Demokrasi ve SolEkonomi ve KamuculukToplum ve Siyaset

Kapitalizm Dinimiz mi Oldu? – Daniel Steinmetz-Jenkins (Çeviri: Yepisyeni Türkiye)

Kapitalizm yeni dindir, büyülü hurafeler ve asılsız inançlarla dolu bir sistemdir ve kendi ekonomistleri ve yöneticilerine, kendi “reklamcılık ve halkla ilişkiler” ikonografisine ve kendi politik teolojisine -tarih görüşüne- ve kapitalist sistemin dünyaya yayılmasının kaçınılmazlığına dayanan siyasete bağlıdır.

Tarihçi Eugene McCarraher ile piyasanın mitleri ve ritüelleri, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarındaki kayıp radikalizm ve neoliberalizmin yükselişi hakkında konuşuyoruz.

Kapitalizmden daha aşırı bir modern rasyonalizm biçimi bulmakta zorlanabiliriz. Arz ve talep yasaları ve sağlık ve eğitim gibi malların metalaştırılması, bir zamanlar insan yaşamının hayati bir parçası olan gizemi ve kutsallık duygusunu ortadan kaldırır. Marx’ın gözlemine göre kapitalizm, “tüm sabit, donmuş ilişkileri” paramparça eder ve “dini coşkunun en ilahi coşkularını… bencil hesapların buzlu suyunda boğar.” İnsan hayatından her bir huşu ve sihir damlasını sıyırır ve yerine katılaşmış bir maddi çıkarlar ve birikimler dünyası bırakır. Güya hikaye böyle gider.

Eugene McCarraher’in yeni kitabı, Mammon’un Büyüleri: Kapitalizm Modernitenin Dini Nasıl Oldu? McCarraher, kapitalizmin, yarattığı yeni dünyanın büyüsünün bozulmasıyla değil, “kutsallığın” üretim ve tüketim, kâr ve fiyat, ticaret ve ekonomik sıkıntı alanlarına “göçü” ile karakterize edildiğini savunuyor.

Başka bir deyişle, kapitalizm yeni dindir, büyülü hurafeler ve asılsız inançlarla dolu bir sistemdir ve kendi ekonomistleri ve yöneticilerine, kendi “reklamcılık ve halkla ilişkiler” ikonografisine ve kendi politik teolojisine -tarih görüşüne- ve kapitalist sistemin dünyaya yayılmasının kaçınılmazlığına dayanan siyasete bağlıdır. McCarraher, The Nation ile kapitalizmin geçmişi ve bugünü, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarındaki kayıp radikalizm, Bernie Sanders’ın adaylığı ve yeni nesil sosyalistlerin yükselişi hakkında konuştu. Aşağıdakiler netlik için düzenlenmiş ve sıkıştırılmıştır.

—Daniel Steinmetz-Jenkins

Daniel Steinmetz-Jenkins: Kitabınızın reddettiği, “büyüsü bozulmuş kapitalizm” görüşü nedir? Ve neden bu kadar uzun süre kapitalizme ilişkin bu görüşün doğru olduğunu varsaydık?

Eugene McCarraher: Max Weber’in (Friedrich Schiller’den ilham alarak) dediği gibi “dünyanın büyüsünün bozulması”, modern kültürel ve entelektüel yaşamın temel varsayımlarından biridir. Modernliğin ayırt edici bir özelliği “büyüye (evrene hükmeden, her yeri kaplayan ve canlandıran gizemli, ölçülemez güçler) olan inancın kaybına” dair bir inançtır. Orta Çağ boyunca, Katolik Hristiyanlık, kutsal ritüelleri ve bu büyülü gerçeklik anlayışını örneklemiştir. Weber’e göre, Kalvinist teoloji ve kapitalist girişim, maddeyi hareketsiz ve cansız bir maddeye indirgeyerek bu büyülü ayinsel perspektifi yavaş yavaş yıkmıştır. Kapitalist kâr arayışı, yalnızca hırs ve tefeciliğe karşı orta çağ kısıtlamalarını gevşetmekle kalmayıp; maddi gerçekliğin tüm manevi öneminden arındırılmasını zorunlu kılmıştır.

Bu hikâye, Wall Street bankacılarını, Silikon Vadisi teknobiraderlerini (techbro), Jacobin’deki sosyalistleri ve muhtemelen The Nation okuyucularının çoğunu birleştiren ilgi çekici bir hikaye. O kadar çekici ki dindar entelektüelleri bile ikna ediyor: A Secular Age (2007) adlı kitabında, Katolik filozof Charles Taylor bu geleneksel hikayeyi hemen hemen yeniden anlattı – ve bir yeniden büyülenme olasılığından bahsederek sürpriz bir final yaptı. Yüzeysel bir bakışla son derece ikna edici. Kapitalist dünyada son iki yüzyılda dini inancın azaldığı gerçeğini bir kenara bırakın; günlük yaşamda bile bunun böyle olduğu görülür. Belki evanjelik Protestanlar dışında, iş adamları yönetim kurulu toplantılarında dua etmezler; gelecek çeyrek hakkında kahinlere danışmazlar veya yatırım kararlarını burçlara dayandırmazlar. Bunlara inansalar bile, bunların hiçbiri hesaplarına girmez.

DSJ: Yani kitabınız farklı bir hikâye mi anlatmak istiyor?

EM: Kapitalizmin en seküler ve “büyüsüz” eleştirmenleri arasında bile çok farklı bir hikâyenin parıltılarını görebilirsiniz. Weber, eski büyü ruhlarının sadece sendeleyerek unutulup gitmediğini düşündü; piyasa kanunlarına dönüşmüşlerdi. Ve Marx’ın 1844 Elyazmaları’nda, Grundrisse‘de ve Kapital‘deki meta fetişizmiyle ilgili bölümde okuyabileceğiniz gibi, Marx, kapitalizmin sözde seküler mekaniğindeki büyünün kalıcılığını algıladı. Paranın bir tanrı, kapitalist uygarlıkta ahlaki gerçekliğin yaratıcısı ve meşrulaştırıcısı haline geldiğini gördü. Kapital‘de meta fetişizmi, Katolik kutsallığının kapitalist vekili haline gelir: Kutsallığın ilahi lütfu maddi nesneler veya dini ritüeller aracılığıyla yönlendirilirken, meta fetişizmi paranın gücünü nesnelerin parasal bir simyası aracılığıyla yönetir. Dolayısıyla modern tarihi okumanın bir yolu, onu kapitalist büyülenme ve para teolojisinin bir hikayesi olarak okumaktır.

İşte bu tarihsel hikâye kitabımın konusu. Alt başlığı, kapitalist büyünün en keskin ve en özlü Marksist açıklamalarından biri olan Walter Benjamin’in Din Olarak Kapitalizm (Capitalism as Religion)(1921) adlı eserinden türetilmiştir ve ben kapitalizmin nasıl da yeni, sapkın bir büyü biçimi, dünyada kutsiyet içeren bir varoluşa dair arzularımızın yanlış bir yönlendirilmesi olduğunu incelemek istiyorum. Bu sapkın kutsallık, kapitalist uygarlık boyunca – yönetim teorisinde, endüstriyel tasarımda, reklamcılıkta, ekonomide – sergileniyor.

DSJ: Ekonominin doğası hakkındaki anlayışınız hakkında daha fazla şey söyleyebilir misiniz? Kitabınızda, “Tarihsel olarak gerçek dışı olan takas ekonomisi efsanesinden, insan doğası hakkındaki eski püskü ve aşağılayıcı iddialarına kadar, ekonomi sadece köhne değil, aynı zamanda temelde sahte bir bilimdir.” diyorsunuz. “Sahte bilim” ile ne demek istediniz?

EM: Dürüst olmak gerekirse ekonominin, Thomas Carlyle’ın bir zamanlar dediği gibi “köhne” de olsa bir bilim olduğundan bile emin değilim. Aslında, John Ruskin’in Sonuna Kadar (Unto the Last) (1862) kitabında o zamanlar “politik ekonomi” olarak adlandırılan şeyi “simya, astroloji ve büyücülük” ile karşılaştırdığında hedefe daha yakın olduğunu düşünüyorum. Bir Hıristiyan olarak, geleneksel ekonomide bulunan iki varsayımı reddediyorum: kıtlık (tersine, Tanrı bir bolluk dünyası yaratmıştır) ve rasyonel, bencil, faydayı maksimize eden hümanizm (insan doğasına ilişkin rekabete dayalı bir anlayıştır ki, bu anlayışın kötü olduğuna inanıyorum). Yaratılışımız Tanrı’nın suretinde ve benzerliğinde. Zamanımızın en önemli entelektüel misyonlarından birinin, insanlığın ve dünyanın doğası hakkında çok farklı varsayımlarla bir ekonomi inşa etmek olduğunu düşünüyorum.

DSJ: Bu ekonomi anlayışı, neoliberalizmin ne olduğu konusundaki anlayışınızla nasıl ilişkilidir?

EM: Her şeyi bir pazara dönüştürme idealiyle neoliberalizm, kapitalist büyünün zirvesini veya daha doğrusu en dip noktasını temsil ediyor. Kitapta tartıştığım gibi, neoliberalizmde, Philip Mirowski’nin sözleriyle “girişimci benlik” tabir edilen, insan kişiliğine dair tamamen piyasalaştırılmış bir anlayışınız var.

Neoliberal büyünün kozmolojisini en açık şekilde modern entelektüel tarihin en ikiyüzlü isimlerinden biri olan Friedrich Hayek’in çalışmalarında görebilirsiniz. Ve onun edebi özünü, paranın her şeyin ölçüsü olduğuna gerçekten ve kesin olarak inanan Ayn Rand’da görebilirsiniz. Hayek için piyasa, kararnameleri oluşturulan ve paranın sayısal sözlüğüne kaydedilen bir tür Logos’tur. Hayek’in görüşüne göre, onun esrarengiz bilgeliğine boyun eğmeli ve diz çökmeliyiz. Quinn Slobodian ise bu görüşü haklı olarak “olumsuz bir teoloji” şeklinde nitelendirir. Rand, kapitalizmin dinsel bir karaktere sahip olduğunu iddia etti. “Yeni bir inanca ihtiyaç var,” diye ısrar etti. “bir dizi yeni değer ve hayatın yeni bir yorumu.”

DSJ: Biraz vites değiştirelim. 2008 mali krizinin ardından, artan eşitsizliği açıklamanın bir yolu olarak politik ekonomiye ve özellikle politik ekonomi tarihine önemli ölçüde bilimsel ilgi olmuştur. Buradaki en dikkate değer kitap, Thomas Piketty’nin 21. Yüzyılda Kapital (Capital in 21st Century) eseri olacaktır. Argümanınız göz önüne alındığında, politik ekonomiye dönüşün, bize ekonomik krizin ve artan eşitsizliğin nedenleriyle ilgili hikâyenin sadece yarısını anlattığını söyleyebilir misiniz?

EM: Evet, hikayenin sadece bir kısmını anlatıyor – ama politik ekonomi çalışmasının vazgeçilmez olmaya devam ettiğinin de altını çizmeliyim. Kapitalizmin dindar eleştirmenleri arasında, öfkelerini, tutumluluğu kutsayarak ahlaki bir başarısızlık ilan ettikleri tüketimciliğe odaklama eğilimi var. Pekâlâ, bu konuya girmeyelim, ama bence tutumluluk en iyi ihtimalle sahte bir erdemdir ve birçok tarihçinin size söyleyebileceği gibi, tüketimcilik aslında insanların ihtiyaçlarını ve arzularını tatmin etmekle ilgili değildir. Kâr ve üretim hacmiyle ilgilidir. Kapitalizm, tatmin olmayan insanlara ihtiyaç duyar. Yani tüketimcilik hakkında gevezelik etmek, kapitalizmi ciddiye almamanın bir yoludur. Ayrıca, pek çok tüketim karşıtı hakaret bana yorucu bir ahlakçılık gibi geliyor ve aynı zamanda materyalizme eşit derecede sıkıcı bir itirazın altını çiziyor. Keşke insanlar, maddi dünyanın zevklerini daha fazla takdir etmeleri ve geliştirmeleri gerektiği anlamında, aslında daha materyalist olsaydı.

DSJ: Bugün popülizmi düşündüğümüzde, bunun tipik açıklamaları ya ekonomik ya da politiktir. Daha iyi bir servet dağılımı sistemi veya daha iyi bir siyasi temsil sistemi olsaydı, Donald Trump veya Jair Bolsanaro gibi güçlü popülistler bu kadar çekici olmazdı. Sizin kitabınızın sağcı popülistlerin yükselişini bir tür manevi veya ahlaki kriz olarak gördüğünü söyleyebilir misiniz? Lewis Mumford, Jackson Lears ve Russell Davenport gibi ele aldığınız figürlerin çoğu, insan yaşamının ekonomikleştirilmesini bu şekilde gördü.

EM: Çok daha adil bir servet dağılımı ile Trump gibi numaracıları daha az çekici hale getirmede çok yol kat edileceğine kesinlikle katılıyorum. Ancak burada iki gözlem yapmak istiyorum. Birincisi, bu günlerde “popülizm” kelimesinin kullanılma şeklini sevmiyorum. Yascha Mounk gibi insanlar için “popülizm”, ayaktakımının, neoliberal lordlarını anırarak rahatsız etmeleridir. Onlara göre ayaktakımı, aslında teknokratik ve yönetimsel seçkinlerin “pazarı sarsmak” veya “inovasyon” gibi şeylerden kâr etme yeteneğini kıskanmaktadır. Michael Kazin’in dediği gibi, popülizmin sağ ve sol versiyonları olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Popülizm her zaman ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile bağlantılı olmak zorunda değildir.

Ayrıca şunu da söylemek isterim ki, kesinlikle daha adil bir servet dağılımına sahip olmamız gerekir ama, öncelikle “zenginlik” ile ne demek istediğimizi kendimize sormalıyız. Geleneksel ekonomik düşüncedeki pek çok sorundan biri, “zenginliğin” her yıl ürettiğimiz tüm mal ve hizmetlerin toplamı, yani gayri safi yurtiçi hasıla olmasıdır. Bu tamamen nicel bir kavramdır. Bu mal ve hizmetlerin bizim için iyi olup olmadığı, üretildikleri koşullar veya üretim teknolojisinin veya tüketim biçimlerinin ekolojik etkisi ile ilgili hiçbir endişe yoktur. (Dışsallıklar kavramı, sorundan kaçınmanın bir yoludur.) Ruskin, zenginlik ile “hastalık” dediği şey arasında bir ayrım yapar. Ayrım nitelikseldir: Zenginlik ve hastalık, iyi olan ile kişinin karakteri arasındaki ilişkilerdir. Piketty’nin politik ekonomisine çok ihtiyacımız var. Ancak bu ahlaki tartışmayı ekonomi disiplinine bir yardımcı değil, merkezi hale getirecek şekilde dönüştürmemiz gerekiyor. Yine, ekonominin kendisinin büyük bir entelektüel revizyona ihtiyacı var – bu hem etik hem de ontolojik bir revizyon.

Bunların hepsi, ahlaki ve ruhsal krizin gerçek olduğunu ve bizim çoğu zaman fark ettiğimizden çok daha derinde olduğunu düşündüğüm anlamına geliyor. David Graeber’e katılıyorum: Kapitalist çağın sonuna yaklaşıyor olabiliriz, ancak bundan sonra gelecek şeyin daha iyi olacağından hiç emin değiliz. Wolfgang Streeck’in tanımladığı türden tekinsiz bir eşik döneminde yaşıyor olabiliriz – kapitalizmin zayıflayarak çöküşe gidişi, bir çeşit yavaş kıyamettir. Ancak görünüşe göre tutarlı bir muhalefet olmadığı için, sonunda çökmeden bir krizden diğerine sallanmayı başarır. Naomi Klein’ın sözleriyle, dünyanın – özellikle de içinde yaşayan ve onun bir parçası olan insanların – kelle sayısından ve istatistiklerden öte bir şey olarak görüldüğü bir “yeni uygarlık paradigmasına” gerçekten ihtiyacımız var. Bu yüzden kitapta, Romantik anti-kapitalizm geleneğinin en insancıl ve cömert olasılık hazinelerinden birini içerdiğini savunuyorum.

DSJ: Bu bizi, çözüm olarak önerdiğiniz şey sorusuna getiriyor: Sol Romantizm. Bununla ne demek istediğinizi ve kitabınızın diğer ana temasıyla, yani kutsal bir dünya görüşüne duyulan ihtiyaç olarak tanımladığınız şeyle nasıl ilişkili olduğunu açıklayabilir misiniz?

EM: Romantizm’i genellikle 18. yüzyılın sonlarından 19. yüzyılın ortalarına kadar gelişen edebi ve sanatsal bir hareket olarak düşünürüz. Romantizm’i modern kültürün bir unsuru olarak görme konusunda Michael Löwy ve Robert Sayre’a katılıyorum. Böylesi modern bir Romantizm’in temsilcileri parasal ve araçsal rasyonalitenin hegemonyasına karşı premodern, kapitalizm öncesi değerler ve kurumlara başvururlar. Yahut geleceğin şiiri olarak adlandırdığı şeye işaret eden Marx’ın aksine, Romantikler geçmişin şiirine başvururlar – Klasik Antikite, Orta Çağ, Rönesans, köylü ve zanaatkar toplulukları. Bazı Romantikler gerçekten geçmişe dönmek isterken, çoğu istemedi; modern öncesi toplumlarda değer düşündüklerini korumak ve modern biçimde yeniden biçimlendirmek istediler. Bu nedenle, birçok Romantik, Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin bilimsel ve demokratik mirasını onaylarlar ve Ruskin’den utanmadan “öğretmenim” diye bahseden William Morris’ten Herbert Marcuse ve Norman O. Brown’a kadar solun tüm yelpazesine dağılmışlardır.

Aynı zamanda, kesinlikle tüm Romantikler dindar olmasa da (örneğin Percy Shelley ve Morris), Romantizm genellikle dini duyarlılığın bir markası, orta çağ Hıristiyanlığının kutsal tahayyülünün mirasçısı ve modern biçimi olmuştur. Örneğin, Romantik şiirin en ünlü pasajlarından bazıları, görünür dünyayı aşan ve kaplayan bir gerçekliğe işaret eder: Blake’in Vahşi Bir Çiçekte Cennet (Heaven in a wild flower), Wordsworth’ün Yüce His / Çok Daha Derinden Birleşik Bir Şeye Dair (Sense Sublime / Of Something Far More Deeply Interfused.) şiirlerindeki gibi. “Hayal gücü”, Romantiklerin bu modern kutsal duyarlılığa verdikleri isimdi ve bununla “fantezi” değil, daha çok bir görme kapasitesi, gerçekten etrafımızda ne olduğunu “görme” yetisini kastediyorlardı. “Vizyoner” tam olarak bu anlama gelir ve rasyonaliteyi ortadan kaldırmaktan ziyade yerine getirir.

DSJ: O zaman Sol Romantizm’in gerçek politikasının ne olacağını açabilir misiniz? Ve bunu nasıl somutlaştırırsınız?

EM: Sol Romantizm bir dizi politik biçim aldı. Biri, özellikle 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında, sosyalist/sosyal demokrat görüşün bir yeniden üretimidir. Ruskin’in Sonuna Kadar‘a önsözü, refah devletine dönüşen şeyin erken bir taslağıdır. İşçi Partisi’ne ilk üye olanlar ve aynı zamanda sendikal hareketin tabanının çoğu, sosyalizme olan ilgilerinin çoğunun Sonuna Kadar’ın korsan kopyalarını okumaktan kaynaklandığını söyler. Anglofon dünyasında, R.H. Tawney (en azından lonca sosyalisti döneminde) ve George Herron ve Vida Dutton Scudder gibi Sosyal Müjdeci şahsiyetler de Ruskin ve William Morris’in takipçileriydi.

Sol Romantizm aynı zamanda Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkan birçok zanaatkâr topluluğunda da şekillendi ve aynı zamanda anarşistler arasında da ortaya çıktı. Sol Romantiklerin değişmez kaygılarından biri, zanaatkârlık becerilerinin ve estetik hünerlerinin, mekanizasyon (şimdilerde otomasyon olarak adlandırılır) tarafından yok edilmesi olmuştur. Sol Romantikler arasında geleneksel “ilerleme” anlayışına karşı bir meydan okuma vardır. Çünkü hem kapitalistler hem de onların sol muhaliflerinin çoğu, genellikle sonsuz ekonomik büyümeyi Prometheusvari bir “ilerleme” olarak görürler. Sol Romantikler ise, daha niteliksel büyüme standartlarını, daha küçük ölçekli ve ekolojik olarak daha duyarlı teknikleri ve doğrudan işçi kontrolünü tercih eder. Dolayısıyla, bir önceki jenerasyondan Christopher Lasch’ın söylediğinin aksine ayrım, “ilerleme ve onun karşıtları” arasında değil; daha ziyade, iki farklı ilerleme tasavvuru arasındaki bir çatışmadır.

DSJ: Bana öyle geliyor ki Yeşil Yeni Anlaşma, Sol Romantizm’in harika bir örneği olabilir. Kabul eder misin?

EM: Yeşil Yeni Anlaşma’nın çoğu kesinlikle ekonomik adalet ve ekolojik duyarlılıkla ilgili sol Romantik kaygılarla örtüşüyor. Bununla birlikte, Yeşil Yeni Anlaşma’nın, sınırsız büyümeyi ve ekolojik yağmalamayı tetikleyen kapitalist zorunluluklarla yüzleşmek için yeterince ileri gitmediği yönündeki sol eleştirilerine -biraz daha yumuşatmak kaydıyla- katılıyorum. Ayrıca, daha iddialı bir Yeşil Yeni Anlaşma, daha önce bahsettiğim zenginlik ve hastalık arasındaki ayrımı yansıtacaktır. Örneğin, soldaki birçok kişinin otomasyon için, hatta “tam otomatik lüks komünizm” için gösterdiği coşku konusunda gerçekten endişeliyim. Sol teknofiliklerin politik hayallerini Silikon Vadisi’ne devretmelerinden korkuyorum. Akıllarındaki plan, tüm teknolojik atılımları Elon Musk ve benzerlerinin gerçekleştirmesi ve sosyalizmin tamamen teknolojiyi onlardan almakla ilgili olması gibi görünüyor.

DSJ: Burada biraz farklı bir konuya geçiş yapayım. Daha genç bir nesil arasında sosyalizme artan ilgi ve dindar seçmenleri kazanma ihtiyacı göz önüne alındığında, bugün Hıristiyan sosyalizmi için bir dava var mı? Başka bir deyişle, laiklik konusundaki eleştirel düşünceniz göz önüne alındığında, Bernie Sanders’ın laik sosyalizmi hakkında ne düşünüyorsunuz?

EM: Hıristiyan sosyalizminin sorunu, son bir buçuk yüzyılda, ılık, reformist paternalizmden Anglikan radikallerinin lonca sosyalizmine ve mevcut sosyalistlerin gündemlerine imza atan Hıristiyanlardan biraz daha fazlasına kadar her türden anlama gelmesidir. Ya da sosyal demokrat partiler. Ayrıca, “Hıristiyan”ın artık pek çok tatsız tarihsel ve çağdaş çağrışımları –zulüm, emperyalizm, müstehcenlik, evanjelik homofobi– olduğu düşünülürse, birçok genç, çeşitli nedenlerle Hıristiyan sosyalizminden rahatsız olacaktır. Dolayısıyla “Hıristiyan sosyalizmi”nin yararlı bir terim olduğundan emin değilim – kitabımda bunu onaylamıyorum – ve bu yüzden daha geniş ve daha dağınık olan “Sol Romantizm”i tercih ediyorum.

Sanders’ın sosyalizmine yapacağım eleştiri de sol Romantik: O bir sosyalizm değil. İnsanların ve doğanın geri kalanının araçsal rasyonalite terimlerine indirgenmediği yeni bir uygarlık paradigmasının gerisinde kalıyor. Sanders’ın desteklediği şeyin “yeşil” bir sosyal demokrasi – büyük ve cömert bir refah devleti ve ekolojik kaygılara her zamankinden daha fazla dikkat gösterilen daha sıkı düzenlenmiş bir kapitalizm – olduğunu belirten ilk kişi değilim. Bunların hiçbirine kesinlikle karşı değilim, bu yüzden Sanders taraftarıyım. Ancak daha önce tartıştığım gibi, gerçekten adaleti sağlayacak ve gezegeni daha fazla hasardan kurtaracaksak, kapitalizmin daha temel mülkiyet ilişkilerini ele almalıyız.

Daniel Steinmetz-Jenkins, The Nation ile düzenli bir röportaj dizisi yürütmektedir. Aynı zamanda Wesleyan Üniversitesi Sosyal Bilimler Koleji’nde yardımcı doçent olup, Columbia University Press için “Impossible Peace, Improbable War: Raymond Aron and World Order” başlıklı bir kitap yazmaktadır.

Orijinal metin link: https://www.thenation.com/article/archive/capitalism-religion-eugene-mccarraher-interview/

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu