Üçüncü Olarak Kazanmak: Dün, Bugün, Yarın – Erol Akın
Bizler, kendisini sosyal demokrat veya demokratik sosyalist olarak tarif edenler, zaten büyük ölçüde partilere bağlı, daha doğrusu tâbi hisseden kişiler değiliz; bana kalırsa, yapmamız gereken en gerekli ve yararlı iş de bu otonomiyi daha iyi biçimde kullanmaktır.
DÜN
Bir süredir, bakış açısının genişliğini, bilgisinin ölçülmesi güç yüksekliğini göstermek isteyen gazeteciler/yorumcular tarafından yontulup karşı tarafa fırlatılan “Büyük resmi görmek” taşı, onlara “Büyük resim kursu” olarak geri atılıyor. Çoğunlukla komplo teorilerine, safsatalara, zırvalıklara varan büyük resmi görme çağrısı/ilanı, zihnimizin temel bir özelliğinin hoyratça kullanımından başka bir şey değil. “Örüntüsellik/patternality” adı verilen bu özellik, beynin en dış katmanında mahfuz; diğer memeli canlılarla paylaştığımız bir yeti. Beynimizdeki 300 milyon nöronun koşulduğu büyük bir uğraşı.
Örüntüleri görmek olasılıkları kestirmemize, dış dünyadan algı kıyılarımıza vuran dalgalara karşı bir dalgakıran görevi görerek hafızanın yükünün azalmasına yarıyor ve hayatta kalmamızı kolaylaştırıyor: Zehirli mantarların desenlerini, onları yediğimizde nasıl bir etki oluşturacağını tanımak ve onlardan uzak durmak; veyahut mevsim döngülerinin farkına vararak buna göre zirai faaliyetler yürütmek; ya da bir insan tipinin özelliklerine vakıf olup, bu özelliklerin tekrarlanması durumunda ona karşı alacağımız tavrı belirlemek, örüntüsellik becerimizin güzelliği.
Bizim için hayatı böylesine kolaylaştıran bir yeteneği, sosyal demokrasinin yardımına koşmaktan niye geri duralım? Tarihin gövdesine bir çentik atıldığında SPD’nin 1863’ündeki kuruluşuna denk düşen bir “an”dan var olan bir hareketin varlığında, örüntü bulabilmek için yeterince şekil ve rengin biriktiğine inanıyorum. Bu örüntünün şimdiye ve geleceğe ilişkin isabetli öngörüler, bu öngörülerden de tutarlı ve faydalı tasavvurlar çıkarmaya yarayacağına da.
Tarihçilik, bir ölçüde aşçılığa benzer; geçmişin, her yaşanan gün ve saatle birlikte büyüyen tarlasının hasat edilen olaylarını, kişilerini ve olgularını değerlendirmek, onları toplamak kadar önemlidir. Tarihin malzemesini kullanan farklı ustalar, farklı tarifler ve ölçeklere göre bambaşka eserler ortaya çıkartır: Sosyal demokrasinin tarihinin incelenmesi de bundan ayrı değil; onu yorumlayanların gözü hangi taraftan bakıyorsa, oradan göründüğü kadardır.
Hareketin tasnifini coğrafyaya göre (Almanya, İngiltere, Fransa, İskandinavya ki bence Türkiye’nin başını çektiği bir Orta Doğu/Güney Avrupa sosyal demokrasisi de buna ilave edilmeli) yapmak daha kolay; çünkü sizi veya muhatabınızı kavraması daha kolay ölçülerde düşünmeye hazırlar. Şubeleri her zaman mekâna göre ayırmaz; Birinci Dünya Savaşı öncesi, iki savaş arası, İkinci Dünya Savaşı sonrası, 1980 sonrasından da söz ederiz. Parçalama ve sınıflandırma sürecini, partilerin hatta hükûmetlerin kendi geçmişlerine kadar götürmek isteyenlere de kapı açıktır: Türkiye’de sosyal demokrasinin 1966 ve 1976’daki tarifi bile farklılıklar gösterir.
Parçaları toplandığında, sosyal demokrasinin değişmez desenlerinden birisi yavaşça, biraz silik bir biçimde belirir: Bir üçüncü yol olma iddiası, iradesi ve eğilimi. Aslında bu kavramı kullanmak istemiyor(d)um; burada hem Tony Blair döneminin molozları hem de bitaraf olmak üzerinden ideolojisiz olmaya varan bir yolun kenarında uzanan ilkesizlik uçurumu var – en azından karşıtlarının gözünde. Ancak yerine ikame edeceğim bir kavram olmadığında bu durum kaçınılmaz hal aldı.
Üçüncü bir yol, bazen sosyal demokratlar içinde bile böyle bir yoruma rastlanmakla beraber, bir ara yol değildir; en azından, sosyal demokrasinin uzun yıllar kendisini resmettiği yere uygun düşmemekteydi. Ayrı olmakla beraber yanlış olmakta ortaklaşan iki yola karşı bir alternatif; günümüz toplumlarının soru(n)larına verilmiş iki yanlış veya eksik cevaba karşı yeni, doğru bir yanıt.
Geçmiş, bugün bahsetmekte olduğumuz bu muhalif tavrın kanıtlarıyla doludur. SPD’nin 1920’lerdeki bir seçim afişi, gözleri bağlanmış bir işçiyi odağına almıştır; etrafını göremeyen işçi, birbirinden kötü iki seçenek (zorunlu çalışma vaat eden Sovyet komünizmi ve 12 saat çalışma vaat eden kralcılık) arasında kalmıştır ve belli ki çıkış yolu SPD’dedir. O dönemden bir başka afiş, komünist ve Nazi olduğu anlaşılan iki kişinin arasından – sıçrayarak?- sıyrılan güçlü bir işçi figürüne yer verir. Üçüncü bir afişte de “Cumhuriyet” ve “özgürlük” yazan yüksek bir kule, tepesine farklı renklerde “reaktion” bayrağı dikilmiş iki enkazın ortasında yükselir ve seçmenlere çağrıda bulunur. Meşhur üç ok, iki savaş arası sosyal demokrasinin son büyük hamlesinin sembolü, aynı partinin komünizme, kapitalizme ve kralcılığa karşı çektiği oklardır; bu üç hasmını birbirleriyle eşitler ve onlara karşı eşit tavır alır.
Kanıtlar, dış politika alanında da bulunabilir: Olof Palme’de Vietnam’daki Amerikan müdahalesine karşı sesini yükselten muhalif, Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya ve Afganistan’daki müdahalelerinin önünde de durur. Dahası neredeyse tüm sosyal demokrat hareketler tarafından, tutarlı biçimde sahip çıkılan bir itiraz biçimidir bu: İngiltere haricinde, döneminde Irak Savaşı’na katılmayı reddeden hükûmetlerde – Avrupa özelinde- hep sosyal demokrasinin rengini görürüz.
Örüntü, sadece görseller düzeyinde değil; sözel olarak da kendisini gösterir. Bülent Ecevit’in Ortanın Solu tarifinde verdiği ekonomi ölçüsü, kapitalist özel mülkiyete de komünist devlet mülkiyetine de karşı/alternatif olarak bir “halk sektörü” projesini teklif etmekte ısrarcıdır: İsimleri farklı olmakla beraber üretim araçlarının anahtarını elinde tutmakta ve bu anahtarda ezici bir güç temerküzünde ortaklaşmaktadır. Ortak iki “yanlış” projeye karşı bu sektör; anahtarı halka verecek, dolayısıyla gücün halka geçmesini sağlayacaktır.
1951’de yayımlanan “Demokratik Sosyalizmin Görevleri” başlıklı Sosyalist Enternasyonal metni, kapitalizm ve komünizm hakkında aynı mahkûmiyet kararını verir; sınıflı bir toplum kuran ilkine karşı komünizm; tek parti diktatörlüğü kurarak yeni sınıf ayrımları yaratıyordur ve dahası, “yeni bir emperyalizmin aracıdır”. Belgedeki yer tayini açıktır: “Demokratik sosyalizm, tekelci kapitalizm ile olduğu kadar, iktisadi hayatın her türlü totaliter planlaması ile de karşıtlık içindedir” 1962 tarihli bir başka SE metninde de iki sistem için verilen hüküm ortaktır: “Komünizm ve kapitalizm, insanların, girişimlerinin kaynak ve amacı olarak değil, ham madde olarak görüldüğü eski bir çağa aittir”
Kâh içeriden kâh dışarıdan eleştirenleri tarafından bir teslimiyet, hatta sapma olarak görülmüş Tony Blair çizgisi bile kendisine “üçüncü yol” adını uygun görerek, büyük olasılıkla istemeden ya da bilmeyerek, bu örüntüye bağlı kalmaya gayret ediyor, bir nevi hedef küçültüyordu.
Tecrübeler, bir ağacın kuzeye bakan yönünü kaplayan yosun tabakası gibi, bakışlarımızı, sosyal demokrasinin bu irsî özelliğine döndürür: Kapitalizm ve komünizmin ötesinde bir üçüncü kutup; sarkacın salınırken uğrayacağı yeni bir yön, ileri gidersek Atlantik ve Urallar arasındaki coğrafyanın kendine has bir sosyalizm tarifi.
BUGÜN
Sosyal demokrasinin “başarısızlığı” üzerine söylenenlerin, önemli ölçüde bu dürtüden neşet ettiğini; dolayısıyla “akıl dışı”, bir ölçüde hesapsız olduğu kanaatini taşıyorum. Dünyanın son 20 yılda artan değişimi, kimi yerlerde bu harekete, ayağa kalkamayacak çelmeler takmış ya da çözemeyeceği düğümlerin karşısında çaresiz bırakmış olabilir; ancak temel değerleri ve iktidar deneyimleri hâlen canlıdır, canlılığını koruyacağını da ilan etmekten geri durmaz. Her engele rağmen, birçok ülkede tek başına ya da koalisyonlar dâhilinde, hiç değilse yerel yönetim düzeyinde güç ve yetki sahibi, toplum içine yayılmış bir hareketten söz ediyoruzdur.
Ancak “Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun” diyen Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun söylediği o önemli zaman kavşağına ulaştığımıza da sırtımızı dönemeyiz. Büyük salgın, 2008’de sert bir darbe aldıktan sonra nefesi tıkanarak iki büklüm olmuş sistemin, komaya girmese bile, bayılmasına yol açtı. Bir gel-gitmişçesine anlatılan “Avrupa’da yükselen aşırı sağ” öcüsünün artık heyecanı ve safları sıklaştırıcı etkisi kalmamış olabilir ama kavşakta bir tıkanma olmadığını, daha doğrusu arzu ettiğimiz yönde bir trafik akışı gerçekleştiğini de söyleyemiyoruz.
Bu kavşağa gelenler, kat ettikleri yolu yeniden gitmeye hiç razı değil; önlerinde de birkaç çıkış var. Sosyal demokrasinin karşılaştığı bir güçlükten söz edeceksek, bu ancak kavşakta gerekli yönlendirmeyi yapmakta zorlanması olabilir. Gerekli ya da istediğimiz sayıda insan bizim otobüsümüze binmek yerine ya başka yollara ilerler ya da ışık yanmadığı hâlde beklemeyi tercih eder. Yol, kimi zaman Meloni’nin çizdiğidir, beklenen yer ise Orban’ın şerididir; her durumda, tecrübe ettiğimiz şey, çok seyreltilmiş bir 1929’dur: Hasta yatağındaki bir sistemin sağ tarafından verilecek ilaçlarla ayağa kaldırılması, bu esnada farklı yan etkilerin ortaya çıkmasıdır.
Üstelik rahatsızlık küreseldir; oluşumu zaman aldığı için tedavisi de zaman alacaktır. 2008’de başlayan ilk evresinden ikincisine geçiş, kabaca 2010’ların sonlarında gerçekleşmişti. İstihdam yaratmayan bir teknolojik devrim – makine kıran işçiler çok da haksız değildi belki de- ve hemen arkasından gelen salgın, artık yeni bir aşamaya varmamıza vesile olmuştu. Belirtileri, bizim de alıştığımız bir tartışmadan takip edebiliyoruz: Z kuşağı, Türkiye’de oy verme eğilimleri üzerinden, bu alanda çalışan bir grup “anketör” tarafından meşhur edilmişti ama Batı’da, kabaca, “kendilerinden önceki kuşaklardan az kazanan ilk kuşak” olacakları kehanetiyle incelenmeye başlamıştı. Bugün Amerikalı ve Avrupalı gençlerin güvencesizlik, tasarruf yapama olanağından yoksun kalma, mülk sahibi olamama, eğitim ve sağlık harcamaları için aldıkları borçların yarattığı yük hakkındaki serzenişleri, Türkiye’deki gençlerden çok da farklı değil.
Hastalığın seyrine dair bazı sayılar: İngiltere’de konut sahipliği oranı 2003-2018 arasında yüzde 7 oranında düşerek yüzde 63’e gerilemiş; Güney Avrupa’yı ve ABD’yi kapsayan bir incelemeye göre, farklı kuşaklardaki ev sahibi olma yaşı, günümüze doğru gelinirken yükselmiş ve ev sahipliği oranı belirgin biçimde düşmüş. Yine ABD’de yapılan araştırmalar, genç kuşakların, daha eğitimli olmalarına rağmen, kendilerinden önceki kuşaklarla aralarındaki gelir farkının yüzde 20-40 arasında gezdiğine dair ikazda bulunuyor. Bu esnada, 2018 yılında ABD’deki toplam öğrenci borçları 1,7 trilyon dolara ulaşmış. Hava durumu her yerde kötü; bizde daha da kötü.
Türkiye ve yakın çevresi, pek çok sebepten dolayı, “bir krizden, krizin merkezinden daha fazla etkilenme kuralı” adında bir ilkeye tabi. Avrupalı ve Amerikalı gençlerin kaygı düzeylerinin, bir şekilde sayılara aktarılabilseydi, Türk, Arap, Fars ya da Kürt gençlerinin kaygı düzeyleri yanında aşağıda kalmaya devam etmesi büyük bir olasılık. Bu hem bir talihsizlik hem de bir fırsattır; şanssızlıktır zira umutların, bugün ve yarın arasında her gün yapılan, tamamlanan ve hükmünü yitirdikten sonra bir kez daha yenilenen sözleşmenin mürekkebini tüketir ama fırsattır çünkü neyi daha iyi ve farklı yapmamız gerektiğine dair teşvikte de bulunabilir. “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”’nde, baş karakterin, evde yarı-askerî bir disiplin içinde huzurla (!) yaşayan annesine dediği gibi “Rahatsız olacaksın; bunun başka yolu yok. Olacaksın!”
YARIN
Geçmişle, sadece geçmiş olduğu için övünmek, biriktirdiğimiz çöplerin büyüklüğü karşısında mest olmaya benzer; yararsız ve anlamsızdır. Ona ancak başarı ve başarısızlıkların varlığı ve onlardan ibret almak amacıyla yaklaştığımızda bir değer kazanır; çöp yığını, yerini seçilmiş, ayıklanmış ve temizlenmiş eşyaların toplamına bırakır. Bir ucu 1863’e ulaşan uzun koridora çöp biriktirenler olarak değil, bir koleksiyoncu gözüyle bakmamızı teklif ediyorum.
Sadece övüneceğimiz olayların çokluğu bile, sosyal demokrasinin sırtını dikleştirmesi ve başını biraz daha yukarıya kaldırması için yeterli. Sadece hayal edilebileceği kabul edilmiş projelerle çıkıp gelmesi anlamında “ütopyacı” bir hareketin akrabası olarak her koşulda reform lokomotifine makinistlik yapmak, kendi başına bir zaferdi. En büyük iddia ve hamle; oy hakkını ve onun yörüngesindeki diğer hakları birlikte geliştirmek ve genişletmekti. Sonrası bütün bir 20’nci yüzyıl tarihi: Refah devleti, çalışanların kendi çalışma koşullarını belirleyebilecek güce kavuşarak farklı biçimlerde yönetime ortak olmaları, demokrasinin her alanda savunulması ve hayat bulması, uluslararası barış için gösterilen gayret; nihayetinde örnek olarak gösterilen ülkelerle, iktidarlarla, başarılarla dolu bir mazi.
Oysa sosyal demokrasinin destekçileri, karşıtları ve gözlemcileri; onun geleceği hakkında konuşurken yakın geçmişinde bir travmanın etrafını sürekli, okuduğu sayfayı çizdiği ölçüde aklına kazıyacağını düşünen bir okurun hırsıyla çevirir: 1980’lerin başında başlayan neo-liberal karşı-devrim ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşü arasındaki parçada, sosyal demokrasinin bugünkü “krizinin” harcı karılmış ve daha kötüsü harç donmuştur. Bu olayların etkisiz olduğunu savunacak cesaret (!) ve tarih bilgisini haiz değilim; benim tezim, aşırı bir indirgemeciliğin sosyal demokrasiyi, bu harcın içinde hareketsiz kıldığıdır: 1980’lere dönmeyi sağlayacak üstün bir teknoloji bulunmadıkça (!) veya Sovyetler yeniden kurulmadıkça (!) iktidar olmayacağımızı söyleyebilir miyiz? Sosyal demokrasi – ve hiçbir doktrin- varlığını başka ışığa -doktrine- borçlu bir gölge değildir ki o ışık kaybolduğunda kendisi de yok olsun.
Yeterince muktedir olamama sorunundan söz ediyor ve mutabık kalıyorsak – ki kalıyoruz- bunun için belki biraz içimize dönmemiz gerekir. 21’nci yüzyılın ilk 20 yılı bitti; ikinci 20 yılı henüz başladı ve bizler, bu çağın çok önemli bir gerçeğini – aslında tüm demokrasilerin gerçeğini- yeni bir bakışla gözlemlemeyi deneyebilecek durumdayız: Propagandadan, güçlü semboller üretmekten; bunları savunmaktan ve yaygınlaştırmaktan söz etmek için koşullar uygun artık.
Siyasal iletişim, propaganda, semboller üzerine söylenecek ve yazılacak sözler, başlı başına bir uğraşıyı zorunlu kılıyor. Zira artık birkaç istisna haricinde tüm yurttaşlara açık cumhuriyetlerin dünyasındayız; hemen hemen tüm devletler, şeffaf olsun ya da olmasın, sandıkların üzerinde. Partilerin, hükûmetlerin, siyasetçilerin başarısı da sandıklara kaç kişiyi çağırdıklarına bağlıdır; bu çağrının adı da propagandadır.
Pek çoğumuz, bir yakınıyla iletişim kurmadan önce filanca partinin propaganda amacıyla çektiği bir reklam filmine, sosyal medya kampanyasına bakarak güne başlıyoruz; Televizyondan, telefondan, billboardlardan, broşürlerden, gazetelerden, internetten; mümkün olan her yerden bize, biz istemesek de selam veren ısrarlı bir yabancıdır, bu hâliyle de tedirgin edicidir.
Sosyal demokrasinin geçmişte sahip olduğu ve bugün yitirmese bile bulanık gördüğü, elinde tutmakta zorlandığı şey, belki de propaganda gücü ve ona bağlı olarak semboller çıkarma yetisidir. En güçlü ve çarpıcı sembollerimizin, sözlerimizin ve eylemlerimizin rakiplerimizden farklı, dolayısıyla alabildiğine güçlü ve çarpıcı olduğumuz dönemlerde ortaya çıktığı gözden kaçmamalı: Üç ok, sosyal demokrasinin silaha sarılmak zorunda kaldığı – ama aynı zamanda buna imkân bulduğu 1930’ların Avrupası’nda kılıfından çıkmıştı; o kadar güçlü bir semboldür ki bugün bile – farklı ellerde olmakla beraber- kullanılmaya devam eder.
Türkiye, sosyal demokrat sembollerin en yoğun biçimde kullanıldığı örneklerden birisi olarak, bence, ayrı bir incelemeye layıktır. Adalet Ağaoğlu’nun “Fikrimin İnce Gülü”’nde Edirne-Eskişehir arasındaki yol boyunca bizleri içinde seyahat ettirdiği Türkiye’de dikkatimizi çeken şeylerden birisi, Ecevit’in resimlerinin yaygınlığıdır mesela: Edirne’deki bir otobüsün camında da Eskişehir’deki bir köy yolunda yürüyen çocuğun üzerinde de Ecevit fotoğraflarını görürüz. Kasketi, bu açıdan başlı başına bir marka olduğu gibi Ecevit’in de markalaşmasının en önemli parçalarından olmuştur; bugün bile kasket denilince Ecevit, bazı yaşlılarda Ecevitçi denilince solculuk akla gelir. Adına bestelenmiş şarkı ve türkülerimiz de bugün dijital ortamda hâlen erişime açık.
Bülent Ecevit’in 1980 sonrasındaki “hâli” tetkik ve tenkite açıktır ama propaganda başarısı açısından Ecevit’in ve ortanın solu/demokratik solun ne kadar başarılı olduğunu çekiştirmek güçtür: Görsel, işitsel, sözel boyutuyla dört başı mamur bir imajla, semboller bütünüyle; dahası 1977 genel seçimlerinde yüzde 41 oyuyla, aynı yıl yapılan yerel seçimlerde de 67 ilin 42’sini almasıyla başarısını kanıtlamış bir örnek vakayla karşı karşıyayız.
Peki, Ecevit ve 1970’lerdeki sosyal demokrasimiz – aşılması pek de mümkün ve yakın gözükmeyen- sembolleri üretmesini ve benimsetmesini neye ya da nelere borçluydu? Ben, bu soru işaretini kaldıracak gerçek ve tatmin edici cevabın, “farklı bir duruş benimseme” tavrında bulunduğuna inanıyorum. O yıllarda gerçekten “farklı bir şey” yapıyorduk: Bir yandan “Bu düzen değişmelidir” diyor; diğer yandan büyüme sancıları çeken bir genç gibi değişmekte olan ve bu değişimin hızını kaldıramayan bir ülkeye “Ne ezen ne ezilen; insanca, hakça bir düzen” sunuyorduk. “Toprak işleyenin, su kullananın” nidası ve köy-kent projesiyle gibi dönemin Türkiye’sinin en kronik sorunlarından birisi olan toprak dağılımı adaletsizliği üzerinden kırsal kesimdeki buhrana ilaç hazırlıyor; büyüyen sanayide başlayan rahatsızlığa da üretim araçlarının özyönetimi ve halk sektörüyle çare bulmaya gayret gösteriyorduk.
Tüm bunları yaparken, 1960’tan beri devam eden Kıbrıs Krizi’nde, daha önce hiçbir iktidarın başlayıp bitiremediği bir harekâtı gerçekleştiriyor, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Ankara’da ofis açmasını sağlıyor; böylece dış politikada yeni bir doğrultu kazanmaktan da geri kalmıyorduk. Bu öyle “farklı bir şeydi” ki Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurumsal yapısını, Kemalizm tarifini bile değişikliğe uğratan; deyim yerindeyse tabu yıkan bir silkinişti. Bülent Ecevit, İsmail Cem ve Turan Güneş başta olmak üzere, dönemin tüm CHP kurmaylarının Türkiye’ye, Osmanlı’ya ve CHP’nin kendi tarihine dair başlattığı tartışmalar, bu tartışmalar içinde sürülen topraktan çıkan eserler – örneğin Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi- bugün bile içlerinde hayat belirtisi taşıyan özgün çalışmalar.
Nazım Hikmet “Bence sen de şimdi herkes gibisin” derken hiç de haksız değildir bu yüzden. Ne söyleyeceğimiz, nasıl söyleyeceğimizin, ona tatlı-sert dille buyruklar veren müdürüdür; resmî bir dilekçe yazarken ve arkadaşımıza dertleşmek için telefon açtığımızdaki kelimelerimiz, tonlamalarımız bambaşka olmak zorundadır. Farklı bir şey söyleyeceksek, bunu farklı görseller, kelimeler, renkler, desenler vs. ile yapmaktan başka yolumuz yoktur; başkalarının seçtikleriyle ya da kullandıklarıyla bunu yaptığımızda, zaten farklı olmayacaktır. Ben, 1970’lerin ortası ve sonu arasındaki başarılarımızın farklı, radikal bir programın yine farklı ve radikal bir dille/semboller bütünüyle anlatılmasının meyvesi olduğunu tekrar vurguluyorum. Bugün belki en çok ihtiyaç duyduğumuz şey de budur: Farklılaşmak, otantik olmak, bu amaçla gerekirse “geriye doğru ilerlemek”. “Geri” dediğime bakmayın; bunu, sadece bir yön tayini vermek açısından kullanıyorum. 1970’e yaklaştığımızda, 2030’lara ve sonraki yıllara da yaklaşmış olacak; yeniden “üçüncü” olmaya cesaret ettiğimizde, birinci olmaya, en azından yakın geçmişte olduğundan daha yakın olacağız. Bu, demokrasinin “uzlaştırıcı”; yani bir siyasal merkez inşa edip herkesi bu “merkeze” yaklaştırma tehlikesinin de çözümüdür.
Seçim zaferlerini, seçimden birkaç ay önce yapılan kapı taramalarının sonucu sanan sayısız insandan birisi de bendim; ancak seçmenlerin, her şeyden önce “sıradan insanlar” olarak kazanıldığını öğreten Türkiye’nin son 20 yılı, sembollerin dışında bir başka başarı kaynağı daha aramamız gerektiği ikazında da bulunur. Bu kaynak, sivil toplumdur, daha geniş bir ölçekte “günlük faaliyet”tir. Bizler, kendisini sosyal demokrat veya demokratik sosyalist olarak tarif edenler, zaten büyük ölçüde partilere bağlı, daha doğrusu tâbi hisseden kişiler değiliz; bana kalırsa, yapmamız gereken en gerekli ve yararlı iş de bu otonomiyi daha iyi biçimde kullanmaktır. Çok basit “ödevler” yerine getirmek; yardım faaliyetlerinde yer almak, günlük dertleri içinde bunalan tanıdıklarımıza dünya görüşümüzün çözümlerinden çıkan tavsiyelerde bulunmak, sembol ve değerlerimizi yaşatmak, bizimle aynı yönde yürüyen insanlarla temaslar kurmak, sosyal demokrat fikir ve pratikleri gündelik yaşamımızın en küçük parçalarında bile özümseyerek canlı, yürüyen bir “sosyal demokrasi örneği” hâline gelmek… Tek ve küçük bir hareketimiz, insanların kanaatlerine binlerce banknotun yakıldığı propaganda yangınlarından daha fazla ulaşabilir; aksini düşünmek bizleri, taleplerimizi ne kadar az savunduğundan yakındığımız “kurumsal siyasete” teslim olmak, dahası bir atalet ve teslimiyete sürüklenmektir ki bunun anlamı değerlerimizin bakımsız bir heykel gibi ortada kalmasıdır. Bu da daha iyisini isteyen bizler için, en büyük yenilgi olsa gerektir.
Bu yazı elbette bir buyruk değil; düşünmeye ve bazı şeyleri münazara etmeye yönelik bir tekliftir ama en başta da bir özleyişin ifadesidir: Eski günler daha güzeldi ve bugün, düne dönmedikçe, yarın gerçekten de farklı bir yarın olmayacaktır.