O Meşhur Fotoğrafın Arka Planı: Bölüm 2 – Emre Sabahattin
EVET, OUI, SI, YES yazan pankartlar kaldıran Avrupa Parlamentosu üyelerinin fotoğrafını zannedersem Türkiye’de hatırlamayan çok az insan vardır. Peki o fotoğrafın arka planında neler oldu?
Birinci bölüm için: https://www.ivmehareketi.com/2022/12/05/o-meshur-fotografin-arka-plani-emre-sabahattin/
Yazının ilk bölümünde Parlamento’daki gruplar adına yapılan konuşmalardan bahsetmiş ve tüm gruplar adına yapılan konuşmaları incelemiştik. Gruplar adına konuşmaların bitmesiyle birlikte bireysel olarak konuşma yapma kısmı başladı. Bu noktada konuşmacıların isimlerinden sonra parantez içerisinde belirttiğim kısalatmalardan bahsetmek gerekebilir Avrupa siyasetine yabancı olanların daha iyi anlayabilmesi için. Avrupa Parlamentosu’nda her ülkenin nüfusuna oranla belirli sayıda sandalyesi vardır ancak her ülke kendi parti listeleri, ya da bağımsız adaylarla, Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılır ve bu seçilen üyeler Parlamento’da politik gruplara ayrılır ve geldikleri ülkeyi değil kendi ideolojik görüşlerini temsil ederler. Örneğin ND’den bir Yunan üye ile PASOK’tan bir başka Yunan üye tartışabilir. NI, bağımsız vekilleri temsil etmekte. Bunlar bir gruptan atılmış ya da ayrılmış olabilecekleri gibi en başından da bağımsız seçilmiş üyeler olabilirler. EPP, merkez sağ, Hristiyan demokrat, Avrupa Halk Partisi. S&D, merkez sol, sosyal demokratlar. ALDE, şu anki adıyla Renew, liberaller, hem sağ hem sol liberalleri kapsıyor. Verts/ALE, şu anki adıyla Greens/EFA, yeşiller. GUE/NGL ya da şu anki adıyla The Left, merkez soldan aşırı sola kadarki yelpazeyi ve İskandinav Yeşillerini kapsıyor. IND/DEM, 2009’da dağılan AB karşıtı sağ bir gruptu. UEN de aynı şekilde 2009’da dağılan AB karşıtı sağ bir gruptu. Tüm gruplardan bahsettiğimize göre bireysel konuşmaları incelemeye başlayabiliriz.
Şu an AB karşıtı ve aşırı sağ ID grubunun genel sekreteri olan Philip Claeys (NI), ilk sözü aldı: ‘’Türkiye’nin bedeli ne olursa olsun katılacağına dair her türlü belirti var, ancak AB/Türkiye Sivil Komisyonu’nun yakın zamanda gösterdiği gibi, Türkiye Kopenhag kriterlerini karşılamıyor, ancak Komisyon ve Konsey aksini iddia ediyor. Ne olup bittiğini çok iyi biliyorlar. Komisyoner Rehn az önce yazar Orhan Pamuk’a yapılan zulme değindi ve ne zaman bir şey olsa endişelerini dile getiriyorlar ama sıra harekete geçmeye geldiğinde geldiğinde hiçbir şey yapmıyorlar (Bu eleştirilerin 17 yıl sonra hala geçerli olmadığını söylemek zor). Türkiye tüm Üye Devletleri ne zaman tanıyacak? Türkiye’deki havalimanlarının ve limanlarının tüm üye devletlere açılış takvimi nedir? Müzakere sürecinde insanlar şunu öne sürüyorlar, yani muhtemelen on yıl sonra, çünkü o kadar çok ilerleme kaydetmiş olacağız ki, Türkiye şartları yerine getirmese bile geri adım atamayız. Salam çözümü budur: kararlar küçük parçalar halinde alınır ve biz farkına varmadan bir oldubitti ile karşı karşıya kalırız. Türkiye’nin katılımından önce duymaya devam ettiğimiz tek argüman, Türklere verilen sözlerdir. Türkiye’nin şartları yerine getirmesi gerektiği vaadi ne olacak? Hatta Avrupa Birliği’nde yeri olmayan Avrupalı olmayan bir ülkenin üyeliği hakkında ne düşündüklerini kamuoyuna ne zaman soracağız?’’ dedi.
Sonradan Hollanda Ulaştırma Bakanı olan Camiel Eurlings (EPP): ‘’Sayın Başkan, planlanan müzakerelerin başlamasından hemen önce, Avrupa ile Türkiye arasındaki ilişkiler, her şeyden önce Türkiye’den gelen ve Komisyon’un engellemeye çalıştığı bir karşı beyanın sonucu olarak çok çalkantılı bir dönemden geçiyor. Ama ikincisi, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmak için neye ihtiyaç duyulacağına dair algısının kulübün kurallarıyla bağdaşmadığı için bu durum maaliyetli. Olayları farklı algılıyorlar. Bu nedenle şu anda ihtiyacımız olan şey, her şeyden önce netlik, kuralların ne olduğu ve ne olması gerektiği konusunda netlik, ve bu nedenle ortak kararımızı memnuniyetle karşılıyorum, çünkü bize tam olarak bunu getiriyor. Kıbrıs’ın tanınmasının müzakereye açık olmadığını şart koşuyor. O ülke bir an önce tanınmalı; yoksa, ciddi sonuçlar gelebilir. Bu Parlamento’da biz buna inanıyoruz ve buna bağlı kalmamız gerekiyor. Bay Schulz bir veya iki yıllık bir zaman diliminden bahsetti; bu nedenle, Kıbrıs’ın iki yıl içinde tanınmaması Sosyal Demokratlar için bile kabul edilemez olacaktır ve bu bizim not aldığımız bir husustur. İkinci olarak, Protokol’ün uygulanmasına ilişkin olarak da açık bir dil konuşulmaktadır. Bu, 2006’daki müzakerelerin hemen başında belirlenmeli; yoksa, bunun ciddi sonuçları olabilir. Bunu göz önünde bulundurarak, bunun başka bir tarafı olduğunu da eklemek isterim. Avrupa, BM’yi Kıbrıs’ta iki tarafı uzlaştırmaya teşvik etme sorumluluğunu üstlenmeli. Geçen hafta sonu, her iki grubun iki lideriyle konuştum ama yıllardır birbirlerini görmemişlerdi. En azından BM’ye her iki tarafla da konuşacak birini göndermesi için baskı yapmalıyız. Başka bir şey gerçekten bir zayıflık kabulü olurdu. Üçüncüsü, deklarasyonun hukuki konumuna ilişkin olarak, Komisyoner bizim için hukuki bir anlamı olmadığını söylemekte haklıdır, ancak Sayın Brok ve Sayın Poettering de TBMM’nin bunu bir araç olarak kullanırsa bir sorunumuz olduğunu söylemekte haklıdır. Bay Schulz, Türkiye bunu onay için kullanırsa müzakereleri derhal durdurmamız gerektiğini savunuyor. Türkiye ile sürecin iyi gitmesini istiyorsa nasıl böyle bir iddiada bulunabilir? Umuyorum ki Komisyoner, Türkiye’nin onayı kendisine bağlı kılmadığını yakında teyit edebilecektir. Türkiye bunu yine de yaparsa, Parlamento’nun tüm süreci kontrol altında tutması ve tüm süreci askıya alması tercih edilir, böylece Türkiye’nin Bay Schulz’un dediği gibi istenmeyen bir yola girmemesi ve sorunlardan kaçınması için azami baskı uygulayabiliriz. Karar, müzakereleri zamanında nasıl ele almamız gerektiği konusunda da çok net. Görünüşe göre Türkiye başlangıç koşullarını resmen yerine getirmiş olsa da, yeni eylemlerin sorunlu olduğunu da eklemek isterim, çünkü ceza yasasının 301 ve 305. maddeleri Orhan Pamuk’a zulmedilebilir, bir yargıç bir Ermeni konferansını iptal edebilir ama yine de ben Başbakan Erdoğan’ın konferansta Kürt meselesinde de bu kadar net konuşmasından memnunum. Bu cesurca. Ancak sorunları gerçekten çözmek için, Avrupa’nın bir parçası olmak isteyen bir ülkeye yakışmayan dini azınlıklar yasası da dahil olmak üzere bu yasaların değiştirilmesi gerekiyor. Yıllarca vaad edilen buralarda rahip yetiştirilememesi, kiliselerin hala cemaatlerden alınıyor olması asla doğru olamaz. Bu nedenle, bu kararda ‘’son tarih’’ kelimesinin kullanılmasını memnuniyetle karşılıyorum. Siyasi kriterler açısından önceliği ciddiye alıyorsak, net tarihler belirleyecek kadar cesur olmalı ve onları işleri yoluna koymaları için bir veya iki yılları olduğu konusunda uyarmalıyız; aksi halde ilerleyemeyiz. Son olarak, Avrupa Birliğinin kapasitesine atıfta bulunmak mecburidir. Avrupa’nın Türkiye gibi büyük bir ülkeyi hazmetme kapasitesinin bir anayasa ve mali düzenlemelerle el ele gitmesi gerekecek, ama her şeyden önce sokaktaki kadın ve erkeğin ikna edilmesi gerekecek. Bu, Türkiye’nin iyi kampanyalar ve gerçek reformlar yoluyla yapması gereken bir şey, ancak bu Parlamento’nun da yapması gereken bir şey var, sadece bu kararda net bir dil konuşmakla kalmayıp, aynı zamanda bu dili önümüzdeki yıllarda da hayata geçirmek.’’ dedi.
Jan Marinus Wiersma (S&D): ‘’Sayın Başkan, Bay Eurlings’i dinleyerek, her halükarda kararda birçok konuda mutabık kaldığımızı tespit edebiliriz, ama bence her şeyde değil. Türkiye söz konusu olduğunda, soldaki veya merkezin solundaki bazı gruplar ile EPP (Hıristiyan Demokratlar) Grubu arasında bir tutum farklılığı var. Değinmek istediğim ilk nokta buydu. Yine de elimizde net bir karar taslağı olduğu için memnunum ve bunun oylama turunu zarar görmeden atlatacağını umuyorum. Söylemeye gerek yok, geçen yıl karar taslağını hazırlamak için başlangıç noktamız olarak bu Parlamento’nun tutumunu esas aldık. Ayrıca Parlamento’nun önümüzdeki yıllarda kullanmak isteyeceği müzakere çerçevesini açıklamak için ondan bazı noktaları kasıtlı olarak tekrarladık. Türkiye ile müzakerelerin ilk aşamasının siyasi kriterler, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı ve azınlıkların konumu üzerine odaklanmasını istedik. Bu şekilde Avrupa Birliği, Türk Hükümeti üzerinde bu hak ve özgürlükleri yalnızca kanun haline getirmesi için değil, aynı zamanda etkili bir şekilde uygulaması için de baskı yapabilecektir. Bunda defalarca ısrar ettik ve etmeye devam edeceğiz. Bu nedenle, Türkiye’nin bu reformu uygulamaya koyması ve pratik bir ifadeye kavuşturması gerekir ki, ilerlemeyi iyi değerlendirebilelim. Müzakerelerin nihai hedefinin AB’ye tam üyelik olduğunu bir kez daha teyit etmek en az bir o kadar önemli. Aynı zamanda, ve bu kararda da ifade edilmektedir, sonuç elbette sürecin kendisine bağlı olacaktır. Başarı hedefimizdir, ancak hiçbir garantisi yoktur. Komisyoner’in kendisinin de belirttiği gibi, süreç kendi içinde çok önemli ve Türkiye’nin geleceği açısından da çok büyük sonuçları olacaktır. Ne yazık ki, Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlatılması ve karar metnine ilişkin tartışmaların, birincisi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınması ve ikincisi, yine Kıbrıs ile ilgili olarak gümrük protokolünün genişleme ve uygulanması olmak üzere iki konunun gölgesinde kaldığını söylemek gerekir. Üzülerek söylüyorum ki bu iki sorun Türkiye’nin kendisi tarafından gündeme getirildi. Limanların veya havaalanlarının açılması gibi küresel bir kararın neden muazzam bir ilke sorunu olması gerektiği bizi aşıyor. Türkiye’nin ait olmak istediği bir kulübün tüm üyelerini tanımakta neden bu kadar zorlandığını anlayamıyoruz. Bu nedenle Türkiye’nin Gümrük Birliği Anlaşması’nın uzatılmasına yönelik itirazlarından vazgeçmesi ve Ankara Anlaşması’nı eksiksiz ve ayrım gözetmeksizin uygulaması konusunda ısrarcıyız. Bu nedenle müzakereler başladıktan sonra mümkün olan en kısa sürede Türkiye’nin Kıbrıs’ı resmen tanımasında ısrar ediyoruz. Bu nedenle, 25 ülke ile anlaşma imzalamanın aynı zamanda 25 ülkenin tanınması anlamına geldiği yönündeki tutumumuzu vurguluyoruz. Bu sorunların müzakere sürecinde aksamalara ve hatta askıya alınmasına yol açabileceğinden korkuyoruz ve bu karara da yansıyor. Bu bizim, Türk Hükümeti’nin veya Türk halkının çıkarına değildir. Bu nedenle, Türk Hükümeti’ni bu sorunların ortadan kaldırılabilmesi için bir an önce bu konuda çalışmaya başlamasına açıkça davet ediyoruz. Son olarak, bu Kıbrıs ile ilgili bir tartışma veya Kıbrıs meselesi olmasa da, bu konu masaya yatırıldı ve bununla bağlantılı olarak iki soru sormak istiyorum. Öncelikle, Bay Eurlings gibi , Kuzey Kıbrıs’ın geleceğini çevreleyen çıkmazın kırılması için tüm taraflardan müzakere masasına dönmelerini rica ediyorum. İkinci olarak, aynı taraflar ile Konsey ve Komisyon’dan daha fazla tereddüt etmemelerini ve ekonomiye ve onunla birlikte Kuzey Kıbrıs halkına bir şans vermek için gerekli adımları atmalarını rica ediyorum.’’ dedi.
Andrew Duff (ALDE): ‘’Sayın Başkan, önceki konuşmacıların söylediklerinden yola çıkarak, SPD ile CDU arasında Büyük Koalisyon’un kurulmasına ilişkin müzakerelerin o kadar sorunsuz ilerlemediğini görmekten üzgünüm (Almanya’da olduğu gibi Avrupa Parlamentosu’nda da o sırada merkez sağ EPP ile merkez sol S&D işbirliği söz konusuydu Duff kendisinden öncekl iki konuşmacının tartışması ile bu sebeple dalga geçiyor). Refah, güvenlik ve liberal demokrasi açısından Avrupa entegrasyonundan bu kadar çok yararlananların şimdi bu ödülleri Türkiye’ye vermeyi reddetmelerini inanılmaz buluyorum. Ancak, Birliğin bu ülkeyi özümseme kapasitesini vurgulamamızın bizim için önemli olduğu konusunda Bay Poettering’e katılıyorum. Acaba Başkanlık, Türkiye ve Hırvatistan’ın katılmasından önce Avrupa Anayasası’nın (o sırada Avrupa Anayasası AB kurumlarında kabul edilmiş, referenduma sunulmuş ancak Fransa ve Hollanda’da reddedilince süreç akamete uğramıştı) Avrupa’da çözülmesine ihtiyacımız olduğu konusunda bizimle aynı fikirde olup olmadığını belirtebilir mi? Birliğin Türkiye’nin üyeliğini reddetmesi halinde Kıbrıs sorununun çetin ve Balkanlar’ın rahatsız ve istikrarsız kalacağını da kabul eder miydi? Katılım müzakereleri başarılı bir şekilde başladıktan sonra, Başkanlığın Kuzey Kıbrıs ile mali ve ticari ilişkilerin açılması çabalarını teşvik etmek için hangi adımları atacağını söyler mi?’’ dedi.
Joost Lagendijk (Belirtmem gerekir ki kendisi uzun yıllar Zaman Gazetesi yazarıydı görüşlerini değerlendirirken okuyucuların bilmesi gereken bir detay olduğunu düşünüyorum bunun) (Verts/ALE): ‘’Sayın Başkan, hanımefendiler ve beyefendiler, Avrupa Birliği’nde Türkiye ile ilgili önemli kararlar alınırken, reformcular ve muhafazakarlar arasında Türkiye’nin geleceği konusunda zorlu bir mücadelenin sürdüğü giderek daha belirgin hale geliyor. Avrupa’ya demirlemiş demokratik bir Türkiye ile muhteşem bir yalıtılmışlık içindeki demokratik olmayan bir Türkiye arasında bir gelecek. Reformcuların kazanmasını istediğimi bir kez daha açıkça belirtmeme izin verin. Bu, AB’nin Türkiye ile ilişkilerinde sözünü sakınmaması, aynı zamanda adil olması gerektiği anlamına gelir. Kıbrıs söz konusu olduğunda, protokolün Türk Hükümeti tarafından imzalanması bana göre %100 uygulama anlamına geliyor. Bunda kimsenin şüphesi olmasın. Bu aynı zamanda, AB’nin Kıbrıs’ın kuzey kesimini tecrit edilmiş durumundan çıkarma vaadini yerine getirmesi gerektiği anlamına da geliyor ve bu aynı zamanda Kıbrıs konusundayken, ve bunu sosyal demokratların yararına söylüyorum, bu Parlamento’nun üyeleri, her şeyin doğru sırayla yapılması gerektiğini söylüyor. Önce Kofi Annan’dan bir çözümün mümkün olup olmadığını incelemesini istemeli ve ardından bunu kabul ederek takip etmeliyiz, çünkü tersi işe yaramayacak. Dürüst ve adil olmak aynı zamanda Türkiye’yi yeni ceza kanunu için övmemiz gerektiği anlamına gelirken, reformculara bu yeni ceza kanununun muhafazakarlar tarafından reformcuları hayal kırıklığına uğratmak için yanlış yorumlanabilecek çok fazla madde ve madde içerdiğine işaret etmemiz gerektiği anlamına da geliyor, bunu yazar Orhan Pamuk örneğinde gördük; bu nedenle daha fazla değişikliğe ihtiyaç vardır. Bana kalırsa müzakereler başlayabilir. Komisyon ve Konsey’e adalet ve açıklık diliyorum ve Türkiye’deki reformculara güç ve akıl diliyorum.’’ dedi.
Daha sonra Kıbrıs’ta Rum Kesimi Meclis Başkanlığı da yapacak olan Adamos Adamou (GUE/NGL): ‘’Sayın Başkan, Sayın Konsey Başkanı, Komisyoner, bir buçuk dakikalık kısa konuşmama farklı bir şekilde başlamak niyetindeydim, ancak daha önce konuşan ve beni Kıbrıslı Rumlar Annan planını reddettikleri için suçlayan muhterem arkadaşım Bayan Bonino’nun açıklaması hakkında yorum yapmak zorundayım. Pişmanlığını bizzat dile getirse de getirmese de, önergede belirtildiği gibi, referandum sonrasında alınan kararların saygın olduğunun kabul edildiğini düşünüyorum. Ancak, Sayın Bonino’nun Kıbrıslı Rumların bu planı neden reddettiklerini de açıklamasını ve ayrıca Kıbrıslı Türklerin %35’inin ‘hayır’ dediğini ve ayrıca suç işleyen yerleşimcilerin de bu planı açıklığa kavuşturmasını beklerdim. Türkiye, uluslararası hukuk ve Avrupa Birliği’nin dayandığı ilkeler kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmelidir. Avrupa Birliği’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de dahil olduğu 25 Üye Devletten oluştuğu ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmasının ve aynı zamanda bir Üye Devlet topraklarında ordu kurmak ve onu tanımayı reddetmek şeklindeki eylemleriyle saldırgan bir konuma sahip olmasının bir paradoks olacağı gerçeği de dikkate alınmalıdır. Bu çerçevede Türkiye, ulaştırma bölümü de dahil olmak üzere protokolün hükümlerini eksiksiz ve ayrım gözetmeksizin uygulamak zorundadır. Bu nedenle, Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıması gerektiğini söylemeye gerek yok. Avrupa Birliği’nin üyeleri olarak yeniden birleşmiş bir Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye ile bölgede barış ve güvenliğin güçleneceğine inanıyorum.’’ dedi.
Bastiaan Belder (IND/DEM): ‘’Sayın Başkan, er ya da geç, muğlak siyaset seçmenler tarafından cezalandırılır ve Konsey ve Komisyonun Türkiye ile ilişkilerinde yönlendirdiği şüpheli yol da bir istisna değildir. İlk cezayı çoktan aldık: iki referandumla baltalanan bir Anayasal Antlaşma. Türkiye ile sözde ‘’açık uçlu müzakerelerin’’ üyelikle sonuçlanacağı ortaya çıkarsa, yeni referandumlar şeklinde ikinci bir geç seçim cezası kapıda. Üye Devletler neden Ankara ile sağlam bir komşuluk programını tercih etmiyor? Son tahlilde, 25 üyeli AB ile Türkiye arasında tam teşekküllü bir Gümrük Birliği bile bölünmüş Kıbrıs konusundaki derin bölünmeler şeklinde aşılmaz bir siyasi engel oluşturuyor. Bu arada, Türkiye ile müzakere olasılığı, o ülkedeki Hristiyan kilisesinin haklardan yoksun konumu nedeniyle beni özellikle üzüyor ve Türk Protestanlara yönelik ciddi fiziksel taciz vakalarından bahsetmiyorum bile. Kopenhag siyasi kriterlerine uyum konusunda Konsey ve Komisyon’un girişimlerini sabırsızlıkla bekliyorum ve Komisyoner Rehn, bir yıl önce aynı konuda kendisinden hesap sorduğumu hatırlayabilir. Bu sabah, Türkiye’deki sözde laik devlet hakkında çok şey duydum. Bu konudan bahseden üyeler gerçekleri bilmiyorlar ve bizim de onlardan başlamamız gerekiyor.’’ dedi.
Daha sonradan Parlamento Başkan Yardımcısı olacak olan Roberta Angelilli (UEN): ‘’Sayın Başkan, bayanlar ve baylar, Aralık ayında Türkiye’den öncelikle Kıbrıs’ı tanıyarak Avrupa Birliği’nin demokrasi kurallarını kabul ettiğini gösteren açık bir işaret vermesini istedik. Türk Hükümeti’nin reddi, aksine, şaşırtıcı bir uzlaşmazlığın işaretidir. Hukuki dayanağı olmayan tek taraflı bir açıklama olduğunun farkındayız ama tam da bu nedenle ciddi ve haksızdı. Avrupa’nın tutumu da daha az şaşırtıcı değil: sonsuz tavizleriyle, sorunları çözmek yerine erteleyen ve şiddetlendiren muğlak rolünü bir kez daha gösterdi. Türkiye’nin katılım prosedürünün sonucunun kaçınılmaz bir sonuç olmaması gerektiğini vurgulamak istiyoruz. Türkiye’nin somut taahhütlerde bulunması gerekiyor ve biz bu konuda taviz veremeyiz. İyileşme olmadığını söylemek istemiyorum ama işkence, insan haklarına ve medeni haklara saygı ve azınlıkların korunması konusunda daha yapılacak çok şey var. Her şeyden önce Türkiye, bırakın Kıbrıs topraklarında 40.000 Türk bulundurmaya devam etmeyi, Kıbrıs gibi mevcut bir Avrupa Birliği Üye Devletini tanımayı reddetmeyi bırakmalıdır. İhtiyaç duyulan şey, entegrasyon ve karşılıklı saygı değerleri doğrultusunda ciddi ve şeffaf bir katılım prosedürüdür. İtalyan Hükümeti’nin kendisini müzakerelerin başarısına ne ölçüde adadığının da farkındayız, ancak belirttiğim nedenlerle, Alleanza Nazionale delegasyonu eleştirilerimiz nedeniyle çekimser kalacak. Bu Türkiye’ye kapıyı kapatmak demek değil; biz sadece kurallara uyulmasını istiyoruz çünkü kurallar herkes için her zaman aynı olmalıdır.’’ dedi.
Jan Tadeusz Masiel (NI): ‘’Sayın Başkan, Türkiye ile müzakereler açıldıktan sonra, Türkiye belirlenen şartları yerine getiremese bile er ya da geç maalesef bu süreç katılımla sonuçlanacaktır. Sonuçta, bugün bunu yapmaması müzakerelerin açılmasına engel sayılmıyorsa, neden herhangi bir şartı yerine getirmeye çalışsın? Türkiye bizim kültürümüze saygı duymayacak, kendi kültürünü bize dayatmaya çalışacak. Daha önce Hristiyan olmayan bir ülke asla Avrupalı olamaz. Birliğin tüm mevcut ve müstakbel Üyeleri, bin yılı aşkın bir süre önce Hristiyan oldular ve hiçbir hümanist felsefe, hepimizi bir araya getiren bu ortak paydanın yerini alamaz. Türkiye’yi Üye olarak değil, ortak olarak kabul edelim. İki gün önce Başkan Borrell Meclis’e, kuşkusuz farklı bir bağlamda, Anayasa’nın ‘Avrupa, Avrupalılar içindir’ sözünü hatırlattı; aksi takdirde Avrupalılar Birlik’ten ayrılacak.’’ dedi.
Daha sonra iki kez Kıbrıs Rum Kesimi Dışişleri Bakanlığı yapacak olan ve şu bu yıl tekrar bu göreve seçilen Ioannis Kasoulides (EPP): ‘’Sayın Cumhurbaşkanı, geçen aralık ayında Türkiye ile müzakerelerin açılmasına, o ülkede demokratikleşme ve insan hakları konularını ilerletmesi ve Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs ve Ermenistan arasında barışı teşvik etmesi umuduyla karşı çıkmayanlardan biriydim. Ne yazık ki, geçen yıl gerileme görüldü ve ilerleme olmadı. Türkiye’den cinsiyet ayrımcılığına ilişkin mevzuat dışında çok önemli bir şey istendi. Bu, Ankara Protokolü’nün uygulanmasını Kıbrıs’ı da kapsayacak şekilde genişletmesiydi. Ancak daha bir hafta önce Dışişleri Bakanı Gül, limanların, havaalanlarının Gümrük Birliği ile alakası olmadığını söyledi. Konsey ve Komisyon, tıpkı dini azınlıklara yönelik muameleyi, Ceza Kanunu’nun 305. maddesi Orhan Pamuk davasıi ve Türkiye’deki ifade özgürlüğü de dahil olmak üzere diğer sorunlar gibi görmezden geldi. Aday ülke olarak Türkiye’ye muamele adil ama katı olmak zorunda. Önceki on aday ülkeden hangisi, müzakerelerine başlarken bir Üye Devleti tanımamaya cesaret edebilirdi? Ama Kıbrıs’ta durum böyle. Kıbrıs’taki referandumun sonucuna üzülebiliriz ama bu referandumun, Fransa’daki referandumun ve Hollanda’daki referandumun sonucuna saygı duymalıyız. Konsey ve Komisyonun gösterdiği kayıtsızlık, bu referandumlardan gelen mesajı zayıflatmaktadır. Korkarım buradaki sorun Türkiye değil, Konsey ve Komisyondur.’’ dedi.
Daha sonra Parlamento’da Sosyal Demokratlar Grubu’nun liderliğini de yapacak olan Hannes Swoboda: ‘’Sayın Cumhurbaşkanı, Konsey’in Sayın Başkanı, Komisyoner, bayanlar ve baylar, Türkiye Başbakanı Sayın Erdoğan, ülkesi için çok şey yaptı, özellikle de onu gelecek için değiştirmekle Avrupa Birliği’ne daha yakın hale getirdi. Ancak bu kabul edilemez tek taraflı deklarasyonu Ankara Anlaşması’nı imzaladığı sırada iletmekle onu kötü duruma düşürdü. Ancak bu anlaşmanın Türkiye’nin sadece kabul etmekle kalmayıp uygulamaya koyması gereken hukuki sonuçları da olduğunu söylemeye gerek yok. Yine de Avrupa Birliği olarak Türkiye’ye Avrupalı gibi düşünmenin ve hareket etmenin ne demek olduğunu göstermemiz ve güvenle ve tutarlı bir şekilde ilerlememiz gerektiğine inanıyorum. Bu nedenle Avrupa Birliği’nin müzakereleri 3 Ekim’de başlatması gerektiğine inanıyorum. Neden böyle? Birincisi, Türkiye’de devam eden reform süreci, Sayın Kasoulides’in dikkat çekmekte haklı olduğu engeller ve sorunlarla karşı karşıya olmasına rağmen, bunu kısaltmak bizim sorumsuzluğumuz olur ve Avrupa’ya zarar verir. Bunu yapmak yerine, ona yardımcı olmalıyız. İkinci olarak, Türkiye’deki tüm gruplara ve özellikle Kürtler gibi azınlık gruplarına, bu reform sürecini kültürlerini ifade etmenin ve siyasi hayata katılmanın yeni yollarını bulma aracı olarak kullanma şansı ve fırsatı vermeliyiz. Üçüncüsü, Avrupa Birliği’ne aday olarak tanınan Türkiye’nin de ve benzer bir şekilde, başta Ermenistan olmak üzere, diğer şeylerin yanı sıra, kendi tarihini ve bunun tanıklık ettiği vahşeti kabul etmeyi içerir, tüm komşularıyla ilişkilerini geliştirmesini sağlamalıyız ve bu da olacaktır. Dördüncü olarak, Kıbrıs’ın Türkçe konuşan nüfusuna da destek vermemiz kesinlikle hayati önem taşımaktadır. Adanın Yunanca konuşan çoğunluğu hakkında, haklı olarak, söyleyecek çok şeyimiz var, ancak unutmayalım ki Türk azınlık yeniden birleşmeye ve Avrupa’ya güçlü bir ‘’evet’’ dedi. Avrupa’nın ticari ve mali destek gibi konularda bu azınlığa karşı yükümlülüklerini ve sorumluluklarını bugüne kadar yerine getirmediğini de unutmayalım. Bütün bu nedenlerle, tutarlı bir tutum benimsemeli ve müzakerelerin başlamasına kesin bir ‘’evet’’ demeliyiz. Çözülmesi gereken pek çok sorunun olduğu zor bir süreç olacak, ancak Türkiye’nin reform sürecine devam etmesini sağlamalıyız. Türkiye bunu başarırsa, Avrupa Birliği’ne üye olabilir ve olmalıdır. Ancak bunda başarısız olursa, onunla başka ilişki biçimleri aramamız gerekecek. Bay Poettering’in bilgisine, mutlak netlik adına ve şüpheye mahal vermemek adına, bu grup olarak bizler, 3 Ekim’de sadece Türkiye ile değil, Hırvatistan ile de müzakerelerin açılışını göreceğimizi umduğumuzu söylememe izin verin. Bu ilerleme için harika bir işaret olurdu. Türkiye ile Hırvatistan’ı karşı karşıya getirmek gibi bir niyetimiz yok. Her iki ülke de kendileriyle müzakerelerin açılmasına değer ülkeler. Bunları şimdi başlatabilirsek, Hırvatistan ile müzakereler Türkiye ile olanlardan önce tamamlanır elbette ama kıtamızın geleceğine bu iki ülke ile beraber devam etmeliyiz.’’ dedi.
Daha sonra kısa bir süreliğine de olsa Fransa’nın Avrupa İşleri Bakanı olan Marielle de Sarnez: ‘’Sayın Başkan, müzakerelerin başlaması için planlanan tarihe sadece birkaç gün ve saat kala, Türkiye hala Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımadı ve Türk adalet sistemi bir kez daha Türkiye’nin tanımadığı Ermeni Soykırımı ile ilgili, konferans düzenlenmesini yasakladı. Hatırlama yükümlülüğünün ve demokrasi ilkelerinin bu ciddi ihlallerine rağmen, Avrupa kurumları yanlış bir şey yokmuş gibi hareket ediyor. 3 Ekim 2005’te Türkiye, AB ile katılım müzakerelerine başlayacak. Bu müzakerelere başlamanın hiçbir şekilde sonuçlarının kaçınılmaz olmadığını bize açıklayan herkese tek kelimeyle cevap vermek istiyorum. Bu doğru değil ve en az iki nedenden dolayı: Birincisi, bu müzakerelerin ayrıcalıklı bir ortaklık göz önünde bulundurularak değil, açıkça katılım konusu göz önünde bulundurularak açılmasıdır. Aksini söylemek yalan olur. İkinci neden ise, müzakerelerin açılmasının katılım konusuna yol açacağı açıktır. Birkaç yıl içinde, katılımla ilgili çeşitli fasılları açıp inceleyeceğiz ve birbiri ardına kapatacağız. Ancak durumun nasıl sonuçlanacağını zaten biliyoruz: Uzun bir sürecin sonunda hiçbir ülke ‘hayır’ deme sorumluluğunu yalnızca kendi üzerine almayacaktır. Aksini söylemek yine yalan olur. Bugün Avrupa, tarihinin en ciddi krizini yaşıyor ve ne Konsey’den ne de Komisyon’dan, eğer son açıklamalara uyulacaksa, geri dönüş ihtimali dışında, masada herhangi bir proje veya ihtimal yok. Gündemin tek maddesi, adeta bu şaşkın Avrupa’da artık vizyonun yerini sürekli ilerleme almış gibi, Türkiye’yi de içine alacak şekilde genişlemedir. Gelecekte, Avrupa gerçek bir revizyona ihtiyaç duyacaktır. Nihayet siyasi ve demokratik bir Avrupa’ya somutluk kazandırmak için Avrupa projesinde radikal bir reform yapmak isteyen herkesi destekleyeceğiz.’’ dedi alkışlar içerisinde.
Şu an Almanya’nın Gıda ve Tarım Bakanı olan Cem Özdemir (Verts/ALE): ‘’Sayın Başkan, bayanlar ve baylar, benim de katıldığım, geçen hafta İstanbul’da düzenlenen tarihçiler konferansı hakkında bu Meclis’te çok şey söylendi. Bayan de Sarnez’in az önce söylediklerinin aksine, fiilen gerçekleşti ve bu, Türkiye başbakanı ve dışişleri bakanının açıkça devam etmesi gerektiğini belirtmesi ve Türkiye’deki akademisyenler ve eleştirel kafalarla dayanışmalarını ifade etmesi nedeniyle gerçekleşti. Avrupa Parlamentosu’ndaki tüm gruplar, bu kritik toplantının yapılmasına izin verme cesaretini gösterdiği için Türkiye başbakanına teşekkür etmek için bu fırsattan yararlanırsa, bu, Avrupa Parlamentosu’na saygıyı artırtacaktır. Bu, Avrupalı olmanın ne anlama geldiğine dair farkındalığına tanıklık etti. Yine de Türkiye’den iki yönlü bir görevle döndüm. Benden istenen ilk şey, bu Meclis’te uzun yıllar boyunca Türkiye’de insan hakları ve demokrasi için kampanya yürüten herkese teşekkür etmek. İkinci olarak, Türkiye’de demokrasi ve reformların her türlü sürdürülebilir temele oturtulmasının tek yolu bu olduğundan, ülkeyi Avrupa Birliği’ne yakınlaştırma sürecine devam etmemiz için bir çağrı getirdim.’’ dedi alkışlar içerisinde.
Vittorio Agnoletto (GUE/NGL): ‘’Sayın Başkan, bayanlar ve baylar, Türkiye ile müzakereler 3 Ekim’de başlıyor, ancak Türkiye’nin Avrupa Birliği’ni aptal durumuna düşürmesine izin verilmemeliyiz ve insan hakları her türlü müzakerenin merkezinde yer almalı. Buna karşılık, anayasa reformu sadece bir özlem olarak kaldı ve seçim yasasında Kürtlerin parlamentoda kendi temsilcilerine sahip olmalarını engelleyen %10’luk engel hala var. Yeni bir yasa, avukatların mesleki görevlerini yerine getirmelerini kısıtlamaktadır; gazeteciler tutuklanabilir ve yazıları toprak bütünlüğüne saldırı olarak değerlendirilebilir; öğretmen sendikaları okulda herkesin kendi dilini de konuşma hakkını savunduğu için kınandı; ve genç bir Türk eşcinsel olan Mehmet Tarhan, vicdani retçi olduğunu iddia ettiği için birkaç yıl hapis cezasına çarptırıldı. Kürt bölgesinde durum daha da vahim. Daha birkaç hafta önce Başbakan Erdoğan bir barış sürecinin başlayabileceğine dair umutlar dile getirdi ama öyle bir şey olmadı. Congra-Gel tüm askeri harekatın askıya alındığını ilan etmesine rağmen, hala Kürt nüfusa karşı şiddetle birlikte şiddetli askeri harekât yapıldığına dair haberler var. Avrupa Birliği, Türkiye’ye Kürt sorununun varlığını siyasi olarak kabul etmesi ve açık müzakereleri başlatması için çağrıda bulunmalıdır. Avrupa Birliği’ne giden yol Türkiye kürt bölgesinin merkezi Diyarbakır’dan geçiyor. İnsan hakları ve demokratik kurallara saygı müzakere edilemez, ancak Türk Hükümeti’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Abdullah Öcalan’ın yeniden yargılanması yönündeki çağrısını kabul etmeye niyeti yok gibi görünüyor. Avrupa Birliği, söz konusu kurumun güvenilirliğini baltalamak istemediği sürece bu durumu göz ardı etmemelidir. Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanımadan Avrupa Birliği’ne girebileceği fikri kesinlikle kabul edilemez yani artık top Türkiye’de. Yıllarca ekonomik ve gümrük anlaşmaları üzerinde müzakere edebiliriz ama insan hakları konusunda asla.’’ dedi.
Daha sonra Yunanistan’da LAOS lideri olacak olan Georgios Karatzaferis (IND/DEM): ‘’Sayın Başkan, Türkiye’nin Avrupa’ya katılmasından bahsediyoruz. Dün bir örnek: Papa’nın İstanbul’da ayin yapmasına engel olundu. Söylesenize, dünyanın başka hangi ülkesi Papa’nın orayı ziyaret etmesini yasaklıyor? Komünist Castro bile Papa’yı bir devlet başkanına yakışır bir onurla karşıladı. Türkiye yasaklıyor. Bu ırkçılıktır. Bu yasak ırkçılıktır. Sadece Ekümenik Patrik’e karşı değil; Hıristiyan âleminin en büyük kilisesi olan Ayasofya’yı oryantal danslar ve mayo defileleri için dönüştürmüş olduklarından da değil. Bu bir hakarettir. Yaşananlar Avrupa’ya hakarettir. Kıbrıs’ı tanımıyorlar ve birileri Annan planından bahsediyor. Annan planı Türkiye’ye bu kadar cazip geldiyse 20 milyon Kürt’e uygulasınlar. Türk ordusu çekilirse 1960 anayasası, bir Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı ve bir Kıbrıs Türk cumhurbaşkanı yardımcısı ile geri getirilecek ve buna son verilecek. Kuzey Kıbrıs otomatik olarak Güney Kıbrıs’ın sahip olduğu avantajlardan yararlanacaktır. Bu dolaysız bir meseledir; sadece mantığa ihtiyacı var, ne yazık ki burada, bu odada Avrupa’nın adımlarına da yön veren Amerikalıların müdahalesine değil.’’ dedi alkışlar içerisinde ve oturuma ara verildi.