Gündem

İVME Hareketi: Deprem, Barınma ve Yaşam Röportaj Serisi -Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi Yönetim Kurulu

“Gecekondulaşma ve imar aflarıyla başlayan çatlak; sermaye, rant ve siyaset üçgeninin palazlanmasıyla yaşam alanlarımızı yutmuş, finansallaştırmış, eşitsizlikleri büyütmüş, salt yatırım alanları haline getirmiştir.”

6 Şubat Depremleri sonrasında başlatmak istediğimiz röportaj serisi kapsamında Türkiye’nin karşı karşıya olduğu çoklu kriz risklerini konu üzerine yeni bağlamlar getirebilecek uzmanlarla birlikte ele aldık. Özellikle; ekonomik kriz, eşitsizlikler, düzenlemelerin hak temeli ve ekolojik yaşamın bütünlüğü karşısındaki pozisyonu başlıkları üzerinden barınma politikalarının nasıl oluşturulması gerektiğini konuştuğumuz bu serimize katkı sağlayan herkese teşekkür ederiz.

Deprem, Barınma ve Yaşam röportajları serisinin ikincisinde Şehir Planlama Odası Ankara Şubesi Yönetim Kurulu ile yapmış olduğumuz aşağıda yer alan röportajın cevap kısımlarında kurum adı ŞPO Ankara olarak kısaltılarak kullanılmıştır.

İVME Hareketi: Türkiye’de barınma ve yaşam ilişkisine baktığımızda, başta deprem olmak üzere hemen her afet türünün insanı ve bütün canlı yaşamını adeta kurban ettiği bir resim çıkıyor karşımıza. Bütün tarihi süreçte en temelde gördüğünüz çarpıklıkları konuşarak başlayabiliriz isterseniz. 

ŞPO Ankara: Bir arada yaşamda ve yaşam alanlarında kurallar hep olmuştur. Konjonktürel bağlamda yapısal farklılıklardan bahsedebilecek olsak da kentler binlerce yıldır biçim ve anlam değiştirerek var olmuşlardır. Tarihsel olarak iktidar, birikim, hegemonya, kontrol edilebilirlik gibi amaç ve kodlarla meydana çıkan kentlerde de yine bu amaç ve kodlara dayalı kurallar bulunmaktaydı. Yani dönem ne olursa olsun kentte yaşamanın ve bulunmanın belirli kuralları vardı. Bunlardan en önemlisi de Roma hukuku ile birlikte malikin mülk üzerindeki tasarruflarını sınırlandıran kamu yararı kavramı idi. Yani yaşam alanındaki müdahalelerin genelin yararı adına denetleniyor olmasıydı.

Tarih ve yer bağlamında değerlendirildiğinde kentlerin yönetimi ve planlanması da eşzamanlı gelişim gösteriyor. Modern kent planlamanın bir bilim alanı haline gelmesi de sanayi devriminin yarattığı endüstri kentleri ile paralellik gösteriyor. Ülkemizde de Cumhuriyet ve devamındaki kalkınma politikaları da kamu imkanlarının seferber edilmesiyle sanayi atılımlarına paralel -Ankara örneğinde olduğu gibi- modern kentler planlanıyor. Bu girişimlerin etkisiyle ve -burada detaylarına girmeye lüzum olmayan, birçoğu da genel olarak bilinen- bazı sebeplerle başlayan göçlerle, birçok kentte planlamanın öngöremeyeceği bir şekilde nüfus artışları yaşanıyor. Barınmanın önemli bir toplumsal sorun haline gelmesi de ülkemizde böyle başlıyor. 

Bu barınma ihtiyacına bireysel bir çözüm olarak gecekondular, kendileriyle birlikte aynı zamanda yeni ve daha büyük kentleşme problemleri yaratıyor. Kapsamlı planlama çalışmalarıyla ele alınması gereken bu sorunlara, karar vericiler tarafından -ve seçimlere odaklı olarak- imar afları ve imar haklarıyla çözüm sunuluyor. Yap-satçılık, kat karşılığı konut, arsa yatırımları gibi sermaye araçlarıyla konut sunumu tamamen piyasanın eline terk edilirken, aynı zamanda siyaset-rant-sermaye ilişkisi de somut olarak kurulmuş oluyor. Bu ilişki bugünkü siyasal iktidarın da varlığının ve giderek güçlenmiş olmasının en önemli unsuru olmuştur. Hemen hemen tüm politikaları ve söylemleri bu ilişkiyi beslemeye yönelik olmuştur.

Kentsel rantın adaletsiz dağılımı, aflar ve siyaset-rant-sermaye üçgeninde dağıtılan imar haklarının geldiği hoyrat formu ise 2018’de imar barışı adı altında sunulan kanun maddesi değişikliği idi. Yaşam alanlarımızda kamu yararını tesis edebilmenin yegane aracı olan planlamanın yasal dayanağı olan 3194 sayılı Kanun maddesinde yapılan ve neredeyse kanunun diğer tüm hükümlerinin de içini boşaltan bu değişiklik, “Yapının depreme dayanıklılığı ve yapının fen ve sanat norm ve standartlarına aykırılığı hususu yapı malikinin sorumluluğundadır.” maddesi ile de devletin görev ve sorumluluklarını da vatandaşa yüklemiş, adeta terk etmiştir.

Bu koşullarda, afet risklerini değerlendiren ve ona göre hazırlanan bilimsel planlama çalışmalarından ve  kentleşme politikalarından, öngörülebilir bu kayıpların engellenebileceğinden bahsetmemiz ise maalesef mümkün değil. 

Sorunuzdaki afet türleri tamamen bilinen ya da öngörülebilir ve önlem alınabilir olan doğa olaylarıdır. Ancak siyasal iktidar tarafından, tarihte hiç görülmemiş miktarda olan yağışlar sebep gösterilmekte, asrın felaketi gibi kelime oyunlarından bahsedilerek ‘kader’ kisvesi altında sunulmakta, siyasal iktidarın ihmalleri ve hataları -dolayısıyla suçları- gizlenmeye çalışılmaktadır.

Dolayısıyla gecekondulaşma ve imar aflarıyla başlayan çatlak; sermaye, rant ve siyaset üçgeninin palazlanmasıyla yaşam alanlarımızı yutmuş, finansallaştırmış, eşitsizlikleri büyütmüş, salt yatırım alanları haline getirmiştir. 

İVME Hareketi:  Son yaşadığımız depremler ve felaketle sonuçlanan kayıplarımızın ardından iktidarın hızlı ve çok riskli olabilecek kararlar alarak yeniden yapılaşmaya giriştiğini gördük. İmar aflarından kararnameler ile bilimsellikten uzak plansız yapılaşma aşamasına geçilen bu birikim ve inşa modelinin son kararlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

ŞPO Ankara: Kamu yararının ve kentleşmenin içini boşaltan siyasal iktidar, bu sürecinin doruğuna ulaşmış, deprem sonrasındaki olağanüstü koşulları kullanarak yeniden inşa sürecinde tüm bilimsel ve yasal dayanakları iptal etmenin bir yolunu bulmuştur. Teknik analizler ve planlama süreçlerinin olmadığı, şeffaflık ve sorgulanabilirlikten uzak, bizzat depremden doğrudan etkilenen vatandaşların dahi katılım sağlayamayacağı, doğrudan yaşamına, evine ve kentine yapılacak müdahalelere itiraz dahi edemeyeceği bir kararname ile bir anda tarlaların ortasında birkaç dozer ve kamyonla da bu durum ve iddialarının içi boş olduğu bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır. 

Aynı zamanda yer hareketlerinin henüz bitmediği ortada. Artçı depremlerin hala sürdüğü bir zeminde inşaat yapılmaması gerektiği hakkında uzmanların ve meslek örgütlerinin uyarılarına da kulak verilmemekte. Hatta deprem bölgesindeki yerel yönetimlerin ve kamunun kendi bünyesindeki uzmanların dahi merkezden kapalı bir şekilde yürütülen bu süreçten haberlerinin olmadığını biliyoruz.

GYODER’le yapılan bir toplantı sonunda yeniden yapılaşma süreçleri hakkında sunulan bu çözümle, deprem bölgesindeki yeniden inşa süreci de siyasal iktidarın bugüne kadar çalıştığı sermaye gruplarının yatırım alanı olarak değerlendirilmiştir. 

15 milyon vatandaşımız depremden doğrudan etkilenmiştir. Yaşadıkları can kayıpları, yaralanmalar ve travmaların yanında evleri, işyerleri, gündelik hayatları yok olmuştur. Tüm bu insanlara yaşam alanı sunmak için siyasal iktidarın iddia ettiği, anlamsız yerlerde salt konuttan ibaret projeler ve sayıların bir gerçekliği yoktur. Sadece bu sayılarda birkaç yıl içinde konut üretebilmesi bile başlı başına ülke tarihinde bugüne kadar duyulmamış büyüklükte bir mega proje olabilir ancak. Sürecin seçimlerle çakışıyor olması nedeniyle, ‘yeniden inşa’ diye iddia edilen şeyin sadece gösterilen üç boyutlu modeller ve dağınık inşaat çalışmaları ile, çok büyük sayılar zikrederek, ‘çalışmaya başlamış olma’ algısı yaratma amacı taşımaktadır.

İVME Hareketi: Türkiye’nin önünde çoklu riskler olduğunu kabul edebiliriz diye düşünüyoruz. Bunlar ekolojik riskler, deprem riski ve henüz derinliğini tam ölçemediğimiz ekonomik riskler. Bütün bunları ele aldığımızda; kısıtlı kaynakları da dikkate alarak ve yapılması gerekenleri önceliklendirerek, fiziksel ve sosyoekonomik dayanımı yüksek, kırılganlığı düşük, adaptif ve sürdürülebilir bir yaşam ve barınma-inşa kurgusunu nasıl oluşturabiliriz?

ŞPO Ankara: Bu temel, yapısal bir problemin bir parçası ve uzantısı, bunun için kısa bir reçete sunmamız elbette mümkün değil. Ancak Odamızın yıllardır sürdürdüğü mücadele tam da bu amacın gerçekleşebilmesine engel olan, hatta aksi yönde olan, zarar veren müdahalelere karşıdır.

Elbette kurabiliriz. Buna kabiliyetimiz var ve açıkçası yaşamak için de artık bir zorunluluk. Bunun için bilimsel ve demokratik bir yönetim anlayışı en önemli koşul diyerek bunu bir kenarda bırakıyoruz.

Yaşam alanlarımızdaki risk türlerini ve düzeylerini belirleyerek müdahale biçimlerini oluşturmak, finansal, mekansal ve kültürel kısıtlarımız doğrultusunda bu müdahaleleri önceliklendirmek gerekli. Bu çalışmaları gerçekleştirebilecek mekanizmaların yasal ve kurumsal altyapıları oluşturulmalı, bunun merkezi ve yerel ayakları ve eşgüdümü sağlanmalı. 

Sorunuzdaki kurguyu, Bozkurt İlçesinde yaşanan felaket örneği üzerinden düşünelim. Kısıtlı yerleşilebilir bir alan olduğu için dar bir vadide ormana, tarım alanına ya da çoğu zaman taşkın alanlarına yayılmış, Bozkurt ilçesine benzer yapıda olan onlarca yerleşimimiz var. Taşkın Eylem Planlarının hepsinde taşkın alanları ve yapı ölçeğinde nerelerin taşkından etkilenebileceği dahi tespit edilmiş durumda. 

Taşkın alanları içinde maalesef ilk can kayıpları bodrum ve sonra giriş katlarda yaşanmakta ya da zemin veya yanlış tekniklerle yapılan inşaatlar sonucu yapı doğrudan yıkılmaktadır. Risk belli, acil müdahale edilmesi gereken konular ortada. Bir taraftan hem buna yol açan hem de bunun çözümü olan ekoloji ve kent ilişkisi -su ve toprak ilişkisi, hidroloji, bu konuda iklim değişikliği uyum kapsamında birçok çalışma ve uygulama mevcut- yeniden kurulur, doğal süreçlere yapısal çözümler aranırken aynı zamanda acil müdahale edilmesi gereken riskli zeminlerin ve yapıların tespiti ile bodrum ve giriş katlarının mesken, ticari ya da depo kullanımlarına yasaklanması, kör duvarlar şeklinde kapatılması, buradaki insanların ise hiçbir hak kaybı yaşamadan benzer şekilde yaşamlarını sürdürebilmelerinin finansal, sosyal ve mekansal modeller üretilerek dönüşüm modellerinin üretilmesi gereklidir. Birçok sorun ve değişkenin değerlendirilmesi gerekli, ancak bu örnek çözümler genel, hızlı bir değerlendirmeyle bile kendilerini gösterebiliyor.

Sürdürülebilir, insanca bir yaşam mümkün. Yüzlerce akademik çalışma, uzman ve meslek insanımız ve uluslararası örnekler var. Bu yaşam alanlarını kurabilmek için tek ihtiyacımız bilime kulak veren ve yaşamı odağına alan bir yönetim anlayışıdır.

İVME Hareketi: Yine son depremlerden sonra gördük ki Türkiye Büyükşehir Belediye Kanunu (bütünşehir uygulamaları) ve birçok başka yasal değişiklikle yerelleşmenin güçleneceği bir aşamaya geçeceği iddia edilirken tam tersini yaşadı. Hantallığı bırakın tek bir ağızdan çıkacak söze bakan buyruk ile tıkanmış bir merkeziliğe mahkum edildik. Siz bunun tam tersine konulabilecek toplumcu, demokratik ve sosyal bir yerelleşme modelini tahayyül edebiliyor musunuz? 

ŞPO Ankara: Güçlü yerel yönetimler ve tabandan belirlenen merkezi politikalar elbette bugün hala bir model olarak geçerliliğini korumakta. Ancak, biz tam tersini yaşadık, yaşıyoruz. 

Özellikle planlama yetkisinin yerel yönetimlere verilmesiyle güçlenen yerel yönetimlerin neredeyse hepsi rantın ve yolsuzluğun yeni birer odağı oldular. Sermaye, rant, siyaset üçgeni ile kurulan yapı yerel yönetimler vasıtasıyla da güçlendi ve kılcallaştı, yayıldı. Planlama bilimi, şehircilik ilke ve esaslarının dikkate alınması gerektiği sadece bu afet anlarında konuşuldu. Yaşanılan felaketlere rağmen, daha sonrasında yerel yönetimlerce, imar haklarının artırılması kentlerin ve yaşayanların refahının sağlanması için adeta tek koşul olarak kabul gördü yıllardır. Yerel yönetimlerde bir hafıza oluşturamama ve bilinçli bir unutkanlık sözkonusu.

Devletin hantallığı sürekli eleştirilir, karikatürize edilirdi. Mevcut siyasal iktidarın karar alma süreçlerinde ‘hızlı olmak ve devleti şirket gibi yönetmek’ amacıyla bürokrasi, katılımcılık ve bilimselliği terk etmesinin ve merkezileşmesinin bir parçası olarak kararlarda önemli birer paydaş olması gereken yerel yönetimlerin da katkısı olmadı, olamadı. Sadece yerel yönetimler değil, son deprem örneğinde gördük ki olay gerçekleşir gerçekleşmez görev ve sorumluluğu kapsamında ne yapacağı belli olan ordu ve Sağlık Bakanlığı gibi en köklü kurumlar dahi talimatsız iş yapamaz hale gelmiş. 

-Her ne kadar bugünkü koşullarda radikal bir öneri gibi görünse de- planlamanın kamu eliyle yapılması, üretilen rantın kamuya ait olması, dolayısıyla özel çıkarların söz konusu olamayacağı koşullar yaratacaktır. Örneğin bu koşullarda, ev, yuva olması gereken konutların bir yatırım aracı olamayacağı aşikardır. Aslında olması gereken, bizim savunduğumuz, planlamanın özü tam da bu. Yerelleşme kamu yararı doğrultusunda yerel toplumun ihtiyaçlarının karşılanması ve kamu kaynaklarının verimli kullanılarak yaşam alanlarının geleceğine yön verilmesi ile sağlanabilir. Bu doğrultuda yeni bir yerelleşme modeli oluşacak iktisadi değer ile birlikte sosyo kültürel değerler de toplumun tamamına ait ve üzerinde yerel paydaşların söz hakkı olmasıdır. 

İVME Hareketi:  Kent kimliği, dokusu, yaşamın sürekliliği ve felaket kapitalizmi gibi odaklar oluşacak önümüzdeki süreçte. Türkiye gibi kaynak ve projelendirme gibi olguların çoğu süreci gölgelediği bir ülkede felaket kapitalizminin; kentlerin kimliklerini, insanların ve doğanın haklarını ihlal edeceğini ön görebiliriz. Bunun karşısında kentleri ve kırsalı nasıl kendi kimlikleri içinde koruyabilir ve adil şekilde inşa edebiliriz?

ŞPO Ankara: Cumhuriyetin kuruluşunda kurulan Şeker, Tekel, Sümerbank fabrikalarının bulunduğu alanlara bakıldığında, hem kenti hem kırsal alanı eğitim, sağlık ve kültürel anlamda çokça ileri taşımış, modern bir toplum yaratarak refah düzeyini artırarak bu bölgelerin kimliklerini, hafızalarını korumuş ve geliştirmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı da uzunca bir dönem buna yönelik çalışmaları yürütmeye çalışan önemli bir kurumdu, bugün böyle bir kurum da böyle bir yaklaşım da yok maalesef. Bugüne kadar gerçekleştirilen özel çıkarlar ve noktasal müdahalelerin terk edilerek, yatırımların ülke ve bölge bütününe yayılmasıyla başlanmalı ve bunlar tıpkı bu örnekler gibi salt ekonomik yarar değil aynı zamanda birer sosyal kalkınma hamleleri biçiminde de olmalıdır. Kenti ve kırı ekonomik, sosyal ve kültürel olarak daha üretken kılan, günümüz sorunları ve planlama yaklaşımları ve araçları ile iklim krizi etkilerini azaltan ve bu etkilere uyumlu bir mekansal gelişim stratejisi izlenmelidir. 

Bu noktada planlama, tüm kaynak ve yatırımların sosyal, tarihi, kentsel ve ekonomik en verimli haliyle değerlendirilebilmesinin stratejilerinin oluşturulması ya da bu stratejiler sonucu bu yatırımların belirlenebilmesi ve nihayetinde mekansal, somut kararlara dönüşebilmesinin sağlanmasıdır. Bunun yolu ise eşitlikçi, demokratik bir model ve toplumcu politikalardır.

Bu politikaların merkezi yönetimden yerel yönetimlere kadar sirayet etmesi ve denetlenmesi gerekir. Bu politikalar doğrultusunda nitelikli, yaşanabilir, adil ve insan ölçeğinde kentlerin geleceğini planlanması elzemdir. Aynı zamanda, güvenli alanların oluşturulması, yitirilmiş doğal ve tarihi değerlerin yeniden kazanılması, tektipleşen kent kimliklerininin yeniden gün yüzüne çıkarılması, salt tüketen değil aynı zamanda üreten kentlerin kurgulanması da planlama ile birlikte yürütülmesi gereken disiplinler arası bir süreçtir. Tartışma zeminlerinin oluşması ve ortaya çıkan bilgi ve çözümlerin sınanması gerekmektedir. Özellikle afet bölgesindeki kentlerde planlama ve şehircilik işi salt kısa süreli ve yer seçimine indirgenmiş durumdadır. Bunun aksine afetlere karşı güvenli ve dirençli kentler, güvenli alanların yer seçimi ile birlikte kentlerin tarihi referanslarının, özgün kimliklerin ve yere ait bilginin korunması, kentin akslarının ve sürdürülebilir ulaşım sistemlerinin tasarlanması, yeşil alanlar sistemlerinin kurgulanması, bölge-kent-kır ilişkisinin kurulması da yine özellikle bu kentlerde sürekli bir planlama faaliyetinin sağlanması ile oluşturulabilir. 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu