşamış ve bu çelişkiler yüzünden ölmüşlerdir.

Makalelerin en uzun ve en aydınlatıcısı, nesneleşmeyi kapitalizm altında yaşamın merkezi öznel deneyimi olarak tanımlamasıyla ünlü Macar komünist Lukács’ın hayatı üzerinedir. Lukács’a göre kapitalizm yalnızca emeğimizi sömürmekle kalmaz, aynı zamanda öznelliğimizi de parçalar ve yaşam süreçlerini cansız nesnelere dönüştürür: emeğimiz, toplumsal yeniden üretimimiz, hayal gücümüz.

Fabrikalar ve bürokratik ofisler, yalnızca üretim ve yeniden üretim merkezleri değil, bizi nesnelere dönüştüren ideolojik aygıtlardır. Gerçekten de “nesneleştirme”, “insanın bir nesneye dönüştürüldüğü süreç” için Almanca’dan yetersiz bir çeviridir.

Kapitalizm altındaki yaşam deneyimi, mekanik bir sistemin mekanik bir parçası haline gelinen bir edilgenlik deneyimidir. Yine de, makineleri basitçe durdurmak isteyenlerin aksine, Lukács, işçi sınıfının rolünün, kapitalizmin hem nesneleri hem de özneleri olmak, onların nesneleştirme biçimini anlamak ve aynı zamanda kendi entelektüellerini ve duygusal bakış açısını geliştirmek olduğuna inanıyordu: Bizim “sınıf bilinci” olarak adlandırdığımız şey.

Lukács’a göre, bu yeni öznellik biçiminin aracı, modern yaşamı fabrikadan apartman kompleksine ve alana dönüştürebilecek devrimci parti olacaktı: Berman, “Ekonomi, bir makine olmayacak. Kendi hedeflerine doğru kendi ivmesinde koşan, ancak erkeklerin ve kadınların nasıl yaşamak ve ihtiyaçlarını karşılamak istedikleri konusunda özgürce verdikleri somut kararlardan oluşan bir yapı” olacak diye açıklıyordu. Lukács’a göre modernite sorunlarının yanıtı, modernitenin radikal yeni bir biçimi, devrimci parti ve işçi konseyiydi.

Yine de Berman’ın modernitesinin diğer birçok kahramanı gibi, Lukács da hayatının büyük bir bölümünü hapishanede, önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda, ardından kısa ömürlü 1956 devriminden sonra Stalinist Macaristan’ın hapishanelerinde geçirdi. Lukács gençlik çalışmalarının çoğundan vazgeçecek ve modernizmi çökmekte olan bir burjuvazinin aşırılıkları ve Kafka’yı “zihinsel anormallik” olarak suçlayarak Sovyet ortodoksluğunu savunan edebi eleştiriler yazmaya devam edecekti.

Yine de Berman’ın yazılarının çoğunda olduğu gibi, Berman herhangi bir konuya ikinci bir perde, hatta üçüncü veya dördüncü bir perde sunmaya her zaman hazırdır. Lukács da daha önceki ithamlarını kınayarak, Sovyet yetkililerinin hapishaneye dönüştürdüğü Drakula’nın şatosundan “Yanılmışım, Kafka sonuçta gerçekten bir realistmiş” demişti.

Berman’ın Lukács hakkındaki nihai değerlendirmesi, modernitenin kendisinin değerlendirmesine çok benzer: “son bir aydınlanma sunamaz, yalnızca katmanlar altında daha fazla katman ve tekerlekler içinde tekerlekler, daha fazla … körlük ve içgörünün baştan çıkarıcı ve çileden çıkaran karışımı.” Lukács’ta kahramanca olan şey, modernitede kahramanca olan şeye çok benzer: nihai bir ahlaki jest veya entelektüel tutarlılıkta değil, daha çok, en büyük arzularımıza ve en ütopik hayallerimize uyum sağlayan “modern sanat, modern siyaset, modern hayatın tamamı hakkında yaptığı taleplerdeydi”.

Lukács’ın modern Stalinizm kabusunun kurbanı haline gelmesi, Walter Benjamin’in faşizmin kurbanı haline gelmesinden daha ironik değildir. Modernite, genellikle yalnızca biri tamamlandığını beyan ettiğinde kötü bir şekilde sona eren açık uçlu bir süreçtir.

Irk ve Modern

Bununla birlikte, Berman’ın iyimser ve açık uçlu modernite süreçleri, bazen modern dünyanın ortaya çıktığı ırksal yapıları ortadan kaldırabilir. Berman, 1927’de ünlü The Jazz Singer filmi üzerine yazdığı makalesinde, Yahudi “caz şarkıcısının” modern kendi kendini yaratmanın bir parçası olarak siyah yüzü kullanmasını kutluyor.

Berman, The Jazz Singer’ın modernitenin anlamı üzerine önemli bir metin olduğunu belirtmekte kesinlikle haklı. Bir göçmen ultraortodoks kantorun genç oğlu Jackie Rabinowitz, otoriter babasının Hester Caddesi’ndeki bir salonda “raggy time şarkıları” söylediği için onu dövmesinden sonra caz şarkıcısı olmak için kaçar.

Rabinowitz, Yahudi soyadını bırakıyor, babasının sakalını kesiyor, modaya uygun modern takım elbiseler giyiyor, kalçalarını sallıyor ve hevesle “başarmaya” çalışırken kabare seyircileri için şarkı söylüyor. Son eylemi ve kimlik krizi, Yom Kippur’dan önceki gece babası kederden ölmek üzere yatarken, goyishe kız arkadaşı Mary Dale’in daveti üzerine “Annem”i sahnelemek için “karardığında” meydana gelir.

Ölen babası için Yahudi şarkıları mı söyleyecek, yoksa sahneye mi çıkacak? Geçmişi olmayan, öz kimliği olmayan, bir an siyah, bir başka an beyaz olabilen bir adam olarak babasının shtetl yollarına geri mi dönecek yoksa yeni modern öznelliğini mi benimseyecek?

Kimliğinin birçok parçasını tartan Berman, bunun modern benliğin hem vaadi hem de açmazı olduğunu söylüyor: sadece “birinin yüzünü takarak” kendi kimliğini tanıyabilmek.

Berman için Blackface, Yahudilerin çok ırklı bir liberalizm kitle kültürü ürettiği süregelen marjinallik romantizminin bir parçasıdır. Bu hikâyede modernite, Robin/Rabinowitz’i getto ve shtetl geçmişinden kurtarıyor, herkesin dahil olmasına izin veren gerçekten evrensel bir kültür yaratmasına izin veriyor.

Yine de modernite, Batı emperyalizminin savaş gemilerinden Güney Amerika’nın plantasyonlarına kadar hiçbir zaman evrensel bir hikâye olmadı. Blackface âşıklığı bu kültürel masalın sadece bir parçasıdır. Robin/Rabinowitz modern bir insan olurken, bunu ancak 1920’lerin Amerika’sının göçmen karşıtı, Yahudi aleyhtarı kazanında, modernliğini karalığın hayali ilkelciliğine karşı tanımlayarak yapabilir.

Robin/Rabinowitz siyah surat takarak her şey olabileceğini beyan ediyor – çünkü artık siyah olarak tanımlanamıyor. Beyazlık, kelimenin tam anlamıyla ve mecazi olarak modern dünyanın bir yüzüdür, bazılarının girişine izin verirken bazılarını reddeden, eşitlikçiliğin ve özgürlüğün ancak kısıtlanarak korunabileceğine inanan bir yüzdür.

Berman, Robin/Rabinowitz “My Mammy”i icra ederken Afro-Amerikalıların linç edildiğinin farkında olsa da bu iki eylemin nedensel olarak bağlantılı değilse de ilişkili olabileceği makalesinde yer almıyor. The Jazz Singer’ın gerici ve asimilasyoncu siyaseti, Jolson’un performansını modern kendi kendini oluşturmanın “likiditesinin” ve çok kültürlü bir siyasetin başlangıcının bir parçası olarak görmekten ziyade, çok daha kasvetli bir senaryoyu savunuyor: modernite ancak ötekini ilkel olarak inşa ederek korunabilir.

Hapishane veya Büyük Bulvar

Ancak Berman’ın The Jazz Singer’ı şüpheli okuması, denemeler koleksiyonuna yönelik genel hevesimi azaltmıyor. Berman’ın kendisinin de söyleyeceği gibi, modernitenin krizine verilen yanıt daha çok modernitedir.

The Jazz Singer’ın sorunu sadece ırkçı olması değil; modernliğinin çok dar olması. Berman’ın en sevdiği konulardan biri olan 1980’lerin Times Meydanı’ndaki kentsel girdaptan ziyade, Robin/Rabinowitz tarafından benimsenen modernite, siyah müziğin sterilize edilmiş, yumuşak caz versiyonlarıdır.

Gerçekten de bu koleksiyonun gücü Berman’ın modernite vizyonunun genişliği ve ölçeği. Bronx’tan radikal bir Yahudi entelektüelin kaderinin Grandmaster Flash’ın ilk hip-hop’una nasıl bağlı olduğunu ve her ikisinin de daha eski kentsel ayaklanmalar ve devrimci Fransa’nın yerinden edilme tarihi, Bolşevik Devrimi ve diğer “sokaktaki çığlıklar” ile nasıl bağlantılı olduğunu gösteriyor. Ve ​​Berman’ın modernizmi bir karşı kültürünü olarak nasıl ele aldığını ortaya koyuyor. Robin/Rabinowitz, Broadway’in yavan sahnesinde oynamaktansa Harlem’e giden bir sonraki trene binmiş olsaydı daha iyi yapardı. Berman’ın dayanışma dürtüleri doğrudur, ancak Robin/Rabinowitz, siyah ya da beyaz bir Jakoben değildir.

W. E. B. Du Bois, Beyaz Halkın Ruhları adlı makalesinde, modern dünyanın tüm fikirleri arasında ırkın en korkunç maddi sürekliliğe sahip olduğunu söylüyordu. Yine de C. L. R. James’in bize hatırlattığı gibi, San Domingue’nin köleleri aynı zamanda ilk modern proletaryaydı ve Toussaint L’Ouverture ilk modern devrimciydi, dünyayı da Berman’ın Bronx’unun yıkıntılarını anladığı şekilde görüyordu: Modern dünyanın korkunç çelişkileri dışında bir çıkış yolu yok. Grandmaster Flash, Kara Panter Partisi’nin siyaseti ve stili ve Harlem Rönesansı öncüsü African Blood Brotherhood gibi kendi kendini şekillendiren, yaratıcı bir kentsel modernitenin önemli seslerinden biridir.

Bu, bugün çok ihtiyacımız olan bir ders. Berman’ın Donald Trump dönemi hakkında yorum yapmak için hayatta olmaması yürek parçalayıcı. Küreselleşmiş bir elitin burjuva modernitesinin getirdiği sefaletlere karşı yanıt giderek bizi geçmişe, kabile ve ırkın tecrit edici dillerine sürükleyecek demagoglar biçiminde geliyor; yüksek teknolojili bir hapishanenin veya dev bir sınır duvarının modernliği.

Trump, Fransa’dan Marine Le Pen, Hollanda’dan Geert Wilders ve diğer aşırı sağ politikacılar, modern dünyaya, Baudelaire’in Paris’te tanımladığı veya Berman’ın takip ettiği Bronx’un küllerinden doğan hip-hop’un yükselişinin tesadüfi karşılaşmaları durdurmak için tasarlanmış çözümler sunuyor. Bize modernitenin tüm yıkımını hiçbir olasılık olmadan vaat ediyorlar.

Berman bugün hala hayatta olsaydı, Trump’ın “Amerikan katliamına” yanıtı, “Amerika Zaten Büyük” söyleminde ısrar etmek değil, Amerika’nın sefaletinin çözümünün kelimenin tam anlamıyla krizin çarklarında bulunabileceği konusunda ısrar etmek olurdu.

Otomasyon, hepimize boş zamanları yaşatacak bolluğu sağlayabilir; iklim krizi bizi yenilenebilir enerjiyle çalışan daha yoğun, daha kalabalık şehirlerde yaşamaya itebilir; ailenin parçalanması, çocuk bakımı ve cinsellik konusunda daha geniş bir anlayışa yol açabilir; sınırların yıkılması dünya çapında yeni dayanışmalara yol açabilir. Berman’ın modernizme olan ilgisi, hatta belki de nostaljisi, büyük düşünme, ekonomik ve politik krizlere cesur çözümler hayal etme arzusudur.

Ezra Pound ve Wyndham Lewis gibi faşistler ya da Richard Wright ve Muriel Rukeyser gibi sosyalistler olsun, modernist edebiyatın neredeyse tüm ışıkları, toplumun büyük bir dönüşümünün sadece mümkün olmadığını, bunun liberalizmin çürümesine karşı tek kaçınılmaz çözüm olduğunu hissetti. Solda öncülük etmeye istekli modernist yazarlarımız olsun ya da olmasın, kriz aynı: Bizi bekleyen şey, ya modernizm ya da barbarlık.

Orijinal metin linki: https://jacobinmag.com/2017/05/marshall-berman-modernism-in-streets-all-that-is-solid-melts-into-air-modernity-marxism

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu