Demokrasi ve SolGündemToplumsal Adalet

Boğaziçi Direnişi: Kolektif Bir Mücadelede Bir Arada Kalabilmek – Alper Kara

Boğaziçi Direnişi, kolektif ve hak temelli direnişlerde bir arada kalabilmenin ne kadar mümkün olduğunu incelememiz için önemli bir fırsat sunmaktadır.

Bu yazı kaleme alınırken Boğaziçi Direnişi 577. gününü tamamlamış bulunuyor. Melih Bulu’dan sonra Mehmet Naci İnci’nin göreve atanmasından beri hukuksuz, kısıtlayıcı ve şiddete varan baskıların günden güne dozajı artıyor. Her ne kadar direniş artık büyük ölçüde kamuoyunun gündemini belirleyen olaylardan biri olmasa da akademisyenler, öğrenciler ve mezunlar haklı taleplerini kendi eylem stratejileri çerçevesinde dile getirmeye devam ediyor. Bu bağlamda, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının otoriterliğinin doruğunda uzun soluklu bir mücadele olarak ortaya çıkan Boğaziçi Direnişi, kolektif ve hak temelli direnişlerde bir arada kalabilmenin ne kadar mümkün olduğunu incelememiz için önemli bir fırsat sunmaktadır. Bu yazı da nesnel ve akademik bir değerlendirme amacından ziyade direnişin başından beri bileşeni olan dört öğrenciyle yapılmış röportajlar çerçevesinde bu konuda bir yorum getirmeyi amaçlamaktadır. Özellikle farklı dönemlerde Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanmış ve oldukça çeşitli siyasi, sosyal ve ekonomik özgeçmişleri olan öğrenciler tercih edilmiştir. Yazının başlangıcında İVME Hareketi’ne bu konuda röportaj vermeyi ve görüşlerini samimiyetle açıklamayı kabul etmiş olan Özgür Sarak, Doğu Demirtaş, Emru Yıldırım ve Oğulcan Güntekin’e teşekkür ederim.

Kolektif bir mücadelenin bileşeni olma tercihinin arkasındaki motivasyon belki de bir arada kalabilmenin temel taşlarından birini oluşturuyor. Direnişin henüz başlangıcında karşı çıkma prensibinin hangi aidiyet duygusuyla yapıldığı bu yüzden önem taşımaktadır. Özellikle iktidarın, üniversiteleri bir yaşam ve tartışma alanından ziyade yalnızca dershane konsepti içerisine sığdırmaya çalışmasına karşın öğrenciler kendilerini Boğaziçi’ne karşı sorumlu hissediyor. Oğulcan Güntekin de bu sorumluluğun altını çiziyor: “Benim direnişte ön plana çıkmamın asıl sebebi en temelinde bir sosyal sorumluluk ve aidiyet hissiyle evime zarar geliyor olması ve evimi yaşatmalıyım düşüncesi. Herhangi bir siyasi kaygım yoktu. Sonrasında zaten başka öğrenci arkadaşlarla ayrı düştüğümüz konular oldu. Ben yuvamı korumakla mükellefim bunu düşünüyordum”.

Bir noktada bu aidiyet duygusu, öğrencilerin birçoğunun daha da politikleşmesine yol açıyor. Emru Yıldırım da bunu vurguluyor: “Ben ve birçok arkadaşım bu direnişte politikleşti. Ben ise 2018 yılındaki ekonomik krizde politik olmaya başlamıştım ama politikada aktif değildim ve sadece öğreniyordum. Boğaziçi’ne atanan kayyumla beraber direkt bana dokunan bir şey olması ve insanların bunun için bir şeyler örgütlemeye çalışması benim de harekete geçmem için bir neden yaratmış oldu.

Özgür Sarak ise kendisinde beliren ilk duygunun “meşruiyetini çok açık yitirmekte olan bir iktidardan böyle bir hamle gelmesi, buna cüret edilebilmesine olan öfke” olduğunu söylüyor. 2014 yılında Boğaziçi Üniversitesi’ne kaydolan ve diğer öğrencilere göre çok daha uzun süredir üniversitede bulunan Doğu Demirtaş ise mücadelenin ve direniş duygusunun şimdi başlamadığını belirtiyor. “Direniş benim için ve benim dönemimdeki arkadaşlar için yaklaşık 6 yıldır devam ediyor. Aslında bu iktidarın yapmaya çalıştığı şeyi net bir şekilde Boğaziçi’ne gelmeden önce de biliyorduk”. Ayrıca Doğu, üniversiteye kaydolduğundan bu yana yurtlarda erkek-kadın ayrımı yapılmasından, belirli gazetelerin defalarca hedef göstermesine kadar yaşananların bir devamlılık teşkil ettiğini düşünüyor. Tüm bu bağlamlar değerlendirildiğinde öğrencilerin bir üniversite kültürünü benimsediği ve politikleşme serüvenlerinde bu direnişin önemli bir iz bıraktığı ve bırakmaya devam edeceği gözüküyor.

12 Eylül Darbesi ve Yükseköğretim Kurulu’nun kurulmasından sonra üniversitelerde siyasi hareketliliğin sınırlandırıldığı ve öğrencilerin apolitikleştirildiği değerlendirmeleri yapılsa da Türkiye’de öğrenci hareketlerinin toplumsal hafızada yadsınamayacak bir yeri var. 68 kuşağının başlattığı ve 12 Eylül’e giden süreçte oldukça keskinleşen dönemin yanı sıra II. Abdülhamid’in “devr-i istibdat” dönemine tepki olarak ortaya çıkan bir gelenek de söz konusu. Boğaziçi Direnişi’nin de zaman zaman sönümlenmiş olan bu geleneğin içindeki yerini ve farklı yönlerini anlayabilmek gerektiğini düşünüyorum.

Özgür Sarak, Boğaziçi eylemlerini ‘siyasetsizleştirmeye’ karşı geliştirilen bir tepki olarak okuyor. Siyasetsizleştirme kavramı için şunları dile getiriyor: “Bu Erdoğan’ın yıllardır çok vurguladığı bir şeydi. Hatta okullardan 7 yılda mezun olma kanununu sırf bu yüzden çıkarttığını kendisi söylemişti. Boğaziçi’ne rektör atanması ise bu siyasetsizleştirme vizyonunun devamı niteliğindeydi”. Doğu ise önceki dönemlerin eksenini belirten ideolojik kutuplaşmanın aksine Boğaziçi eylemlerinin farklı nitelikler taşıdığı görüşünde. “Boğaziçi’nin farklılığı bence çok seslilik gibi geliyor bana. Bu aynı zamanda bölen bir şey gibi de oluyor. Tek güçlü bir ses olmuyor ama herkesin de farklı bir görüşü var. Aslında yapmaya çalıştığımız şey de buydu”. Her iki yorumu birlikte değerlendirdiğimizde siyasetsizleştirmeye karşı çok sesli bir tepkinin hem olumlu hem olumsuz tarafları olacaktır. Bunu Boğaziçi’nin çokça sözü edilen özgürlükçü ortamı da belirliyor. Farklı fikirlerin ve tartışmaların siyasi söyleme ve aktivizme bürünmesi, belli inisiyatifler meydana çıkarması siyasetsizleştirme noktasını aşarken belli çatışmaları da direniş içerisinde meydana çıkarıyor.

Tam bu noktada birlikte hareket edebilmek için direniş içerisinde bir hiyerarşinin ve demokrasinin gerekliliğine dair bir tartışma ön plana çıkmaktadır. Birçok farklı siyasi gelenek, sosyoekonomik durum ve çeşitli bölgelerden gelen öğrencilerin ortak amaç uğruna strateji belirlemesi oldukça güç bir durum. Hiyerarşinin varlığı ve gerekliliği sorusuna karşın Emru ‘emek hiyerarşisi’nin önemine dikkat çekiyor. Oğulcan ise: “Aslında, ‘yatay hiyerarşi oluşturmak istiyoruz, dikey hiyerarşiye karşıyız’ diyen insanların pek de öyle olmadığını uzaktan sanki gözlemledim. Ama zaten bir dikey hiyerarşi olmadan bir hareket yönetilebilir mi bunu da tartışmalıyız” diyerek bahsettiğim soruyu bir eleştiriyle yorumluyor. Özgür ise deneyimlediği durumun tehlikeli bir noktaya vardığını işaret ediyor: “Boğaziçi’nde genel olarak bu konularda hiyerarşi oluşmasını geçtim, belki de fazla anti-hiyerarşik bir tutum oluştu. Karar alınması çok yavaşlamıştı ve çoğu karar oylanarak da değil tamamen konsensüs ile alınmaya çalışılıyordu. Bir yerden sonra karar alamama gibi durumlar oluşuyor”. Öğrencilerin örgütlülüğü de hiyerarşi konusunda başka bir kapıyı açıyor. Yazının başında bahsettiğimiz gibi Boğaziçi direnişi esnasında politikleşenler olduğu gibi Boğaziçi direnişi öncesinde örgütlü mücadelede bulunmuş öğrenciler de yer alıyordu.

Hiyerarşiyle bağlantılı olarak Doğu, örgütlü öğrencilerin durumunu değerlendiriyor: “Aslında bütün eylemlerde de aşağı yukarı aynı şekilde olduğu gibi örgütlü bir grup oluyor. Ya da 10 kişi bile anlaşıp bir şey söylese zaten çoğunluk onlar olmuş oluyor”. Böylelikle söz hakkının daha çok örgütlenme pratiği gösteren öğrencilerin elinde bulunması doğal bir sonuç gibi gözükmekte.

Hiyerarşiden sonra ise birlikte kalabilmedeki en temel mesele özellikle direnişin ilk günlerinden bu yana tartışma konusu olan kapsayıcılık tartışmaları. Eğer doğal bir hiyerarşi oluşuyorsa da oluşmuyorsa da belli inisiyatifler özellikle sosyal medyada ön plana çıkmış durumda. Bu bağlamda iki türlü kapsayıcılık sorusu mevcut. Boğaziçi Direnişi çerçevesinde kurulmuş olan inisiyatifler tüm öğrencileri kapsıyor mu? Diğer yandan, bu inisiyatifler Türkiye’de bugüne kadar hayatın her alanına sirayet etmiş politik ve sosyal meseleleri söylem bazında direnişle bağdaştırmalı mı ya da sadece Boğaziçi odaklı bir strateji mi izlenmeli? Emru bu konuda tavrını net bir şekilde belli ediyor: “Ben daha yerel bir siyaseti destekliyorum Boğaziçi’nde. Direnişin kapsamının Boğaziçi’ne indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Kapsayıcılık şu anda bir zorunluluk ve olabildiğince çok Boğaziçilinin direnmesi gerekiyor”. Oğulcan da Emru ile aynı fikri paylaşıyor: “Protestocu öğrencilerin tek bir prototipte olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Bu kadar farklı öğrencilerin olduğu bir ortamda Boğaziçi Üniversitesi olayını başka olaylarla birlikte ele alalım ve bu şekilde buna karşı çıkalım demek aslında çok da işe yaramıyordu”.

Özgür ise kapsayıcılık sorununun daha çok kurumsal bir mesele olduğunu düşünüyor: “Önceden kurulmuş böyle bir temsiliyeti ve kapsayıcılığı sağlayacak bir kurum olmadı. Mesela bizdeki ÖTK bu rolü sağlayamamıştı. Hatta ÖTK başkanı önceki yıldan seçilmiş konumdaydı. Böyle kurumlar eğer âtıl kaldıysa kapsayıcılık mümkün olmuyor”. Yine Özgür için bu atama siyasiliği açık bir atama ve insanların politik söyleminin Boğaziçi dışına taşması da doğal bir sonuç. Doğu için ise inisiyatif sayısının artması aslında temsiliyet sorununa bir çözüm sunuyor. Arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Boğaziçi Sergi’nin de bu kapsamda ortaya çıktığını belirtiyor: “Herkesin kendi fikri var ve bunu resimle veya bir sanat eseriyle yapsın ve onu getirsin, onu göstersin diye düşündük”.

Kapsayıcılık sorunu üzerine tartışmaların direnişin sonuna kadar devam edeceği öngörülebilir. Özellikle bayrağı devralacak yeni lisans öğrencileriyle bu sorunun çözümlenip çözümlenemeyeceği de direniş için önemli bir gündem maddesi olacaktır. Bu noktada yeni gelen lisans öğrencilerinin direnişin kendilerine dokunan noktasının ne olduğu oldukça önemli. İlk defa Boğaziçi Üniversitesi’nin kapısından girerken ne hissettikleri ve kendi deneyimleriyle neler getirdiklerini anlayabilmemiz gerekiyor. Şurası bir gerçek ki geçmişte birçok öğrenci Boğaziçi Üniversitesi’ni kendi kimliği ve fikirleriyle nefes alabileceği güvenli bir alan olarak görüyordu. 2020 yılında üniversiteye giriş yapan Emru aslında direkt olarak kendisini direnişin ortasında buldu. Direnişin kendi hayatına dokunan noktasını yazının genel temasından hareketle dile getiriyor: “Bir arada yaşamaya çalışıyorsunuz ve birbirinizi yaşatmaya çalışıyorsunuz”. Bir dayanışma kültürünü kazanım olarak benimsediğini belirtiyor.

Doğu ise yeni gelen öğrencilerin iki gruptan oluştuğunu gözlemliyor: “Bir grup direkt direniş için Boğaziçi’ni seçen bir gruptu. Bazıları inisiyatiflere girip katkı verdiler ve destek oldular. Diğer grup ise ailesi tarafından ‘sakın bulaşma’ öğüdüyle geldi”. Özellikle direnişin ilk döneminde İçişleri Bakanlığı’nın aileleri arayarak çocukları hakkında kendilerini uyarmalarının bir korku ortamı yarattığını söylüyor. Oğulcan ise durumun hem yeni gelen öğrenciler hem de halihazırda bulunan birçok öğrenci için kanıksandığının altını çiziyor ve Boğaziçi tercihinin başka bir yönüne dikkat çekiyor: “Yeni gelenlerde benim gözlemlediğim yurtdışına zıplayabilmek için en iyi trambolinin Boğaziçi Üniversitesi olarak görülmesidir”.

Birlikte kalma duygusunu Boğaziçi özelinden çıkararak iktidara karşı genel bir tepki bağlamında da değerlendirebiliriz. Bu yönden Boğaziçi Direnişi’nin diğer üniversitelerle nasıl iletişim kurduğu ve diğer üniversitelerde henüz böyle bir direnişin ateşlen(e)meme sebebinin ne olduğunu daha çok tartışmalıyız. Boğaziçi Üniversitesi ne ilk ne de son “kayyım” rektör atamasına maruz kalacak üniversite. Oğulcan bu konuda Boğaziçi’nin ön plana çıkmasıyla ilgili olarak da şunları dile getiriyor: “Boğaziçi Üniversitesi’nin ön plana çıkmasının sebebi liberal ve elitist dedikleri insanların bugün ses çıkarmış olmaları. Geçmişteki yanlış birtakım tavırlar bugün bizim daha çok ön plana çıkmamıza sebep oldu”. Diğer üniversitelerde henüz bu bilince ulaşılamadığını belirtiyor. Emru ise öğrencilerin değil kamuoyunun bu odağı belirlediği görüşünde: “Bunun sebebi de Boğaziçi’nin en iyi üniversitelerden biri olması. Dolayısıyla kamu nezdinde daha önemli görünmesi ve muhtemelen direnişin ilk başladığı nokta olarak da Boğaziçi olması herhalde odağın orda kalmasına neden oldu”. Özgür ise yine siyasetsizleşme terimini ön plana çıkarıyor ve çoğu üniversitenin de yakın dönemde kurulmuş olmasının buna engel olduğunu vurguluyor: “90’lardan ve 2000’lerden sonra kurulmuş olan üniversiteler ne kadar siyasallaşmıştır? İçindeki öğrenciler kendileri siyasallaşmış olabilir ama üniversite özelinde olması çok uzun bir süreç. Hükümetin kurduğu üniversiteler açısından bu oldukça zor”.

Direnişin başından itibaren iktidar hem birinci ağızdan hem de belli medya gruplarını kullanarak Boğaziçi öğrencilerini hedef gösterdi ve direnişi terör örgütleriyle bağlantılı olarak değerlendirdi. Üniversite içerisinde aday kulüp statüsünde bulunan LGBTİ+ kulübü kapatıldı. Bu kadar marjinalleştirme ve karalama çalışmalarına karşı da direnişi bir arada tutabilmenin stratejisinin gelişip gelişmediği önemli sorulardan bir tanesiydi. Öğrencilerin bu deneyimden neler elde ettiğini de kendi gözlemlerimle birlikte sormak istedim. Oğulcan sosyal medyayı ana akım medyaya karşı iyi kullandıklarını düşünüyor: “Video çekerek, sosyal medyaya görüntü servis ederek, benim ve diğer arkadaşlarımın da televizyon kanallarına çıkmasıyla beraber insanlarda iktidar bunlara terörist diyordu ama iki kaşı iki gözü olan bir çocuk çıktı konuşuyor hissi oluştu”.

Özgür ise iktidarın ithamlarının ciddiye alınacak bir tarafı olmadığına işaret ediyor: “Elimizde olan rakamlara baktığımız zaman 2016 yılından beri yaklaşık 3 milyon kişiye terör soruşturması açılmış Türkiye’de. O dönem bu konulara çok girmeyelim diyenler olmuştu, özellikle LGBTİ+lara karşı artan saldıralarda. Böyle düşünen arkadaşların yanıldığı nokta Boğaziçi Direnişi zaten LGBTİ+ bireylerin aktivizmden ayrı düşünülebilecek bir şey değil. Bir direnişin ana unsurunu gizlemeye çalışmak veya çıkarmaya çalışmak kimsenin haddine değil”. Doğu da medyanın tamamen ele geçirilmiş olmasından dolayı hedef gösterilmenin özellikle iktidar tarafındaki seçmene seslenmede bir araç olduğunu düşünüyor: “Tek şansımız hedef gösterilerek o kesime ulaşıp o sayede bir şeyler söyleyebilmekti. Erdoğan’ı eleştiren eserlerin hedef gösterileceğini düşünüyorduk fakat başka bir eser hedef gösterildi. Yine de içindeki fikirler hem toplumda hem de mecliste tartışıldı. Bunu kazanmış olduğumuzu düşünüyorum”.

Röportaj yapılan bütün öğrenciler kamuoyunun ve muhalif siyasetçilerin desteğinin önemini vurguladılar. Bundan sonra hem direniş özelinde hem de Türkiye özelinde bekledikleri kazanımları da sormak istedim. Doğu, direnişin ‘toplumsal bilincin’ artırılması açısından önemli olduğunu ve taleplerinin sadece kendileri için değil bütün yurttaşlar için gerekli olduğunun üzerinde duruyor. Emru da kazanılan bilincin önemine işaret ediyor: “Akademik özerklik konusunda kamuoyu bilinci az veya çok oluştu. Bu da gelecek dönemlerde oluşabilecek tehlikelere karşı birtakım yapıların ve eylemlerin oluşturulmasında bir taban hazırlıyor”. Oğulcan da kazanımları ön plana çıkarıyor: “Öğrenciler Türkiye’de uğruna mücadele edilen hakların kolay olmadığını öğrendiler. Burada kalan öğrenciler için bu bir kazanım oldu. Düşünecekler ve diyecekler ki hak arayışına çıktığımda bugün veya yarın sonuçlanmayacak, belki 10 yıl sonra sonuçlanacak”. Özgür bundan sonraki beklentisinin saldırılara karşı göğüs germek olduğunu belirtiyor: “100-150 yıllık kurumlar çok kolay oluşan şeyler değiller. 1 yıl ömrü kalmış bir iktidar iki üç oy devşirme çabasıyla böyle bir kuruma geri çevrilemez zararlar verirse gerçekten yazık olur”.

Öğrencilerin röportajlarından anlaşılacağı üzere kapsaycılığın ve birlikte direnebilmenin stratejisi açısından farklı görüşlere sahipler. Yine de günün sonunda ortak amaçlarının sürekli olarak altını çiziyorlar. Bütün ayrışmalara rağmen Boğaziçi Üniversitesi kolektif öğrenci hareketleri kapsamında hafızamızda önemli bir yer tutacak. Ayrıca, bu kadar çok sesli bir direnişin iktidarın tüm baskılarına rağmen nasıl hâlâ devam edebiliyor oluşu ileriki dönemlerde daha da aydınlanabilecek bir soru olarak duruyor. Son olarak, yaklaşık 7 senedir mensubu olduğum Boğaziçi Üniversitesi’nin birlik ve dayanışmayla çok daha güzel günlere ulaşacağı umudunu taşıdığımı belirtmek isterim.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu