Demokrasi ve SolEkonomi ve KamuculukEmek, Dijitalleşme ve GelecekToplum ve Siyaset

Sıradan İnsanları Korumayı Vaat Eden Bir Sol Siyasete İhtiyacımız Var – Paolo Gerbaudo (Çeviri: Ömer Ünal)

Ekonomik krizler, iklim değişikliği ve pandemi insanlara korkacak çok şey verdi. Sağ, çoğunluğun pahasına birkaç kişiye güvenlik vaat ederken, sosyalistlerin piyasanın ahlaksızlıklarından korunmanın herkese nasıl genişletilebileceğine dair ikna edici bir vizyona ihtiyacı var.

Aşağıdakiler Paolo Gerbaudo’nun The Great Recoil: Politics After Populism and Pandemic (Verso 2021) adlı kitabından düzenlenmiş bir parçadır.

Her siyasi dönemin kendine özgü jargonu, zamanın ruhunu somutlaştıran sözcükleri vardır. Neoliberalizmin altın çağında, “serbest piyasalar”daki yaygın iyimserliğe, tanıdık bir “fırsat”, “meritokrasi/liyakat”, “girişimcilik” ve “açıklık” jargonu eşlik ediyordu. Bu ve benzeri terimler, hem merkez sağ, hem de merkez sol politikacılar tarafından sık sık dile getirilerek daha iyi, daha özgür bir geleceğin imajını yansıtacaktı.

Terimlerin ortaklığı sadece dilbilimsel bir tuhaflık değildi. Toplumun nerede durduğu ve nereye gittiğine dair bir dizi ortak varsayıma, iki kampın da katı bir fikir birliğine işaret ediyordu. “Yeni zamanlarda” özel girişimin (işletmelerin) gücü serbest bırakılmalı, işgüzar devlet müdahalesi sınırlandırılmalı, pürüzsüz piyasa işlemleri öncelik almalı ve bireylerin seçim hakkı diğer her türlü değerlendirmeden önce gelmeliydi. Ana akım sol ve sağ pozisyonlar piyasanın bu üstünlüğünü kabul etti; farkları, onu yönetmek için önerdikleri farklı yollardan oluşuyordu.

Covid-19 acil durumunun ardından, bu fikir birliği çöküyor. Neoliberalizm sadece politik değil aynı zamanda epistemolojik bir krize yakalanmış durumda: artık gerçekliği açıklayamıyor. 1970’lerde Keynesyen iktisatçıların stagflasyon için çözümler konusunda yetersiz kalması gibi, şimdi neoliberal ekonomistler teorilerini neoliberal küreselleşmenin patlaması ve tedarik zincirlerinin bozulması nedeniyle ekonomik gerçeklik durumuna yetersiz buluyorlar.

2008 mali krizi, neoliberalizmin bazı temel dayanaklarını çoktan paramparça etmişti. Şirketlerin ve zenginlerin açgözlülüğünün faturasını yurttaşlar ödemesi gerekse de, kendi kendini düzenleyen bir piyasanın köktenci bir hayali ve devletin müsrif olmakla suçlanmasının açıkça yanlış olduğu gösterildi. 2010’ların uzun durgunluğu, kamu harcamalarının azaltılmasının girişim ruhunu serbest bırakmadığını, aksine ülkeleri daha da derin bir düşüşe soktuğunu gösterdi.

Koronavirüs krizi bu dersleri yalnızca birleştirdi. Sağlık başta olmak üzere vatandaşların geçim kaynaklarının ne kadarının devlete bağlı olduğunu ve kamu hizmetleri dibine kadar budandığında ne olduğunu hatırlattı. Ayrıca, halkın piyasaya ve devlete karşı tutumunun değişmesine de katkıda bulundu. Son zamanlarda yapılan bir Gallup[1] anketinin gösterdiği gibi, Amerika Birleşik Devletleri’nde insanların çoğunluğu artık daha fazla sorunu çözmek için piyasa yerine devletin devreye girmesi veya müdahale etmesi gerektiğini düşünüyor.

Bir zamanlar küçümsemeyle bakılan devlet, artık ufuktaki çok çeşitli tehditlere karşı bir güvence olmak için çağrılmaktadır. Sol için meydan okuma, buna yanıt veren bir sosyalizmin nasıl geliştirileceğidir; yani insanları koruyan bir sosyalizm nasıl inşa edilir.

Korumayı Geri Alma

Koruma gibi terimler, çağdaş siyasi söylemde her yerde bulunur. Pandemi sırasında en çok tekrarlanan ifade “kendini koru ve başkalarını koru” oldu. Maskeler ve profesyonel koruyucu ekipman (KKD) kamu malı olarak anlaşılmaya başlandı. Ayrıca, Trump ve Biden tarafından imzalanan teşvik kontrolleri ve işsizlik tehdidi altındaki işçiler için izin programları gibi çeşitli acil ekonomik önlemler, insanları COVID acil durumunun getirdiği ekonomik güvensizlikten korumanın bir yolu olarak sunuldu.

Pandeminin ani etkisini gölgeleyen bir tehdit olan iklim değişikliği de benzer şekilde insanların korunması gereken bir bela olarak sunuluyor. Sel, sıcak hava dalgası ve kuraklık gibi aşırı hava olayları kapımızı çalan canavarlardır. Kendimizi bu tehlikelerden korumak için, sadece ekonomiyi karbonsuzlaştırmamız değil, aynı zamanda yükselen deniz seviyelerine karşı kıyı duvarları inşa etmek, ulaşım altyapısını iklim hasarına karşı güçlendirmek ve daha yaşanabilir şehirlerin ağaç gölgeliklerle kaplanmasını sağlamak için koruyucu önlemler almamız gerekecek.

Bununla birlikte, bu koruma aciliyetiyle başa çıkmaya çalıştığımızda, kendimizi yabancı bir arazide buluyoruz. Koruma, yirmi birinci yüzyılın başlarındaki büyük krizlerden önce reşit olmuş kişilere biraz yabancı gelen bir terimdir. Muzaffer neoliberalizm döneminde, devlet koruması – ve özellikle sosyal koruma ve ticari korumacılık – paternalist bir yaklaşım ve özgürlük ve yeniliğe engel olarak nitelendirildi. Bu toplu korumaların toplumsal koşulların iyileşmesine engel olduğu varsayılmıştı. Yine de, bunu yaparken, siyaset felsefesinin eski bir dersi göz ardı edildi: siyaset her zaman koruma etrafında döner.

“Koronavirüs krizi, vatandaşların geçim kaynaklarının ne kadar devlete bağlı olduğunu ve kamu hizmetlerinin dibine kadar budandığında ne olduğunu hatırlattı.”

Belki de bu öğreti, güvenlik ve korumanın “Hükümet’in özü” olduğunu savunan ünlü Leviathan teorisyeni Thomas Hobbes’un çalışmalarıyla yakından ilişkilidir. Hobbes için koruma, toplumsal sözleşmede söz konusu olan kamu yararıydı. İnsanlar, diğer vatandaşlardan, yabancı güçlerden, doğal afetlerden veya her türlü tehditten korunma karşılığında hükümdara itaat edeceklerini taahhüt edeceklerdi.

Aslında Hobbes, yalnızca eskilere dayanan bir hükümet fikrini yineliyordu. Batı medeniyetinde siyasi düşüncenin kaynağı olan Platon’un Devlet’inde, yöneticilere “koruyucular” denir – eski Yunancada filakes, tesadüfen Aristoteles tarafından Politika’da da kullanılan bir terim. Bunun nedeni, filasso kökünün ima ettiği gibi -izlemek, kollamak, korumak, savunmak ama aynı zamanda sürdürmek, muhafaza etmek, değer vermek- siyasi liderlerin rolünün her şeyden önce yönetimin “muhafaza edilmesi” ve “sürdürülmesi” olmasıdır.

Platon’a göre, iktidardakilerin en büyük görevi “şehrin koruyucusu” olmaktır, çünkü şehrin varlığının devamı onun tehlikelere karşı koyma ve vatandaşlarının sağlığını koruma yeteneğine bağlıdır. Cicero’nun De Legibus’taki sözleriyle, Platon’un Yasaları’ndan sonra modellenen bir inceleme, salus populi suprema lex esto (insanların güvenliği en yüksek yasa olsun): halkın refahı en yüksek yasa olacaktır.

Korumanın önceliği hakkındaki bu eski gözlemler, mevcut sosyal koşullarda yeni bir önem kazanmıştır. Artan sistemik kırılganlık zamanlarında, Platon ve Hobbes gibilerinin uyarıları bir kez daha tanıdık bir tınıya sahiptir.

Sağlık politikasından altyapı yatırımına kadar pek çok düzeyde tanık olunan müdahaleci devletin yakın zamanda geri dönüşü, korumanın iki ana anlatısını yansıtıyor, birincisi gerici, ikincisi ilerici. Her iki anlatı da vatandaşların korkmakta ve güvenlik talep etmekte haklı olduğunu kabul etse de, kimin ve neyden korunması gerektiği konusunda temelde aynı fikirde değiller.

Seni Ben Koruyacağım

Sağın koruma anlatısı, 2010’ların sonlarından beri baskın olduğu için, çağdaş okuyucular için belki de en tanıdık olanıdır. Söylemi, aralarında göçmenlerin de bulunduğu bir dizi tehdidi tanımlar. 2016 Brexit kampanyası sırasında Nigel Farage tarafından kullanılan kötü şöhretli “Kırılma Noktası” posterinde yer alan, sınırdaki uzun mülteci kuyruklarının görüntüleri – veya teknelerden inen göçmenler, ilkel bir istila ve “ikame” korkularını uyandırmak için kullanılmıştır. Bu anlatıya göre cevap, silah ya da cop ucunda verilen düzen güvenliğine başvurmaktır.

Bu cemaatçi-komüniteryen koruma vaadine bir özel koruma vaadi eşlik eder: yani, zenginlerin ve şirketlerin mülkiyetini ve servetini artan yeniden dağıtım taleplerinin yarattığı tehdide karşı korumak. Büyümenin durgun olduğu bir zamanda, yeniden dağıtım sıfır toplamlı bir oyun haline gelir ve yeniden dağıtım talepleri, çok az sayıda kişinin elinde birikmiş servet üzerinde yoğunlaşmaya mahkûmdur. Senato’nun Biden’ın önerdiği yeni kurumlar vergisi zamlarına direnişinin bağlamı budur. Sadece zenginlerin kendilerini sağlamlaştırmaları ve servetlerini savunmak için bir mevzi savaşı yürütmeleri beklenebilirdi. Sağın korumacı söylemi tam da buna hitap ediyor.

Sağcı cemaatçilik-komüniteryencilik ve sosyal Darwinizm, aşı karşıtı protestolarda görüldüğü gibi, vatanı, malı ve her türlü toplu tedbire karşı kendi vücudunu savunmakla eş tutulduğu bir söylemde bir araya getirilmiştir. Bu, Platon veya Hobbes gibilerinin savunduğu görüşle çok az ilgisi varmış gibi görünen bir koruma görüşüdür. Cemaatçi-komüniteryen bir dili benimserken, genellikle cemaat tarafından korunmaktan ziyade cemaate karşı bir korumadır.

Ancak bu muhafazakar korumacılık, son zamanlarda ortaya çıkan tek koruma anlatısı değil. 2008 mali krizinden bu yana, Sol da koruma için güçlü bir argüman ortaya koydu. Çağdaş sol için koruma, sosyal güvenlik ağlarını onarma, istikrarlı işler sağlama ve geçim kaynakları artan güvencesizlik ve şiddetli uluslararası rekabet nedeniyle hırpalanmış insanlara ekonomik güvenliği garanti etme vaadi anlamına gelir.

Bunun, Bernie Sanders’ın ekonomik küreselleşmeyi kınadığı ve uluslararası ticaretin kısıtlanması çağrısında bulunduğu Amerika Birleşik Devletleri’nde doğrulandığını gördük. Alexandria Ocasio-Cortez, görevinin şirketlerin çıkarlarını değil, Amerikalıların hayatlarını korumak olduğunu sık sık ilan etti. Pandemi sürecinde benzer şekilde, İspanya’daki Pablo Iglesias ve diğer solcular, sosyal güvenlik ve sosyal hakları garanti altına almaya odaklanan alternatif bir koruma söylemi oluşturmaya çalıştılar.

Aslında, bu sosyal güvenlik vizyonu tamamen yeni değildir. Refah devletinin farklı unsurlarını tanımlamak için yirminci yüzyılda kullanılan dilde zımnen mevcuttur. “Sosyal güvenlik ağları”ndan “sosyal koruma” ve “sosyal güvenliğe”, refah devleti söylemi, insanları sefalet ve belirsizlikten koruma vaadi etrafında örgütlenmiştir.

“Refah devletinin güvence altına aldığı sosyal güvenliğin birçok unsurunun sorgulandığı bir dönemde, ekonomik zorluklardan korunma talepleri yeniden önem kazanıyor.”

Benzer şekilde, işçi sınıfının en önemli kurumu olan sendikalar, genellikle, üyelerini girişimcilerin açgözlülüğüne karşı koruyan bir “savunma örgütü” olarak tanımlanmıştır. Tam da refah devleti tarafından güvence altına alınan sosyal güvenliğin pek çok unsurunun sorgulandığı bir dönemde, ekonomik zorluklara karşı koruma talepleri yeniden önem kazanıyor.

Toplumun Kendini Koruması

Bu ekonomik koruma politikasını anlamak için bariz referans noktası, Avusturya-Macaristan iktisatçısı Karl Polanyi’nin çalışması ve özellikle de onun yerleşim ve gelişme diyalektiği tartışmasıdır. Polanyi’ye göre kapitalizm, toplumun dengesini bozan istikrarsızlaştırıcı bir güçtür. İyileşme vaadi, toplumun “yerleşim (habitation)” mücadelesiyle ölümüne bir mücadeleye kapılmıştır.

“Gelişme (improvement)”, kapitalizmin üretimi optimize etme dürtüsüne atıfta bulunur. Daha yüksek üretkenlik seviyelerine ve daha yüksek yatırım getirilerine ulaşmak için teknolojik yeniliği vurgular. Buna karşılık “yerleşim”, toplumun bir dereceye kadar istikrar ve güvenliğin tadını çıkarmaya yönelik meşru arzusunu ifade eder – [kendisinin] temel içgüdüsü kendini korumaya yöneliktir.

Bu, Polanyi’nin dikkatli bir şekilde gerçek kapitalizmden ayırdığı ekonomik faaliyetlerin ve piyasanın doğası gereği antisosyal olduğu anlamına gelmez. Aksine, kapitalizm, ekonominin toplumdan çıkarılması etrafında dönen belirli bir ekonomi ve mülkiyet düzenlemesi türüdür. Karşılıklılığa ve ahlaki hakkaniyet ve adalet normlarına dayalı bir ekonomiyi savunan R. H. Tawney ve E. P. Thompson da dahil olmak üzere birçok “ahlaki iktisatçı” tarafından gözlemlendiği gibi, önceki dönemlerde ekonomik faaliyetler sosyal ilişkiler ve gelenekler tarafından sıkı bir şekilde düzenlenmişti.

Ortaçağ kasabaları, işgücü piyasasına erişimi kontrol eden loncalar ve şirketler oluşturarak güçlü korumacı önlemler aldı. Bu arada, “hareketli/mobil sermaye”nin “şehrin kurumlarını parçalamakla” tehdit ettiğinden şüpheleniliyordu. Modern kapitalizm, piyasayı yıkıcı bir güce dönüştürerek, ekonomi üzerinde toplumsal denetimi garanti eden toplumsal kurumları genel olarak yok etti. Küresel finans ve uluslararası ticaretin kapitalist dünyasında toprak, para ve emek yalnızca meta haline geldi ve bu, Polanyi’nin “teşhir olma veya maruz kalma (exposure)” adını verdiği bir duygu yaratıyor.

Polanyi, bu teşhirin çeşitli örneklerini “işçinin fiziksel gücünün sömürülmesinden, aile yaşamının yıkılması, mahallelerin çökmesi, ormanların yok edilmesi, nehirlerin kirlenmesi, zanaatkarlık düzeyinin düşmesi, halk geleneklerinin çözülmesi, mesken ve zanaat dahil olmak üzere yaşamın genelde alçalıp bozulmasından doğacak tehlikeleri sezmelerine yardım edecek hiçbir araç yoktu” şeklinde açıklar.

Bu eğilimler en çok insanların geçim kaynaklarının alt üst olduğu kriz anlarında belirginleşir. Bu strese yanıt olarak, toplumlar sıklıkla ekonomik koruma uygulamaları sergilemiştir. Polanyi, Büyük Dönüşüm’ün II. Bölümünde – imalı bir şekilde “Toplumun Kendini Koruması”nı tartışıyor.

Bu eğilimler, insanların geçim kaynaklarının altüst olduğu kriz anlarında en belirgin hale gelir. Bu strese yanıt olarak toplumlar, Polanyi’nin Büyük Dönüşüm’ün II. Bölümünde tartıştığı ve düşündürücü bir şekilde “Toplumun Kendini Koruması” başlıklı ekonomik koruma uygulamalarını sıklıkla sergilediler (Türkçe tercüme, Ayşe Buğra, İletişim Yayınları 2016:191-297).

Polanyi için “sosyal koruma ilkesi”, piyasanın zararlı eyleminden en çok etkilenenlerin değişen desteğine dayanarak “üretken organizasyonun yanı sıra insanın ve doğanın korunmasını” amaçlar. Koruma için bir dizi ilgili terim kullanıyor: koruma, barınak, tepki, savunma ve azalma/zayıflama (attenuation) – bunlar günümüz ve gelecekteki zorluklarla ürkütücü bir şekilde alakalı görünen terimler.

Bu ifade biçimi, toplum fikrini, kitlesel işsizlik veya salgın hastalık gibi tehditlere maruz kaldığında harekete geçen reaktif ve savunmacı bir yapı olarak çağrıştırıyor. Polanyi’ye göre, sosyal koruma içgüdüsü, liberallerin iddia edeceği gibi, ille de irrasyonel veya muhafazakar bir içgüdü değildir. Aksine, toplumun onsuz gelişemeyeceği bir denge ve istikrar ölçüsünü yeniden tesis etme arzusundan kaynaklanır.

Modern kapitalizm, genel olarak, ekonomi üzerinde sosyal kontrolü garanti eden sosyal kurumları yok ederek piyasayı yıkıcı bir güce dönüştürdü.

Kavram, Friedrich List’in milliyetçi politik ekonomisinden kaynaklansa da, ekonomik korumacılık sağcı bir konuma indirgenemez. Aslında, 1934 tarihli “Faşist Virüs” adlı makalesinde Polanyi, faşizmin totaliter koruma politikasını, sendikalar ve sosyalist hareketler tarafından sıklıkla izlenen çeşitli “bir bütün olarak toplum kesimindeki koruyucu müdahaleler” ile karşılaştırır. Bunlar arasında “fabrika kanunları, sosyal sigorta, belediye sosyalizmi, sendikal faaliyetler ve uygulamalar” bunların tümü ekonomiye yeniden sosyal kontrol ve dayanışma sokma girişiminde kullanıldı ve “piyasa otomatizminin kör eylemiyle insan maddesinin yok edilmesini önlemek için toplumsal olarak gerekliydi” şeklinde yer alır.

Sosyal Güvenlik İçin Mücadele

Bu günlerde insanların geleceklerinden korkmak için çok fazla nedenleri var. Bu, özellikle yatırımdan mahrum kalan, küreselleşmenin ve artan uluslararası rekabetin yükünü çeken çevre bölgelerde imalatta çalışan işçiler için geçerlidir. Thomas Piketty’nin öne sürdüğü gibi, eğer bu işçiler giderek artan bir şekilde Sağa oy veriyorlarsa, bunun nedeni tam da Sol’un kendi çıkarlarını savunmayı bıraktığını ve küresel piyasa entegrasyonunu bir kaçınılmazlık olarak kabul ettiğini hissetmeleridir.

Sağa yönelen işçi sınıfı seçmenleriyle yeniden bağlantı kurmak ve işçilerin ihtiyaçlarına cevap veren bir seçim koalisyonu kurmak için Sol’un, popüler güvensizlik hissinin ardındaki gerçek nedenleri ele alan bir koruma politikası geliştirmesi gerekiyor.

Koruyucu bir sosyalizm, milliyetçilerle dolu dönek sosyalistlerin öne sürdüğü “muhafazakar sosyalizm” önerisinden çok farklıdır. Bu görüşe göre, işçi sınıfıyla yeniden bağ kurmak, Sol’un ilerici kültürel değerlerinden vazgeçmek anlamına geliyor. İşçilerin kültürel olarak muhafazakar oldukları için Sağa kaydıkları varsayıldığından, Sol’un kültürel olarak muhafazakar hale gelerek bu seçmenleri geri kazanabileceği öne sürülüyor.

Yine de, bu analiz, çağdaş maruz kalma ve güvensizlik hissinin kültürel değil, karakter olarak güçlü bir şekilde ekonomik olduğu gerçeğini gözden kaçırıyor. İnsanların koruma talebi, etnik kirlilik korkusundan çok, kapitalizmin tahribatının neden olduğu toplumsal çözülmeyi kınama arzusundan kaynaklanmaktadır. Sağ genellikle bu kaygıları yakalayabiliyorsa, bunun nedeni Sol’un aynı zeminde bunlara yanıt verebilecek bir söyleme ve platforma sahip olmamasıdır.

Bu önerinin doğal sonucu, modernleşmenin Tony Blair ve Bill Clinton’ın Üçüncü Yol’u için olduğu gibi artık kendi başına olumlu olmaması gerektiğidir. Bunun yerine modernleşme, toplumu daha “yaşanabilir” yapıp yapmadığına göre değerlendirilmelidir.

“Sağa yönelen işçi sınıfı seçmenleriyle yeniden bağlantı kurmak için Sol’un, popüler güvensizlik duygusunun ardındaki gerçek nedenleri ele alan bir koruma politikası geliştirmesi gerekiyor.”

Koruyan bir sosyalizm fikriyle aynı kapsama sahip olan, bir bakım toplumu fikridir. Sağlık ve diğer temel çalışanların rolünden ilham alan akademisyenler ve aktivistler, herkesin bağlı olduğu temel destek mekanizmalarına öncelik vererek, bakımın toplumu yeniden düzenlemek için bir mercek haline gelmesi gerektiğini savundular. Bu siyasi platform, küreselleşmenin dibe doğru olan yarışını tersine çevirmek için çeşitli “asgarileri” (asgari ücret, asgari gelir, asgari çalışma koşulları ve çevre standartları) oluşturma ve güçlendirme mücadelesinde olduğu gibi, insanların maruz kalma ve kırılganlık korkusunu körüklemede temeldir.

Korumacı bir sosyalizm, ekonomik temellere, herkes için temel ekonomik güvenliğin sağlanmasına, işçileri ve en savunmasızları etkileyen güvensizliğin en kötü biçimlerini iyileştirmek için evrensel yaşam standartlarını garanti etmeye odaklanacaktır. Sağın cemaatçi söylemine karşı en iyi panzehir, yabancılar ve “toplayıcılar” olarak tanımlanan düşmanlara karşı koruma vaat eden, pek çok kişinin kendilerini sadece geride bırakılmakla kalmayıp aşağıya itildiğini hissettiği bir toplumda herkesin hastalıktan, sefaletten ve yalnızlıktan korunmasını garanti eden koruyucu bir söylemdir.

Kaynak: https://jacobin.com/2021/11/left-politics-pandemic-the-great-recoil-paolo-gerbaudo-protection


[1] https://news.gallup.com/poll/321041/new-high-government-solve-problems.aspx

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu