Gündem

İVME Hareketi: Deprem, Barınma ve Yaşam Röportaj Serisi – Sinem Yıldız

“Planlamanın kamu tarafından yapılması, oluşacak kentsel rantın yine halka aktarılması gibi çözümlerin radikal olduğunu söylemek; bu deneyimlerimizi görmemek olacaktır. Yine burada “kamu” kavramının ele alınması gerekir çünkü muktedirler bu kavramın içini istediği gibi doldurmuştur.

6 Şubat Depremleri sonrasında başlatmak istediğimiz röportaj serisi kapsamında Türkiye’nin karşı karşıya olduğu çoklu kriz risklerini konu üzerine yeni bağlamlar getirebilecek uzmanlarla birlikte ele aldık. Özellikle; ekonomik kriz, eşitsizlikler, düzenlemelerin hak temeli ve ekolojik yaşamın bütünlüğü karşısındaki pozisyonu başlıkları üzerinden barınma politikalarının nasıl oluşturulması gerektiğini konuştuğumuz bu serimize katkı sağlayan herkese teşekkür ederiz.

İVME Hareketi: Türkiye’de barınma ve yaşam ilişkisine baktığımızda, başta deprem olmak üzere hemen her afet türünün insanı ve bütün canlı yaşamını adeta kurban ettiği bir resim çıkıyor karşımıza. Bütün tarihi süreçte en temelde gördüğünüz çarpıklıkları konuşarak başlayabiliriz isterseniz.   

Şehir Plancısı Sinem Yıldız: Konuyu “bütün tarihi süreç” olarak isimlendirdiğiniz geniş kapsamdan ele almak; tam anlamıyla her dönüm noktasını aktarmak mümkün olmayacaksa da, bugünü daha iyi anlamak için bu ölçeğe dair birkaç kelam etmek yerinde olacaktır. Şunu kastediyorum aslında; barınma ve yaşam ilişkisine baktığımızda, son yıllarda etkisini yıkıcı bir biçimde hissettiren barınma ve konut krizi de, Türkiye’nin güneyinde ve Ege Bölgesi’nde yaşanan yangınlar da, Van Depremi, Elazığ Depremi, İzmir Depremi, Kahramanmaraş Depremi ve sel felaketleri de, koronavirüs pandemisi de bu geniş kapsamda ele
alınacak kurumsal ve örgütlenmiş bir sorunun patlama anlarıdır; yani yapısal bir sorun olan kapitalizmin
hayatın her yerini kaplayan çatlaklarından taştığı kriz anları. Aslında çarpıklık olarak ifade edilen bu
anlar, kapitalist üretim ilişkilerinden doğan çelişkilerdir. Dolayısıyla karşı karşıya kaldığımız bu
felaketleri sorun ve kriz ikiliğinde açıklamak, kaynaklarını belirlemek ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi
analiz etmek, çözüm yollarını ararken de bize bir yol çizecektir.

Kapitalist üretim ilişkileri önce toprağı, sonrasında üzerinde inşa edilen yapıları ve hem bu yapılı çevre
içerisinde hem de ekolojik alanlarda ortaya çıkan her türlü canlının yaşamını parasallaştırmaktadır.
Sanırım anlamı bu ifade ettiklerime çıkan yüzlerce farklı cümle kurulmuştur daha önce. Ama biraz da
karikatürize ederek bunun işleyişini, hem yerel hem merkezi düzeyde kurumsallaşmasını ve bu yönde
geliştirilen projeleri bir kez daha özetlemek isterim. “Kırı kente kırdırmak” şiarı üzerinde yükselen
kapitalizm -yarattığı kır/kent çelişkisi ile- 16. yüzyıldan başlayarak kırda yaşayan nüfusu
mülksüzleştirmiş, kent mekanına göç etmeye zorlayarak da işçileştirmiştir. Zira kentteki sanayi üretimi
için ucuz işgücüne ihtiyaç duymuştur. Bu dönemin barınma ve yaşam ilişkisine baktığımızda,
işgücünün her anını değerlendirmek için fabrikaların çevresinde oluşan işçi mahalleleri karşımıza çıkar.
Çoğu zaman bir kanalizasyon sistemi bile bulunmayan yerleşim alanlarında işçilerin tek hareketi evden işe, eğer görece daha iyi koşullarda iseler kendi kurdukları sosyalleşme alanlarına gitme şeklindedir.

Türkiye’ye geldiğimizde ise karşımızda benzer bir hikayenin kendi özgünlükleriyle beraber “buralı”
olanını görüyoruz. Özellikle 1950’lerde başlayan birikim modeli, kırı önceleyen politikalarıyla tarımda
ihracatı sağlamayı amaçlamıştır. Ancak bu modernizasyon süreci, kırda ihtiyaç fazlası emek gücü
yaratmış, kentlerde biriken “emek fazlasının” sorunlarına kör kalmış bir planlama sürecini
oluşturmuştur. Kente göç edenlerin barınma sorunu ile ilgilenmeyen devlet, yurttaşların kendi
yöntemleri ile inşa ettiği gecekondu alanlarını uzunca bir süre görmemiş, enformal sektörün
gelişiminden ise deyim yerindeyse memnun kalmıştır.

Hepimizin bildiği gibi, 1980’lerde neoliberal birikim biçimi olarak yeni bir evreye geçtik. Yaşamlarımız
ve kentlerimiz için ne ifade ediyordu bu süreç? TOKİ’nin kurulduğu yılları ve yıllar içinde geniş
yetkilerle donatılarak gün sonunda konutu tamamıyla bir metaya çeviren sürecin başlangıcını ifade
ediyor. Büyük yatırım projelerinin kente girmesini ifade ediyor. Kent merkezlerinin “turistleşerek”
kamusal hizmetlerin özelleşmesini, dolayısıyla özel üniversite, hastane gibi yapılan pıtrak gibi
kentlerin dört bir yanını sarmasını ifade ediyor. Tüm bu mekan kurgusunun içinde yurttaşın bir kukla
gibi “oynatılacağı”, emek sömürüsüne her zaman olduğundan daha fazla maruz kalacağı, borç
döngüsünden çıkamayıp makbul biçimde yaşayacağı bir yaşam tahayyülünü ifade ediyor. Yapı
denetiminin özelleştirilmesini, meslek odalarının yetkilerinin elinden alınmasını, dolgu alanlarıyla
ekolojik sınırların ihlal edilmesini, kentsel dönüşüme ihtiyaç duyan alanlar değil rant için kıymetli olan
alanlar öncelenerek kentsel dönüşüm projelerinin gerçekleştirilmesini, tüm kamusal alanların
özelleştirilmesini, acil toplanma alanlarına AVM yapılmasını, içi boşaltılan kurumların refleks
alamamasını/almamasını ve daha ilk elden akıllara gelmeyen yüzlercesini ifade ediyor. Tüm bu
“çarpıklıklar” aslında bu kapsamlı hikayenin nesnesi olarak karşımıza çıkıyor.

İVME Hareketi: Son yaşadığımız depremler ve felaketle sonuçlanan kayıplarımızın ardından iktidarın hızlı ve çok riskli olabilecek kararlar alarak yeniden yapılaşmaya giriştiğini gördük. İmar aflarından kararnameler ile bilimsellikten uzak plansız yapılaşma aşamasına geçilen bu birikim ve inşa modelinin son kararlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sinem Yıldız: Öncelikle Saray Rejiminin kentlerin inşası için hazırladığı planların, inşa faaliyetleri için yürüttüğü bölüşüm süreçlerinin -ki imtiyazlı bir kesime dağıtılan altın boncuklardan bahsediyorum- altında
kaldığı enkazdan çıkma stratejisinin bir ürünü olduğunu belirtmek gerekir. Bu “kendini bir an önce bu
enkazdan kurtarma” halinin bir kent yaratacağını söylemek mümkün değil. Ayrıca yaşanan bu deprem
felaketini, iktidarın kentler üzerine ceberrut gibi çökmekliğinin başlangıç noktası olarak almak da
yeterli olmayacaktır. Zaten daha önce yaşadığımız felaketler, birer milat olmadıkları için bu felaket
yaşandı. Bundan çıkış olarak da elbette benzer araçları kullanması, yıllardır kendi bildiği yöntemle bu
işi kotarmaya çalışması çok da şaşkınlık yaratmasa gerek.

Az önce bir mülksüzleşme ve proleterleşme hikayesinden bahsetmiştim. 126 sayılı Cumhurbaşkanlığı
Kararnamesinin işte tam bu işleve hizmet ettiği açıkça görülebilir. Kararnamede depremden etkilenen
yurttaşların mülkiyet haklarının elinden alınacağı ve yeri belli bile olmayan, kent merkezinden uzakta
belirlenecek alanlarda yapılacak konutlara yönlendirileceği açıkça ifade ediliyor. Yine depremden
etkilenen illerde bulunan mera, orman ve tarım alanlarının yapılaşmaya açılabileceği maddeler arasında
yer alıyor. Üstelik yurttaş buna itiraz etmek isterse hukuki yollara başvurma imkanı verilmiyor! Askı,
ilan, itiraz süreçlerinin de kaldırıldığı, kapalı kapılar ardında kararların alındığı bir süreç işleyecek.
TOKİ’ye verilen sınırsız yetkilerle de yerel yönetimlerin yetki alanının tamamen bitirilmesi
amaçlanıyor. Enkazlardan çıkan molozların ise herhangi bir izne tabi olmadan valilikler tarafından
belirlenen yerlere döküleceği ifade ediliyor. Kısaca Saray, “İstediğim her şeyi kimseye sormadan
yaparım” demiş.

Bir de biliyorsunuz 5 Nisan’da Cumhurbaşkanlığı kararı ile Antakya’nın tarihi dokusunun en yoğun
olduğu yerleri de kapsayan geniş bir bölge riskli alan ilan edildi. Biz bu hikayeye Sulukule’den de,
Diyarbakır Sur’da yaşanan süreçlerden de aşinayız aslında. Yine bir insansızlaştırma ve
mülksüzleştirme ile yeni Antakyalılar yaratma gayesinin aracı bu. Yasal dayanağı da az evvel
bahsettiğim 6306 sayılı “Kentsel Dönüşüm Yasası.” Bilimsellikten ve planlama ilkelerinden azade bir
şekilde uygulanabilmesini sağlayan ise seferberlik yerine ilan edilen olağanüstü hal.

Görüldüğü gibi sorunun baş müsebbibi aslında yıllardır bildiğini yapan iktidar. Bunlar dışında elbette
müteahhitler, yapı denetim firmaları, yerel yönetimler de var. “Kentler ve yaşamlar kaç kamyona sığar”
hesabı yapan her müsebbibin parmakla gösterilmesi, önümüzde duran sorumluluklardan biri.

İVME Hareketi: Türkiye’nin önünde çoklu riskler olduğunu kabul edebiliriz diye düşünüyoruz. Bunlar ekolojik riskler, deprem riski ve henüz derinliğini tam ölçemediğimiz ekonomik riskler. Bütün bunları ele aldığımızda; kısıtlı kaynakları da dikkate alarak ve yapılması gerekenleri önceliklendirerek, fiziksel ve sosyoekonomik dayanımı yüksek, kırılganlığı düşük, adaptif ve sürdürülebilir bir yaşam ve barınma-inşa kurgusunu nasıl oluşturabiliriz?

Sinem Yıldız: Öncelikle “kısıtlı kaynak” yorumuna bir şerh düşmenin doğru olacağını düşünüyorum. Bunu
kaynakların eşit dağılmaması ve terazinin sermaye lehine eğilmesiyle – hatta bütünüyle terazinin diğer
tarafının yok olmasıyla- açıklamak daha doğru olacaktır. Şu an Türkiye’de 13 kişinin serveti 44
milyonun servetine eşit durumda. Böyle bir tablo ile karşı karşıya iken kaynakların kısıtlı olduğunu
söylemek, özellikle emekçi halka yakıştırılan ve bir erdem gibi sunulan “aza tamah etme” söylemini de
güçlendirir.

Düzenin kendi içerisinde çözülemeyecek boyutta yapısal sorunların olmasıyla beraber, toplumsal ve
halkçı bir kurgunun mümkün kılınması için emekçilere en azından bir nefes aldırabilecek pek çok
çözüm bulunuyor aslında.

Kalkınma planı, çevre düzeni planı, imar planı gibi farklı ihtiyaçlara hitap eden planlama hiyerarşi
kurgusunun da düzenlenmesi ve etkili kılınması gerekiyor. 2006 yılında hazırlanan 1/100.000 ölçekli
İstanbul Çevre Düzeni Planı’nın delik deşik edildiğini, “mega projeler” ile hiçe sayıldığını biliyoruz.
Dolayısıyla yerelin iradesinin üzerinden geçmeyen ancak merkezi olarak da birtakım eşiklerin
belirlendiği, kalkınma hedeflerinin uygulandığı bir modelin düşünülmesi elzem.

Ekolojik eşikler kalın kırmızı çizgilerle çekilmeli. Kapitalizm kendini sürekli yeniliyor; bunu kent
üzerinden, sürekli yeni yerleri imara açarak ve ekolojik alanlara, köylülerin tarla ve meralarına,
ormanlara girerek gerçekleştiriyor. Rezerv alan denerek girilen bu alanlara yönelik asıl amaçlanan ise
elbette yapılı çevrenin inşasıyla genişleyen kapitalist kentin rant alanı. Rıza üretim mekanizmaları ise
“zeminin bu alanlarda sağlam olduğu” argümanı ile işliyor. Halbuki kentlerde de pek çok “zeminin
uygun olduğunu” biliyoruz.

Son zamanlarda çeşitli mimarlık çevrelerinde “uydu kent” tasarımlarının tartışıldığını görüyorum. Bunu
“akademi ve bilim” sosuyla yapıyorlar ki meşruiyet kazansın. Bu konutun çeperlere, ekolojik sınırlara
dayanması ve buradan rant elde etme kurgusu, kent çeperlerine inşa edilen şehir hastaneleri,
üniversiteler gibi kamu yapılarıyla da tamamlanıyor. Bu aynı zamanda işçileri, insanları kent
merkezinden uzaklaştırmayı ve hayatla bağlarının kopmasını da sağlıyor. Bu da aidiyeti kırıyor,
mücadeleye katılımı engelliyor. Yani aslında yalnızca “ekonomik temelli” bir yaşam ve barınma
kurgusunu değil, toplumu ve yaşama biçimini de gözeten bir politik hatta ihtiyacımız var.

İVME Hareketi: Yine son depremlerden sonra gördük ki Türkiye Büyükşehir Belediye Kanunu (bütünşehir uygulamaları) ve birçok başka yasal değişiklikle yerelleşmenin güçleneceği bir aşamaya geçeceği iddia edilirken tam tersini yaşadı. Hantallığı bırakın tek bir ağızdan çıkacak söze bakan buyruk ile tıkanmış bir merkeziliğe mahkum edildik. Siz bunun tam tersine konulabilecek toplumcu, demokratik ve sosyalist bir yerelleşme modelini tahayyül edebiliyor musunuz?

Sinem Yıldız: “Yerelleşme” iddiası, 1980’lerden beri başlayan birçok düzenlemede kendini gösteriyor. Ancak bu vurguyla yapılan ilk uygulamalara bakıldığında yerelleşmeden “yerelin pazarlanması”, “yarışan
kentler” gibi neoliberal politikaların tüm dehlizlere sızması için araçsallaştırılmış kentler görüyoruz.
Yine aynı yıllarda birçok kentin büyükşehir ilan edilmesi ve bunun yasal dayanaklarının oluşturulması
da bunun örneklerinden. “Bütünşehir” uygulamalarının temel amacı ise merkezdeki büyük belediyenin
çevresindeki küçük yerel birimleri kendine katarak genişlemesini öngörüyor. Elbette kır-kent ayrımı ile
ilgili o büyük anlatı geliyor yine akıllara. Büyükşehir uygulamalarından önce seçilen binlerce yerel
idarenin ve onları seçen yurttaşların iradelerinin üstüne örtü atılarak ilerletilen bu süreçten
bahsetmiyorum bile. Kaldı ki 80’ darbesi sonucunda bu demokrasi vaadi kulaklara gülünç bile
gelecektir.

Toplumcu/sosyalist bir belediyeciliği hakim kılma konusunda çok ileride olmasak da deneyimler
açısından sıfır noktasında asla değiliz. Kapitalizmin hikayesi de, biraz kendi hikayesini hakim
kılmasından gelir aslında. Dolayısıyla deneyimleri unuttur, yapay deneyimleri başarı hikayeleri olarak
sunar, bunu pazarlar ve inandırır. Dolayısıyla sosyalist bir seçeneği inşa ederken yalnızca planlama
araçlarını, yolu, yöntemi çizmek için değil, unutturulanı hatırlatmak için de uğraşmalıyız.

Yaşadığımız afet sonunda depremden etkilenen iller için atılan her adımda bu dayanışmanın bir örneğini
gördük aslında. Bu dayanışmadan doğacak bir halkın iktidarı pratiğini görmek, tanımak ve destek
vermek gerekiyor diye düşünüyorum. “Asrın felaketi” denerek sorumluların sorumluluğu doğaya
atfetmesinin yanında depremin ilk günlerinden itibaren bölgede ortaya çıkan “asrın dayanışması”,
devletin olmadığı bir durumda halkın kendi inisiyatifini örgütledi aslında. Enkaz kaldırmadan temel
ihtiyaçlara kadar her şeyin emek gücü ile sağlandığı bir sürece tanıklık ettik. Yine deprem bölgesinde
barınma ihtiyacını gidermek için ihtiyaç duyulan iş makinelerinin çeşitli belediyeler tarafından
sağlandığı, karşılığında ise bir kap sıcak yemek verildiğine şahit olduk. Yani herkesin yapabildiklerine
göre bir işbölümü oluşturduğunu, ancak paranın geçmediğini, ihtiyaca göre bir bölüşüm yapıldığını,
yani mübadelenin olmadığını gördük. Aslında ikili bir iktidar pratiğinin sesi bize yankıdı. Bu yankının
kaynağını da tahayyül etmek, alıp bulunduğu yerden bir politik erek çevresinde örgütlemek gerekli.

Planlamanın kamu tarafından yapılması, oluşacak kentsel rantın yine halka aktarılması gibi çözümlerin
radikal olduğunu söylemek; bu deneyimlerimizi görmemek olacaktır. Yine burada “kamu” kavramının
ele alınması gerekir çünkü muktedirler bu kavramın içini istediği gibi doldurmuştur. Demokratik
mekanizmaların işletilmesi için de “katılım” adı altında adeta bir demokrasi şöleni olarak sunulan ancak
halihazırda planlanıp bitmiş projeleri halka “oylatmaktan” fazla ileri gidemeyen bir modelin karşısında
durmak gerekir.

İVME Hareketi: Kent kimliği, dokusu, yaşamın sürekliliği ve felaket kapitalizmi gibi odaklar oluşacak önümüzdeki süreçte. Türkiye gibi kaynak ve projelendirme gibi olguların çoğu süreci gölgelediği bir ülkede felaket kapitalizminin; kentlerin kimliklerini, insanların ve doğanın haklarını ihlal edeceğini ön görebiliriz. Bunun karşısında kentleri ve kırsalı nasıl kendi kimlikleri içinde koruyabilir ve adil şekilde inşa edebiliriz?

Sinem Yıldız: Hayatlarımızın her anında yaşanabilir, parçası olmaktan mutluluk duyacağımız bir yaşamı inşa etmek için toplumcu bir anlayışı hakim kılmak zorundayız. Ne demek bu afilli ve kulağa “ayakları yere
basmıyor” gibi gelen cümle? Bir emekçinin 2 saat yol giderek gittiği yerde tüm gün sömürüye maruz
kalmaması demek, kadınların gecelerden, sokaklardan korkmaması demek, bir çocuğun tarikat ve
cemaatlere mecbur kalmadan eğitime kolaylıkla erişmesi demek, artan kiralardan dolayı insanların
mahallelerini terk etmemesi demek. Tüm bunlardan aslında “mutluluğun” ayaklarının yere ne kadar
sağlam bastığı görülüyor. Kapitalizm, bize aslında hayal etmeyi de unutturdu. “Herkesin kendi evi
olacak” denildiğinde “olmaz öyle şey” dedirtti. “Her çocuğun ücretsiz kreşe gitme hakkı var”
dediğimizde “otursun evinde oynasın” cümlesini duyduk. “Ormanlarımızın üstü altından değerlidir”
dedik, “e ama ekonomik büyüme” dediler. Tüm bunların mümkün olabileceğini biliyoruz. Dolayısıyla
ilk yapılacak şey, bu mücadelenin sesini yükseltmek olacaktır.

Peki biraz da somut atılabilecek adımlara geldiğimizde kentleri ve kırsalı kendi özgünlükleri içinde
yeniden ayağa kaldırmak için neler yapabiliriz? Geçici konut alanları üretmek yaşamın yeniden
inşasının ve yerel kimliğin korunmasının ön koşuludur, Mekan, tek başına inşa edildiğinde bir boş
gösterendir. Elbette mekanın, yapılı çevrenin de insan yaşamını şekillendirmede büyük etkisi var. Bu
geçici olarak inşa edilecek konut alanlarına da yalnızca dört duvardan oluşan fiziki alanlar olarak
yaklaşmamak gerekir. İnsanların bölgede kalma iradesini destekleyecek, kamusal alanlarıyla örülü,
bölgenin yaşam biçimini yansıtan alanlar kurulması gerekmektedir. Aynı zamanda altyapının
sağlanması, kendi mülkünün olduğu alanda kalmak isteyen depremzedelerin bulunduğu alanlarda farklı
planlama modellerine gidilmesi de çözümler arasında değerlendirilebilir.

Yine bu süreç; aynı zamanda eğitim, sağlık, sosyal alanlar gibi kamusal hizmetlerle hem de istihdam
olanakları ile beraber düşünülmelidir. Bu anlamıyla bölgede var olan toplumsal ve kültürel yapıyı
sürekli kılmak, devletin insansızlaştırma politikasının karşısında durmak kentin yeniden inşası için
önümüzde duran ilk görevdir. Bundan sonra da elbette yerel halk ile beraber düşünülmesi gereken çok
boyutlu bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Ancak bunlar, daha üst ölçekte yapılandırılmış planların da
uygulanmasını gerektirir.

Son olarak depremden etkilenen iller için birkaç şey söylemek isterim aslında. Yaşamlarımız yalnızca
ne müteahhitlere ne star mimarlara ne inşaat şirketlerine ne de sermayeye bırakılmayacak kadar değerli.
Kente dair tek bir anımız bile, bu üçlü dörtlü kaçlı derseniz o kadarlı öznenin yarattığından daha büyük.
Bu anılarımızı kolektif bir hafızanın parçası olarak sahiplenmek, politik bir mücadele çevresinde
örgütlemek ise zor değil; binlerce örneğini yaşadığımız direnişlere ise kör kalmak çok lüks.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu