İVME Hareketi: Deprem, Barınma ve Yaşam Röportaj Serisi – Dr. Deniz Ay
“Yerelleşmenin toplumcu ve sosyalist değerler etrafında şekillenecek yaşam alanlarına imkân verebilmesi için hesap verebilirlik, şeffaflık ve kapsayıcılık ilkelerinin pratik karşılığını aramalıyız.”
6 Şubat Depremleri sonrasında başlatmak istediğimiz röportaj serisi kapsamında Türkiye’nin karşı karşıya olduğu çoklu kriz risklerini konu üzerine yeni bağlamlar getirebilecek uzmanlarla birlikte ele aldık. Özellikle; ekonomik kriz, eşitsizlikler, düzenlemelerin hak temeli ve ekolojik yaşamın bütünlüğü karşısındaki pozisyonu başlıkları üzerinden barınma politikalarının nasıl oluşturulması gerektiğini konuştuğumuz bu serimize katkı sağlayan herkese teşekkür ederiz.
İVME Hareketi: Türkiye’de barınma ve yaşam ilişkisine baktığımızda, başta deprem olmak üzere hemen her afet türünün insanı ve bütün canlı yaşamını adeta kurban ettiği bir resim çıkıyor karşımıza. Bütün tarihi süreçte en temelde gördüğünüz çarpıklıkları konuşarak başlayabiliriz isterseniz.
Deniz Ay: Afetlerin yaşam üzerindeki yıkıcılığını tarihsel süreçle birlikte anlayabilmek için bir kademelendirmeye gitmemizin yardımcı olacağını düşünüyorum. Bunun için de yıkımın deneyimlendiği mekanları ve bu mekanları üreten kurumsal süreçleri birlikte düşünmemiz gerekir.
En temel çarpıklık, ya da şöyle söyleyeyim, ‘çelişki’ nedir diye sorarak başlayalım: Sorun toprağa, piyasa ederine göre alınır satılır alelade bir ürünmüş gibi yaklaşan toplumsal ve kurumsal çerçevedir. Bunun teorik karşılığı metalaşmadır, ama basit bir ifadeyle toprağın araziye, arazinin arsaya dönüştürülebildiği oranda ‘değerli’ görüldüğü politik ve ekonomik tercihler bütünü kendi içinde devamlı çelişkiler üreten bir anlayıştır.
Peki, nedir bu çelişkiler? Toprağın kullanım amacına göre dönüşümünü, çok da geriye gitmeden düşünelim. Gecekondulaşma dediğimiz süreç nedir? Yapılaşmaya teknik olarak, yani altyapısı ve mevcut yerleşim birimleriyle nasıl ilişkileneceği planlanmadan, temel barınma ihtiyacını en basit ve günü kurtaracak şekilde karşılamak için inşa edilen yapıların mekânsal bir norm haline gelmesi. Pek çoğumuza, gecekondulaşma yalnızca büyük kentlerde gerçekleşmiş gibi gelse de aslında ülkenin geneline hâkim bir kentleşme süreci olarak karşımıza çıkıyor. Çelişki de burada başlıyor.
Tarımı sanayiye, kırı da kente feda eden bir kalkınma modeliyle yoğun bir göç dalgası yaşanırken yeni kentlilerin barınma ihtiyacını karşılayacak politikalar tercih edilmedi. Bu bir kamu politikasıdır, kamu maliyetlerini azaltma stratejisidir. Güvenli ve sağlıklı yaşam alanları planlanmadığı için insanlar kendi barınma ihtiyaçlarını kendi emeğini katarak karşılamak zorunda bırakıldı; arsa temini için de ya boş kamu arazileri ya da özel mülkiyet altındaki tarım toprakları kullanıldı.
2020’ler itibariyle artık bir arazi politikası enstrümanı haline gelmiş ‘imar afları’ da aslında temelde ilk gecekondu yerleşimlerinin emlak piyasasına katılması için tanımlanan bir mülkiyet transferini amaçlar. Yasal olarak var olmayan konutların ve yerleşim izni olmayan toprak ve arazilerin gerekli kamu yatırımları yapılmadan ve geriye dönük olarak normalleştirilmesidir ve bu sayede mülksüz kent yoksullarına bir servet transferi işlevi gördüğü için de plansız kentleşmeye toplumsal rıza üretilmiştir. Kısacası, barınma ihtiyacını karşılamayı bireysel bir sorumluluk olarak gören; güvenli ve sağlıklı yerleşimlerde yaşamayı satın alma gücüne bağlı bir lüks olarak kurgulayan ve bunu da mülkiyet hakkı üzerinden güvence altına almak dışında hukuki bir zemin üretmemiş politik tercihlerin sonuçlarını yaşıyoruz.
İVME Hareketi: Son yaşadığımız depremler ve felaketle sonuçlanan kayıplarımızın ardından iktidarın hızlı ve çok riskli olabilecek kararlar alarak yeniden yapılaşmaya giriştiğini gördük. İmar aflarından kararnameler ile bilimsellikten uzak plansız yapılaşma aşamasına geçilen bu birikim ve inşa modelinin son kararlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Deniz Ay: Afet sonrası, Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle alelacele atılan inşaat adımının işleyişi ve pratik sonuçlarını ele alalım. Aslında, bahsettiğim gecekondulaşma modeliyle örtüşen pek çok yanı olduğunu söyleyebiliriz.
Öncelikle bu kararnamenin olağanüstü hal ilanı kapsamında yayınlandığını hatırlayalım. Yani merkezi otoritenin, daha açıkçası Saray ve etrafındaki sermaye çevresinin ihtiyaçlarına en hızlı şekilde yanıt vermek üzere düzenlenmiş bir proje. Neden proje diyorum, çünkü en göze çarpan özelliği mevcut planlama ve toprak kullanımını düzenleyen mevzuatın tamamını yok sayan, üzerine basıp geçen bütünlükten ve tutarlılıktan uzak bir hamle bu.
Çok kısaca şunu hatırlatmak isterim. Planlama bir kamu politikasıdır ve en temel amacı da mülkiyeti kısıtlaması, düzenlemesidir. Yani bir araziye sahip olmanız ve o arazi üzerinde canınızın istediğini yapmanıza engel olmak için yapılmış düzenlemelerdir. Bu düzenleme ve kısıtlamalar da örneğin dere yatağındaki arazinize müteahhitle anlaşıp apartman dikmenize, ya da imara açılmamış tarım toprağınızda 3-5 konteynır atıp ekoturizm işletmesi açmanıza engel olmak içindir. Hangi arazide, hangi kullanımın, hangi standartlara göre gerçekleşebileceğinin kararıdır planlama. Yapılaşmanın, inşaatın da ötesinde, orman, zeytinlik gibi alanların piyasa dışında tutularak korunmasının da teminatıdır mekânsal planlama.
Ama tüm bu ekolojik, toplumsal ve ekonomik işlevlerine aldırmadan, farklı ölçeklerdeki planları yok sayan bir kamu otoritesi şu temel çelişkiyi yeniden üretiyor: Kamu yararının sermaye çıkarlarına eşitlenmesi. Gecekondulaşma modelinde olduğu gibi, altyapısını, diğer yerleşim birimleri ve toplumsal yeniden üretim süreciyle nasıl ilişkileneceğini planlamadan; kimsenin zorunda kalmadıkça yaşamak istemeyeceği yapılar üretmenin ötesine geçemeyecek bir girişimden ibarettir.
Burada antidemokratik bir dayatma söz konusu tabii ki. Ama bu dayatmanın da siyasi bir önceliklendirmeyle tercih edildiğini görmemiz gerekiyor. Toprağı rant odaklı kurgulayan bir modelde öncelik birikim aracı olarak toprağı yeniden piyasa döngüsüne sokmak olarak amaçlanıyor. Daha insanlar rüzgarda uçan, yağmurda su dolan, elektrik dahi verilmeyen derme çatma geçici barınma çözümlerine mahkum yaşam mücadelesi verirken, dağıtılan ihalelerin aciliyeti de temel girdisi toprak olan inşaat rantının yeniden dağıtılmasına yönelik.
İVME Hareketi: Türkiye’nin önünde çoklu riskler olduğunu kabul edebiliriz diye düşünüyoruz. Bunlar ekolojik riskler, deprem riski ve henüz derinliğini tam ölçemediğimiz ekonomik riskler. Bütün bunları ele aldığımızda; kısıtlı kaynakları da dikkate alarak ve yapılması gerekenleri önceliklendirerek, fiziksel ve sosyoekonomik dayanımı yüksek, kırılganlığı düşük, adaptif ve sürdürülebilir bir yaşam ve barınma-inşa kurgusunu nasıl oluşturabiliriz?
Deniz Ay: Tespitiniz oldukça yerinde. Evet, çoklu riskler söz konusu. Ama bu riskleri derinleştiren hatta çeşitlendiren mekanizma aslında aynı. Hatta bir adım daha ileri gidersek; bu riskler birbirini doğuran ve yeniden üreten süreçler bütünü. Bunun için bir örnek üzerinden gidelim: Hatay Havalimanı.
Depremde pistleri işlevsiz hale geldiğinden kente yardım ulaşmasını günlerce geciktirerek binlerce insanın kurtarılma şansını ortadan kaldırdığını biliyoruz. Bu ölüm üreten süreç 1970’lerde Amik Gölü’nün kurutulmasıyla başlıyor. Orada yaratılan ekolojik yıkıma şu an girmiyorum bile. Zaten yapılaşmaya uygun olmayacak göl yatağı aynı zamanda yüksek deprem riski taşıyor. Yani toprak olarak kalsa kimseye bir zararı olmayacak bir alan uzmanların ve sivil toplum kuruşları ile ilgili meslek örgütlerinin tüm itirazlarına rağmen oldukça da yüksek maliyetlerle araziye ve sonra da havalimanına dönüştürülüyor. Antakya’nın yerle bir olan mahalleleriyle bu yıkıma müdahale edebilecek ekiplerin bölgeye ulaşmasına engel olan havalimanını üreten süreçlerin birbirinden bağımsız olduğunu düşünebilir miyiz?
Saydığınız riskleri sistematik bir şekilde derinleştiren ortak bir mekanizmadan söz edebiliriz demiştim. Bu tespit, tutarlı bir politik hat çizmek için de bizim için son derece önemli ve aslında buna iyi haber diyebiliriz.
Büyüme odaklı kentleşme modelinin yarattığı kırılganlıkların adını koymak durumundayız: Hem ekonomik büyüme hem de mekânsal büyümeden söz ediyoruz aslında kentleşme/ kent planlama üzerinden düşündüğümüzde. Kırı tüketen, ekolojik sınırları yok sayan ve hatta düşük maliyetli üstünkörü müdahalelerle bu sınırları yok edebileceğini varsayan bir büyüme modeli bu. Peki bu modelin temelinde ne var? Yine geldik, özel mülkiyete.
Bunu söylerken, özel mülkiyet ortadan kalmadan kırılganlığı düşük sürdürülebilir bir yaşam inşa edemeyiz demek istemiyorum tabii ki. Ama özel mülkiyet üzerinden tanımlanan ayrıcalıkların toplumsal eşitsizlikleri yeniden üretmedeki rolünü ve mülkiyetten doğan imtiyazları düzenleyecek mekanizmaların sorgusuz sualsiz işler hale getirilmesi gibi bir politik hattın zorunluluğundan bahsedebiliriz. Planlama bunu mekân kullanım üzerinden yapar, vergi kazanç üzerinden yapar.
Yaygın olarak kabul gören sürdürülebilirlik anlayışındaki temel çelişkiyi de görmek durumundayız. Sanki, ekolojik-ekonomik-sosyal sürdürülebilirlik gibi birbirinden bağımsız da var olup ulaşılabilecek 3 boyut varmış da, biz de bu üç soyut kümenin kesişimini hedeflemeliymişiz gibi bir anlayış uluslararası kalkınma sektöründe de çok kabul gören bir yaklaşım. Buna yazında ‘zayıf sürdürülebilirlik’ deniyor. İlla sürdürülebilirlik kavramını kullanacaksak; toplumsal ilişkiler dışında bir ekonomi olmadığını, ekolojik sınırlardan azade bir toplum ve ekonomi olamayacağını artık kabul etmek zorundayız. Yani üç kümenin kesişimini değil; ekolojik sürdürülebilirliğin birincil koşul olduğu bir sosyal sürdürülebilirlik ve bu ikisinin doğal bir sonucu olacak ekonomik sürdürülebilirlik anlayışının yerleşmesi gerekiyor.
Hatay Havalimanı örneğine geri dönersek, ilk ihlal edilen ekolojik sınırlardı; yardım beklerken yaşadığımız kayıplar, toplumsal yıkım. Ancak, bir sonraki afette tekrar patlayana kadar şimdilik tamir edilmiş pistlere inşaat sektörü açısından bakarsanız, yapım-yıkım-yeniden inşa döngüsü sayesinde sürdürülebilir kârlılık anlamına geldiğini söyleyebilirsiniz.
İVME Hareketi: Yine son depremlerden sonra gördük ki Türkiye Büyükşehir Belediye Kanunu (bütünşehir uygulamaları) ve birçok başka yasal değişiklikle yerelleşmenin güçleneceği bir aşamaya geçeceği iddia edilirken tam tersini yaşadı. Hantallığı bırakın tek bir ağızdan çıkacak söze bakan buyruk ile tıkanmış bir merkeziliğe mahkum edildik. Siz bunun tam tersine konulabilecek toplumcu, demokratik ve sosyalist bir yerelleşme modelini tahayyül edebiliyor musunuz?
Deniz Ay: Yerelleşmenin kurumları ve kuralları nasıl belirlendiğine bağlı olarak farklı sonuçlar doğuran bir süreç. Örneğin, demokratik karar alma mekanizmaları, idari kapasiteleri güçlenmeden ve mali özerklik sağlanmadan merkezden yerele yetki ve sorumluluk aktarımı, belediye faaliyetlerinde piyasalaşmayı ve taşeronlaşmayı doğuruyor. Yani yerelleşme tartışması yürütürken nasıl bir yerelleşmeden bahsettiğimizi netleştirmek gerekiyor. Bir de tabii büyükşehir belediye kanununda olduğu gibi, örneğin ilçe belediyelerinin yetkilerinin bir kısmını büyükşehir belediyesine aktarmanın da yerelde merkezileşme olduğunun söyleyebiliriz.
Demokratik mekanizmaların güçlenmesinden kastımda da mahalle ölçeğinden başlayarak kendi yerelliğinde belli kararlar ve politik pozisyon alabilmekten bahsediyorum. Örneğin son yıllarda çok sık duymaya başladığımız bir yerel yönetim önceliği olarak “katılım” kavramının içini demokratik değerlerle nasıl doldurabileceğimizi konuşmalıyız. Alınmış kararları bir halk toplantısı düzenleyip, bir sunum yapıp anlattığınızda bir çeşit imaj çalışmasından fazlasını yapmış olmazsınız. Ancak yapılacak bir imar değişikliğini halk referandumuna tabi tutarsanız hem süreci politize ederek konuyu şeffaflaştırırsınız, hem de imarın yaşam alanlarına direkt etkisi konusunda insanların sorumluluk almasına olanak tanırsınız.
Depreme geri dönersek, hem karar alma süreçleri hem de idari organizasyon açısından merkezileşmenin yıkıcı etkilerini, afet riskini azaltmak için yapılabilecekler ile kriz anında acil durumlara müdahale kapasitesinin körelmesi konuları üzerinden tekrar gördük. Mesela, AFAD kapasitesinde hazırlanan İl Afet Risk Azaltma Planlarını incelediğimizde depremde en ağır hasar alan kentlerimizin risklerini detaylı ve net bir şekilde ortaya koyulduğunu, bilindiğini söyleyebiliyoruz. Ancak bu kritik ve yaşamsal bilgi, pratikte acil eylem planlarına dönüşmüyor; seferberlik ciddiyetiyle harekete geçilmiyor/geçilemiyor. Çünkü bunun bir kurumsal altyapısı yok. Bu çalışmaları yapabilme kapasitesi ve teknik donanımında bir AFAD, liyakatsizlik söylemini de boşa düşürüyor ve alınmayan her önlemin politik bir tercih olduğunu gösteriyor.
Yerelleşmenin toplumcu ve sosyalist değerler etrafında şekillenecek yaşam alanlarına imkân verebilmesi için hesap verebilirlik, şeffaflık ve kapsayıcılık ilkelerinin pratik karşılığını aramalıyız. Hesap sorabilmek için örgütlülük, planlama ve karar alma süreçlerini şeffaflaştırmak için göstermelik olmayan katılımda ısrar edilmeli. Kapsayıcılık içinse, kendimizi her gün yeniden üretebilmek için zaruri olan kaynaklara satın alma gücünden bağımsız olarak hepimizin erişebilmesini hedeflemeliyiz. Bu temel kaynakların barınma, bakım, sağlık, gıda olduğunu düşünürsek de toplumcu ve sosyalist yerelleşmenin önündeki hedefleri de somut bir bicimde belirleyebiliriz. Bu da aslında toplumsal yeniden üretim sürecini hem kırda hem kentte, doğaya rağmen değil doğayla birlikte ele alarak mümkün olabilecek bir politik hat belirlemekten geçiyor.
“Nitelikli konutlarda barınma ihtiyacını, bakım ihtiyacını, gıdaya erişimi kâr odaklı piyasa ilişkisi dışına nasıl çekebiliriz?” gibi soruları yerel ölçekte de sormaya ve bu doğrultuda politikalar üretmeye başladığımızda kamucu bir yerelleşmenin yolunu açarız.
İVME Hareketi: Kent kimliği, dokusu, yaşamın sürekliliği ve felaket kapitalizmi gibi odaklar oluşacak önümüzdeki süreçte. Türkiye gibi kaynak ve projelendirme gibi olguların çoğu süreci gölgelediği bir ülkede felaket kapitalizminin; kentlerin kimliklerini, insanların ve doğanın haklarını ihlal edeceğini ön görebiliriz. Bunun karşısında kentleri ve kırsalı nasıl kendi kimlikleri içinde koruyabilir ve adil şekilde inşa edebiliriz?
Deniz Ay: Aslında bu sorunların önümüzdeki süreçte oluşacağını söylemek şimdiye kadar verilen mücadeleye haksızlık olacağı gibi önümüzde duran enkazı da hafife almak olur. Daha önce pandemi sürecinde de çok dile getirilen bir tespit olarak, afetler süregelen krizleri ve eşitsizlikleri daha da görünür kılar ve derinleştirir. Deprem de böyledir. Depremden ne kadar etkilenildiği de hayatta kalanların yıkımla baş etme kapasitesi de büyük ölçü de sınıfsal izler taşıyor. Bu sınıfsal izler de aslında sorunun kaynak eksikliğindense mevcut kaynakların eşitsiz dağılımıyla ilgili olduğunu gösteriyor bize.
Sorunları ortaya koymak elbette çok önemli ama artık somut ve radikal adımlar atmak için yeni politikalar geliştirmek ve büyük çaresizliğimiz haline gelmiş ezberleri terk etmek zorundayız; keyfi imar değişiklikleri, özünde kamuya karşı işlenmiş bir suç olan imar ihlallerinin afları, toprağı araziye ve araziyi arsaya dönüştürme iştahının can yakan bedellerini hiç unutturmamamız gerekiyor. Yeni alanları imara açmayı gerektirecek ve ekolojik sınırları yok sayan, bilimsellikten uzak düşük yoğunluk romantizmine düşmeden, yerleşim alanları içinde bulunan atıl alanlar ve boş tutulan konutları değerlendirecek adımlar atılmalı.
Ekolojik ve toplumsal gerçeklikten kopuk ütopyaların peşine düşülmemesi için biriktirdiğimiz öfke ve çaresizlik duygularını örgütlü politik mücadeleyle somut kazanımlara dönüştürmenin tek alternatifimiz olduğunu düşünüyorum.