Ekonomi ve KamuculukToplum ve SiyasetToplumsal Adalet

Sürekli Barınma Krizi – David Madden ve Peter Marcuse (Çeviri: Baran Yalçınkaya)

Kapitalizm altında, işçi sınıfı için barınma hiçbir zaman güvence altında değildir.

Bugün barınma krizinin semptomları her yerde apaçık ortada. Haneler, yaşam pahalılığı yüzünden sıkışıyor. Evsizlik yükselişte. Kiracıların evden çıkarılması ve ipotekli evlerin satımı yüzünden evden çıkmalar çok yaygın. Yerinden edilmeler ve uçuk fiyatlarla beraber ayrımcılık ve yoksulluk, bugünün şehirlerinin tanımlayıcı özelliği oldu. Kent ve banliyö mahalleleri, dünyanın öbür ucundaki toplantı odalarında alınan kararlarla şekillenen spekülatif gelişmeyle dönüştürülüyor. Küçük kasabalar ve eski sanayi şehirleri hayatta kalma mücadelesi veriyor.

Amerika’da, konut krizi özellikle New York’ta şiddetli. Şu anda şehirde, Büyük Buhran‘dan bu yana, her zamankinden daha fazla evsiz var. Hanelerin yarısından fazlası kirayı ödeyemiyor. Yerinden edilme, kentsel dönüşüm ve evden çıkarılma her yere yayılmış. New York’un kendine özgü konut sisteminin iki ayağı – toplu konut ve kira düzenlemesi – tehdit altında.

Ancak barınma sorunları New York’a özgü değil. Barınak yoksulluğu tüm Amerika Birleşik Devletleri’nde bir sorun. Standart finansal anlamda karşılanabilirlik ölçütlerine göre, tam zamanlı asgari ücretli bir işçinin tek odalı bir konutu kiralayabileceği veya sahibi olabileceği hiçbir ABD eyaleti yok.

Ülke çapında, kirada oturan hanelerin neredeyse yarısı, gelirlerinin büyük bir miktarını kiraya harcıyor ve bu miktarın yalnızca artması bekleniyor. Bu sadece büyük şehir meselesi değil. Kırsaldaki kiracıların yaklaşık yarısı dahil olmak üzere, kırsaldaki hanelerin yaklaşık yüzde otuzu konut fiyatlarını karşılayamıyor.

Aslında barınma krizi küresel ölçekte. Londra, Şanghay, São Paulo, Bombay, Lagos, gerçekten de neredeyse her büyük şehir kendi barınma mücadeleleriyle karşı karşıya. Arazi gaspları, zorla tahliyeler, sürgünler ve yerinden edilmeler kol geziyor. Birleşmiş Milletler’e göre, gezegendeki evsiz nüfus, evsizliğin nasıl tanımlandığına bağlı olarak yüz milyon ile bir milyar arasında olabilir.

Küresel olarak şu anda düzgün veya uygun fiyatlı bir ev bulamayan 330 milyon hanenin – bir milyardan fazla insan – olduğu tahmin ediliyor. Bazı araştırmalar, son on yıllarda, kalkınma, tahliye ve inşaat nedeniyle yerleşim yerlerinin yerinden edilmesinin, afetler ve silahlı çatışmaların neden olduğu yerinden edilmeye rakip olacak bir ölçekte gerçekleştiğini öne sürüyor. Son elli yılda yalnızca Çin ve Hindistan’da, tahminen yüz milyon insan kalkınma projeleri nedeniyle yerinden edildi.

Ve yine de bir konut krizinin varlığına dair geniş bir kabul varsa, bu konuda ne yapılacağı şöyle dursun, bunun neden meydana geldiğine dair derin bir anlayış yok. Bugün hâkim olan görüş, eğer barınma sistemi bozulmuşsa bunun geçici bir kriz olduğu ve hedefe yönelik spesifik önlemlerle çözülebileceği yönünde. Ana akım tartışmalarda; barınma, dar terimlerle analiz edilme eğiliminde.

Yeterli konut sağlanması teknik bir sorun olarak görülüyor ve bunu çözmek için teknokratik araçlar aranıyor: daha iyi inşa etme teknolojisi, daha akıllı fiziksel planlama, yeni yönetim teknikleri, daha fazla ev sahipliği, farklı imar kanunları ve daha az arazi kullanım düzenlemeleri. Barınma; müteahhitler, mimarlar veya ekonomistler gibi uzmanların alanı olarak görülüyor. Barınma sistemindeki teknik iyileştirmeler kesinlikle mümkün ve bazılarına çok ihtiyaç var fakat kriz bundan daha derin.

Biz, barınmaya daha geniş bir perspektiften bakıyoruz: politik ekonomik bir sorun olarak. Yerleşim politiktir. Yani, barınma sisteminin şekli her zaman farklı gruplar ve sınıflar arasındaki mücadelelerin sonucudur. Barınma, zorunlu olarak devlet eylemi ve daha geniş ekonomik sistem hakkında sorular ortaya çıkarır. Ancak sosyal uzlaşmazlıkların konutları şekillendirme biçimleri çoğu zaman belirsizdir.

Barınma bugün saldırı altında. Eşzamanlı bir dizi toplumsal çatışmanın içine hapsoldu. Bir yaşanılan bir sosyal alan olarak tahayyül edilen “konut” ile kâr elde etme aracı olarak tahayyül edilen “konut” arasında doğrudan bir çatışma vardır – bir ev olarak konut ve emlak olarak konut arasındaki bir çatışma. Daha geniş anlamda barınma, farklı ideolojiler, ekonomik çıkarlar ve siyasi projeler arasındaki çekişmenin konusudur. Yine geniş anlamda barınma krizi, sınıflı toplumun eşitsizliklerinden ve karşıtlıklarından kaynaklanmaktadır.

Barınma Sorununu Yeniden Tanımlamak

Barınmanın politik-ekonomik yönlerine ilişkin klasik açıklama, 1872’de Friedrich Engels tarafından yazıldı. Engels’in “konut sorunu” dediği şey, işçi sınıfı barınma sorununun neden bu durumda olduğu ve bu konuda ne yapılması gerektiği sorusuydu.

Engels, barınma mücadelelerinin geleceği konusunda genel olarak karamsardı. Burjuva konut reformu girişimlerini eleştirerek, konut sorunlarının “günümüzün kapitalist üretim tarzından kaynaklanan sayısız, küçük, ikincil kötülükler”den biri olarak anlaşılması gerektiğini savundu.

“Kapitalist üretim tarzı var olmaya devam ettiği sürece, barınma sorununa ya da işçilerin kaderini etkileyen herhangi bir başka toplumsal soruna yalıtılmış bir çözüm ummak aptallıktır” diyerek bitiriyor. Engels için barınma mücadeleleri, sınıf mücadelesinin türeviydi. O halde barınma sorunları ancak toplumsal bir devrimle çözülebilirdi.

Barınma sorununun sınıflı toplum yapılarının içine gömülü olduğu fikrini Engels’ten alıyoruz. Bugün barınma sorununu ortaya atmak, toplumsal güç ile konut deneyimi arasındaki bağlantıları ortaya çıkarmak anlamına gelir. Konutun kimin ve ne için olduğunu, kimin kontrol ettiğini, kimi güçlendirdiğini, kimi ezdiğini sormak anlamına gelir. Bu problemi ortaya koymak, küreselleşmiş neoliberal kapitalizm içinde konutun işlevini sorgulamak demek.

Ne var ki, günümüzde barınma mücadeleleri yalnızca diğer çatışmaların türevi değil. Barınma hareketleri başlı başına önemli siyasi aktörlerdir. Barınma sorunu kapitalizm altında çözülebilir olmayabilir. Ancak konut sisteminin yapısı üzerine yüklenilebilir, geliştirilebilir ve değiştirilebilir.

Sosyal teorisyen Henri Lefebvre, konutun siyasi rolünü ve onu değiştirme potansiyelini anlamamıza yardımcı oluyor. 1968’de yayımlanmış Şehir Hakkı adlı kitabında Lefebvre, endüstriyel ayaklanmanın toplumsal dönüşüm için tek güç olmadığını savundu. Toplumda devrim yaratmak için bir “kent stratejisi” mümkündü.

İşin ve kentsel gelişimin doğasındaki değişiklikler göz önüne alındığında, sanayi proletaryası artık devrimci değişimin tek, hatta baskın temsilcisi değildi. Lefebvre, yeni bir siyasi özne olduğunu iddia etti: şehirli. Daha genel olarak; Lefebvre, günlük sosyal ve mesken hayatı perspektifinden bakıldığında, herhangi bir işçiyi de içeren bir kategori olarak “sakin” (ikamet eden) siyasetine başvurur.

Lefebvre, bir politik özne olarak kentlinin kentsel devrimle tam olarak neyi başaracağı konusunda muğlaktır. Fakat Levebrve, farklı bir yaşama biçimine işaret ediyor. Toplumsal ihtiyaçların ekonomik gerekliliklere tabi olmayacağı, yabancılaşmamış konut alanlarının evrensel olarak mevcut olacağı, hem eşitliğin hem de farklılığın toplumsal ve politik yaşamın temel ilkeleri olacağı bir gelecek hayal ediyor.

Ufukta Lefebvre’nin kentsel devrimi gibi bir şey görünse de görünmese de temel bir noktayı anlamak için onun fikirlerini kullanabiliriz: konut siyaseti, Engels’in önerdiği gibi, ana akım tartışmalar veya geleneksel politik-ekonomik analizler tarafından kabul edilenden daha fazla sayıda aktör ve menfaat içerir.

Ortodoks görüşte önemli olan tek çatışma, sömürü ve değeri çevreleyen çatışmalardır. Ancak yönetici sınıf da egemenliğini sağlamlaştırma ihtiyacını hissediyor ve sömürme yeteneğini korumak bunun yalnızca bir yönü. Konut koşullarını önemli ölçüde etkileyen siyasi, sosyal ve ideolojik zorunluluklar da var.

Lefebvre’in yazdığı sıralarda ortaya çıkmaya başlayan finansallaşmış küresel ekonomide; gayrimenkul, endüstriyel sermaye ile ilişkili olarak yeni bir önem kazanmaya başladı. Bugün konut ve kentsel gelişme ikincil olgular değil. Aksine, çağdaş küresel kapitalizmi çalıştıran ana süreçlerden bazılarına dönüşmüş haldeler.

Lefebvre haklıysa konut, sistemin yeniden üretimi için her zamankinden daha önemli bir alan haline geliyor – bu, barınma hareketlerinin toplumsal değişimi gerçekleştirmesi için yeni stratejik olasılıklar açabilecek bir değişiklik.

Kimin Krizi?

Eleştirmenler, reformcular ve aktivistler yüz yılı aşkın bir süredir “barınma krizi” terimini kullanıyorlar. 2008’deki küresel ekonomik çöküşün ardından bu tabir yeniden yaygınlaştı. Ancak kriz kavramının bu şekilde kullanılmasına dikkat etmek gerekiyor.

Kriz fikri, yetersiz veya karşılanamaz konutun anormal olduğunu, iyi işleyen bir standarttan geçici bir sapma olduğunu ima eder. Ancak işçi sınıfı ve yoksul insanlar için barınma krizi bir normdur. Yetersiz barınma, tarih boyunca tahakküm altındaki grupların kaderi olmuştur. Engels tam olarak bu noktaya değinmişti:

“Bugünlerde basında bu kadar büyük yer tutan sözde konut sıkıntısı, işçi sınıfının genel olarak kötü, aşırı kalabalık ya da sağlıksız konutlarda yaşamasından ibaret değil. Bu eksiklik bugüne özgü bir şey değil; daha önceki tüm ezilen sınıfların aksine, modern proletaryaya özgü acılardan biri bile değildir. Tam tersine, tüm dönemlerdeki tüm ezilen sınıflar bundan az ya da çok aynı şekilde zarar gördü.”

Ezilenler için konut her zaman kriz halindedir. “Konut krizi” teriminin manşetlerde yeniden ortaya çıkması, 2008 mali krizinin ardından beklenmedik konut istikrarsızlığıyla karşı karşıya kalan orta sınıf ev sahipleri ve yatırımcıların deneyimlerini temsil ediyor.

Bir konut krizi fikri politik olarak yüklüdür. Kriz kavramı, eleştirel teori ve radikal pratikte uzun bir geçmişe sahip olsa da, başka amaçlar için kullanılabilir. Amerika Birleşik Devletleri’nde, konut krizi söylemi genellikle devletin konut piyasalarına “müdahalesini” kınamak için kullanılır. Birleşik Krallık’ta, konut krizi söylemi, müteahhitlere yerel planlama düzenlemelerini geçersiz kılmaları için daha fazla yasal yetki verilmesi lehinde kullanılır.

Konut krizlerinin akut hale geldiği münferit anlar, sağlam temelli bir sistemin istisnaları olarak yorumlanma eğilimindedir. Ama bu ideolojik bir çarpıtmadır. Konut alanındaki kriz deneyimi, kapitalist toplumlardaki güvensizliğe yönelik daha geniş eğilimleri yansıtır ve güçlendirir. Konut krizi, kapitalist mekânsal gelişimin temel bir özelliğinin öngörülebilir, tutarlı bir sonucudur: konut, herkesin içinde yaşayabilmesi amacıyla üretilmez ve dağıtılmaz; bir azınlığı zenginleştirmek için bir meta olarak üretilir ve dağıtılır. Konut krizi, sistemin çökmesinin değil, sistemin amaçlandığı gibi işlemesinin bir sonucudur.

Konut krizi kavramının ideolojik versiyonlarını reddetmeliyiz. Fakat terim hala kullanışlıdır. Baskıcı ve yabancılaştırıcı koşullarda yaşamak zorunda kalanlar için konut krizi boş bir söylem değil; günlük gerçekliktir. Milyonlarca hane için “kriz” tam olarak deneyimledikleri kaosu, korkuyu ve güçsüzleşmeyi tanımlar. Bu insanların barınma durumları gerçekten kritik.

O halde amacımız, geçici bir krizin çözümünü tartışmak ve statükoya dönmek değil. Biz, çağdaş konut sisteminin doğası gereği sürdürülemez olduğunu vurgulamak için kriz kavramını kullanıyoruz. Bu sorunların acil ama sisteme özgü karakterine dikkat çekmek için çağdaş kapitalizmde konut sektöründeki kriz eğilimlerine işaret ediyoruz.

Barınmanın Savunusu

Pek çok yönden savunulamaz olan konut sistemini şu anda olduğu gibi savunmaya çalışmıyoruz. Savunulması gereken, gayrimenkul olan değil, ev olarak kullanılan konuttur. Herkese açık olması gereken bir kaynak olan konutun savunulması ile ilgileniyoruz.

Barınma, farklı gruplar için pek çok şey ifade eder. Sakinleri için bir ev ve toplumsal yeniden üretim alanıdır. Birçoğu için en büyük ekonomik yük ve diğerleri için bir zenginlik, statü, kâr veya kontrol kaynağıdır. Onu inşa eden, yöneten ve bakımını yapanlar için çalışmak demektir; onu alıp satanlar için spekülatif kar ve onunla ticaret yapanlar için gelir. Devlet için bir vergi geliri kaynağı ve vergi harcamalarının konusu ve şehirlerin yapı ve işleyişinin önemli bir bileşenidir.

Endişemiz doğrudan konutta ikamet eden ve konutu kullananlarla – evin mübadele değeri (exchange value) yerine kullanım değerleri (use value) sağladığı kişilerle. İçinde yaşayanların bakış açısından konut, bir dizi sosyal, kültürel ve politik malın kilidini açar. Yaşamın evrensel bir gerekliliğidir, bazı açılardan insan vücudunun bir uzantısıdır. Onsuz sosyal, politik ve ekonomik hayatın çoğuna katılım imkansızdır.

Konut barınaktan daha fazlasıdır; kişisel güvenlik ve ontolojik güvenlik sağlayabilir. Ev ortamı, baskı ve adaletsizlik alanı olabilse de aynı zamanda kişinin failliğinin, kültürel kimliğinin, bireyselliğinin ve yaratıcı güçlerinin teyidi olarak hizmet etme potansiyeline de sahiptir.

Konutun inşa edilmiş biçimi, her zaman toplum örgütlenmesinin somut, görsel bir yansıması olarak görülmüştür. Mevcut sınıf yapısını ve güç ilişkilerini ortaya koyar. Ama aynı zamanda uzun süredir alternatif toplumsal düzenleri tahayyül etmek için bir araç olmuştur. Her özgürleştirici hareket, barınma sorununu şu ya da bu biçimde ele almalıdır. Politik hayal gücünü teşvik etme kapasitesi, konutun sosyal değerinin de bir parçasıdır.

Barınma, hem iş hem de serbest zaman için ön koşuldur. Kişinin konutunu kontrol etmesi, kişinin boş zamanını olduğu kadar emeğini de kontrol etmesinin bir yoludur, bu nedenle barınma mücadeleleri her zaman, biraz da özerklik mücadeleleridir. Barınma, diğer tüm tüketim kalemlerinden daha fazla, bireylerin başkalarıyla, topluluklarla ve daha geniş kolektiflerle etkileşim biçimini yapılandırır. Bir kişinin nerede ve nasıl yaşadığı, devlet tarafından gördüğü muameleyi mutlaka şekillendirir ve diğer vatandaşlarla ve toplumsal hareketlerle ilişkileri kolaylaştırabilir.

Yurttaşlığı, işi, kimlikleri, dayanışmaları ve siyaseti örgütlemek için başka hiçbir modern meta bu kadar önemli değil.

Savunulması gereken, barınmanın bu yönü – yaşanmışlığı, evrensel olarak gerekliliği, sosyal boyutu ve ev olan kimliği (gayrimenkul olan değil)*. Analistler, sakinler ve barınma mücadelelerinin katılımcıları olarak karşılaştığımız zorluk, konuta yönelik çok boyutlu saldırının nedenlerini ve sonuçlarını anlamak. Amacımız, konutun politik-ekonomik doğasına dair eleştirel bir anlayışı sağlamak. Böylece, günümüzde ve gelecekte konut krizlerini ele almak için gereken eylemler konusunda daha büyük bir anlayış geliştirebiliriz.

Orijinal metin linki: https://jacobin.com/2016/10/housing-crisis-rent-landlords-homeless-affordability/

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu