Kapitalizm, Futbol, Demokrasi – Hasan Kılıç
Bugün FIFA gibi yozlaşmış bir kurumun elinde, Katar gibi köleliğin yaşatıldığı bir coğrafyada düzenlenmekte olan Erkekler Dünya Kupası, modern futbolun cerahatli ekosistemini gözler önüne sermektedir. Bu çürümüşlüğün üreteceği figürlerin de Neymarlar, Buraklar, Ardalar olması şaşırtıcı değildir.
Brezilyalı ünlü futbolcu Neymar, ülkesindeki seçime kısa bir süre kala solcu aday Lula Da Silva’ya karşı yarışan sağ popülist otokrat Jair Bolsonaro’ya destek açıklamasında bulunmuştu. Kâh olumlu kâh olumsuz tepkiler yağmur olup yağarken, ben de bu açıklamayı anlamlandırmaya çalıştım. Neymar, ülkesinde ve dünyada bir rol modeli olmasına rağmen, bir otokratın “rıza inşası” için araçsallaştırılmayı bile isteye kabullenmiş miydi, yoksa samimi (ancak aynı zamanda çok da kârlı) bir körlük hali içinde miydi? Neymar’ın kalbinin içini görmemiz ve kesin bir cevaba ulaşmamız imkânsız olsa da benzer açıklamalara şahitlik ettiğimiz 2017 yılını anımsatması tesadüf değildi.
16 Nisan 2017’de gerçekleşen Anayasa Değişikliği Referandumu öncesinde Arda Turan ve Burak Yılmaz gibi figürlerin, rejim sistemi yutarken birbirlerini etiketleye etiketleye yaptıkları destek paylaşımları tüm berraklığıyla aklımızda. Bu kişiler, halihazırda sesini çıkarmaya çalışanların susturulduğu, hakların bir bir gasp edildiği, hukuksuzluğun normalleştiği ve kurumlarının muktedirin aparatlarına indirgendiği bir ülke haline gelen Türkiye’de 15 yıldır iktidarda olan partinin liderine sınırsız yetkiler bahşedilmesine destek istediler. Bizlere vaatleri ise çok daha yaşanabilir, huzur dolu ve “şaha kalkan” bir ülke idi. Vaatler gerçekleşmedi ama sistem değişikliği gerçekleşti ve sonucunda ileri demokrasimiz o kadar ilerledi ki gözden kayboldu.
Elbette Neymar, Arda ve Burak her vatandaş gibi politik konumlarını belirleyebilir ve görüşlerini açıklayabilirler. Mevcut iktidarların veya adayların destekçisi olarak popülaritelerini kullanarak oy talebinde bulunabilirler. Sorunlu olan kısım, destekledikleri siyasetçilerin iktidarlarında sadece kendileri gibi düşünenlerin konuşabileceğini, karşıt fikirleri dillendirenlerin susturulacağını ve hatta hapse atılacağını görmeyebilme becerileri. Peki bugün hala sınıflar arasındaki gelir adaletsizliğinin her gün arttığını, yoksulluğun her geçen gün derinleştiğini görmezden gelebiliyorlar mı? Muhtemelen evet. Zira görünen o ki bu figürlerin politik konumlarını salt kişisel çıkarları belirliyor. Çıkarlarını ortaklaştırdıkları bu iktidarlar devrildiğinde, muhtemelen ne Arda silahla mekân bastıktan sonra hiçbir şey yaşanmamış gibi gezebilecek, ne Burak hamile eşine şiddet uyguladığı suçlamasından soruşturma geçirmeden aklanabilecek ne de Neymar 43 Milyon Dolarlık vergi borcunu sildirebilecek.
Küresel Güney’in futbol ile inişli çıkışlı, dallanan ve çeşitlenen bir ilişkisi olageldi. Futbol, İngiliz ve Fransız kolonilerinde, bir “disiplin aracı” olarak Küresel Güney’e tanıtılan bir spor dalı olmasına karşın zamanla evrenselleşti. Stadyum, emperyal çeperin sömürgecilere galip gelebildiği bir katarsis alanı teşkil etti. İşte tam da bu sebeple 4 Ocak 1959’da Belçikalı sömürgeciler hakem kararlarıyla Kongo halkından bu katarsisi gasp edip, bu gaspı protesto eden taraftarları insanlık dışı bir şiddet ile bastırdıklarında, farkında olmadan Kongo’nun bağımsızlık mücadelesinin fitilini de ateşlemiş oldular. Yine o sıralar Fransız sömürgecilerin elinden kaçan bir grup Cezayirli futbolcunun kurduğu “korsan” Cezayir milli takımı, ülkelerinin kurtuluş savaşının sembolü haline geldi. Elbette bir futbolcunun, bambaşka bir kıtadaki sömürgecilik tarihine vakıf olmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Ancak gelin görün ki, Neymar’ın ülkesinde Neymar ile aynı mesleği icra ederken, baskıcı ve otoriter cunta rejimine karşı mücadele etmiş, örnek alabileceği bir figür de vardır: Sócrates Brasileiro Sampaio de Souza Vieira de Oliveira. Ya da kısaca Socrates.
Cunta rejiminin 14. yılında (1978) Corinthians’a transfer olan ve demiryolu işçileri tarafından kurulmuş olan bu takımın kökenlerinden uzaklaşarak tepeden inmeci bir yönetim anlayışı benimsemiş olduğunu fark eden Socrates, kendisi gibi düşünen birkaç takım arkadaşı ile bütün Corinthians ekibini örgütler ve kulübü sınıfsız bir demokrasi ile yönetmeye başlarlar. Hiyerarşiler arasında güç eşitliği bir iç politika olarak tesis edilirken başkan, sportif direktör, teknik ekip ve futbolcular kulüp içinde oylama yoluyla karar verme yetkisine sahip olarak eşitlenirler. Antrenmanların hangi saatlerde yapılacağı, sahaya çıkacak 11 kişinin belirlenmesi, sponsorluk anlaşması yapılan firmanın kulüp çalışanlarına dağıttığı promosyon miktarlarının belirlenmesi gibi kararlar, herkesin katılımı ile alınmaya başlanır. Bu kolektivist demokrasi pratiğinin adını da Corinthians Demokrasisi koyarlar. Corinthians Demokrasisi, günümüzün endüstriyelleşmiş futbolunun yöneticileri olan kulüp sahibi milyarderlerin, futbolcuları düzenin makulü haline getiren ve dizginlerini ellerinde tutan sponsorların ve yöntemin yaratacağı etkiden endişe duyan politikacıların karşısında duracağı lokal işçi devrimi niteliğinde demokratik bir düzendir.
Düzenin beraberinde getirdiği sportif başarı, takımın kaptanı ve düzenin kurucusu Socrates’in tüm Brezilya’da tanınan bir yüz olmasını sağlar. Socrates ününü, ülkesinde demokrasiyi geliştirmeye adar. Muhabirlerin futbol ile alakalı sorularına minimal cevaplar verir ve ardından Corinthians Demokrasisi’ni ve demokrasi hakkındaki düşüncelerini anlatmaya girişir. Üniversitelerde konuşmalar yapar. Taraftarlara her fırsatta demokrasi fikrini aşılamaya çalışır. Cunta’nın futbol üzerindeki kontrolü devam ederken tam anlamıyla hayatını riske atarak giriştiği mücadele Socrates’i sol siyasi figürler için de örnek alınacak bir kişi haline getirir. Gerçekten de zamanla taraftarlar futbolcuların demokrasi mücadelesinden aldıkları ilhamla kendi özgürlükleri için mücadele etmeye başlarlar. İnsanların sokakta telaffuz etmeye bile çekindiği “demokrasi” kelimesi Corinthians taraftarlarınca dev pankartlara yazılmakta ve stadyumlarda açılmaktadır. Rejim tarafından tutuklanarak demir parmaklıkların ardına atılan, greve gittikleri için tutuklanan işçiler için pankartlar açılmış ve stadyumlar protesto merkezi haline gelmiştir.
Brezilya’da 1983 yılında generaller ülke idaresinden ayrılmaya razı olmuşlar fakat geçiş sürecinin kontrollerinde gerçekleşmesini istemişlerdir. Bu sebeple ilk sivil liderin genel seçimler ile değil militarist yasa koyucularla dolu seçmenler heyetince belirlenmesine karar verirler. Kongre üyesi Dante de Oliviera seçimlerin halkın katılımıyla gerçekleşmesini içeren anayasa değişikliği talebini parlamentoya sunar. Talep, oylama yapılmak üzere kabul edilir ve beraberinde “Diretas Ja! ”(Doğrudan Seçim,Şimdi) hareketini doğurur. Corinthians Demokrasisi’nden etkilenen insanların başlattığı Diretas Ja hareketi 1983 Mart’ında küçük bir kasabada başlarken 1984 yılında Sao Paulo’da 1 milyondan fazla insanın katılımıyla gerçekleşecek kadar büyür. Diretas Ja!’nın talebi çok nettir; devlet başkanının seçimle halk tarafından belirlenmesi ve demokrasinin yeniden inşa edilmesi. Socrates ve takım arkadaşlarının “Diretas Ja” hareketinin başlangıcından itibaren en büyük destekçileri olarak, parlamentoda oylanacak anayasa değişikliğinden 1 hafta önce Sao Paulo sokaklarını dolduran insanlar ile yan yana slogan atarak demokrasi çağrılarını dile getirirlerken Socrates’i görenler sokakları ismiyle inletmiş ve sahneye çıkararak konuşma yaptırmışlardır. O gün sahnede konuşma yapan İşçi Partisi lideri Lula, Siyah Beyaz Demokrasi belgeselinde Socrates için şöyle diyecekti: “…O tarihlerde Socrates, Brezilya’daki sol hareketlerin, tarihsel olarak söylendiği gibi futbolun yabancılaşma olmadığını anlamalarını sağladı. Aslında o, Brezilya’da reform denince akla ilk gelen isimlerden bir tanesi.”
Peki günümüzde futbolcular toplumsal olaylara, hak mücadelelerine, sorunlu yapılara neden sessiz kalıyorlar? Neden Socratesler yerine Neymarları, Ardaları üretiyor futbol? Sorunun cevaplarının bir kısmı 90’lı yılların başında futbolda hak mücadelesi veren Jean-Marc Bosman’a uzanıyor. Futbolcuların sözleşmeleri bitse dahi istedikleri kulübe transfer olamamaları sorununu Avrupa Adalet Divanı’na taşıdı Bosman. 1995 yılında sonuçlanan dava ile futbolcular işçi statüsünde değerlendirilmiş ve Avrupa Birliği içinde serbest dolaşım hakkı elde etmişlerdi. Aynı zamanda futbolcular kulüpleri ile sözleşmeleri bittiği takdirde istedikleri kulübe transfer olabileceklerdi. Bu gelişmeler, sözleşme bitiminde bedelsiz transfer olabilecek oyuncuların sözleşmeleri bitmeden satışlarını kolaylaştırırken, futbolun da metalaşma sürecini hızlandırdı ve futbol kapitalizmini doğurdu. Futbol kulüpleri istedikleri oyuncuları kolaylıkla transfer edebilmek için zengin yöneticiler aramaya başlarken, iş insanları da futbolun popülaritesinden faydalanmak için sektöre para yağdırmaya başladı. Yıllarca siyasi iktidarlar tarafından kullanılan sporla aklanma yönteminin burjuvazi tarafından kullanılmasının da önünü açtı. Aynı tarihlerde futbol liglerinin yayın hakları farklı ülkelere satılmaya başlanmıştı. Milyarderlerin popüler futbolcuları tek çatı altında toplama gayreti futbol liglerinin izlenirliğini artırmaya başladı. Televizyonların futbola ayırdığı süre arttıkça global markaların spora yatırımları da arttı. Yani Jean-Marc Bosman’ın hak mücadelesi Avrupa’da liberal futbol devriminin başlamasına neden oldu. Kapitalist sistemde yeni pazar arayışları sadece futbolun değil tüm sporların da hücrelerine işleyerek sporda küresel liberalleşmeye neden oldu. Tüm bu gelişmeler futbolu derinden etkileyip baştan aşağı değiştirirken futbolculara da sirayet edecekti.
Futbolun endüstrileşmesi, kulüpleri markalaştırırken kimliklerini yeniden düzenlemelerine neden oldu. Geleneklerinden kopmaya başlayarak çağa ayak uydurmaya çalışan kulüplerden biri olan Barcelona Futbol Kulübü, Katalonya’nın milli takımı olarak görüldüğü için formasına yıllarca sponsor almamıştı. Futbol tarihi açısından önemli bir gelenekti, ta ki 2010 yılına kadar. Futbol endüstrisindeki rekabet ortamında konumlarını kaybetme kaygısı ile bu gelenekten vazgeçtiler ve Qatar Foundation ile anlaşarak çok sert bir geçiş yaptılar. Kulüplerin markalaşmaya ve şirketleşmeye başlaması, çalışanlarının kulüp markasına zarar verecek eylemlerden uzak durmaları için mücadele etmesiyle devam etti. Kulüp sahiplerinin ya da yöneticilerinin siyasi ve ekonomik çıkar ilişkileri futbolcuların toplumsal olaylar karşısında ses çıkarmasını önlemeye yönelik politikalar yürütmelerine neden oldu. Bu sürece etki eden diğer etmen ise sponsorluk anlaşmaları oldu. Futbol kulüpleri ekonomik kaynaklarının önemli bir bölümünü sponsorluk anlaşmaları ile sağladığı için sponsor firmaların ekonomik-politik çıkar ilişkisi içerisinde olduğu yapılar, çevre katliamları, işçilerinin çalışma koşulları, ucuz işçi gücü sağlamak için az gelişmiş ülkelere yatırımları gibi konularda sessizliği tercih etmeleri telkin edilir oldu. Aksi durumda sponsorluk anlaşmalarının iptali ve gelir kaybına uğramaları ile karşı karşıya bırakıldılar. Şu an yaşadığımız Katar örneğinde olduğu gibi sponsor firma Qatar Foundation gibi devlet kurumu ise o ülkede yaşanan insan hakları ihlallerine karşı ses yükseltmediklerini de görüyoruz. Futbolun mevcut ekosistemi markalaşan ve rol model olan futbolcuları makbul sporcu profiline hapsetmeye gayret ederken, sistemin müsaade ettiği ölçüde muhalif olmalarını destekliyor. Futbolcular ise bu durumdan fevkalade mutlu bir şekilde ekonomik çıkarlarına odaklanarak sistemin içinde evrilmeye devam ediyorlar.
Baskılansa dahi sesini çıkarabilecek durumda olan sporcuların bunu tercih etmemeleri, konfor alanlarını terk etmemeleri, ekonomik kaynaklarının zarar görmesinden endişe duymaları ise neoliberal sistemin dönüştürdüğü bireyci, kariyer odaklı ve toplumsal sorunlarla ilgilenmeyen, sisteme entegre makbul sporculara dönüşümleriyle alakalı. Bugün FIFA gibi yozlaşmış bir kurumun elinde, Katar gibi köleliğin yaşatıldığı bir coğrafyada düzenlenmekte olan Erkekler Dünya Kupası, modern futbolun cerahatli ekosistemini gözler önüne sermektedir. Bu çürümüşlüğün üreteceği figürlerin de Neymarlar, Buraklar, Ardalar olması şaşırtıcı değildir.