1 MayısToplumsal Adalet

Emekçi Öğrencinin Bir Günü Kaç Saattir? – Kübra Nil Yılmazer

Türkiye’nin içinde bulunduğu durum itibariyle makus kaderi “diplomalı işsizler” olan ve bu seçimin en “kritik” seçmen nüfusu olarak uzun zamandır konuşulan gençler; meydanlarda, sokaklarda ve daha birçok alanda kendi sorunlarını konuşarak, kendi sözünü üreterek politik bir mücadele hattı örmeye çalışıyor. Bu mücadele zemininde biz de önemli bir noktaya dikkat çekme ihtiyacı hissediyoruz, “üniversite mezunu” ya da “diplomalı işsiz” birey henüz üniversitede okurken eğitim sürecini tamamlayabilmek adına güvencesiz ve sömürüye açık birçok işkolunda mevsimlik veyahut sürekli çalışmak zorunda kalıyor. Haliyle, istihdama ve gençlere yönelik politikalarda daha diplomasını almadan önce değerlendirmemiz gereken en önemli mesele; mezun olabilmek için çalışmaya mecbur bırakılması, genel ifadeyle öğrenci işçilerdir. Bu 1 Mayıs’ta da öğrencilerin nasıl proleterleştirildiğini; güvencesiz çalışma koşullarını, temel haklarının dahi güvencesinin olmamasını ve hatta üstüne borçlandırılmalarını tekrar dile getirmek ve haftanın her günü dersleri ile çalışma hayatını birlikte yürütebilmelerinin ağır sorumluluğunun altında ezilmelerine karşı vermekte olduğumuz mücadelemizden bahsetme ihtiyacı hissediyoruz.

Tüm eğitim hayatını mevcut iktidarın politikaları çerçevesinde geçirmiş olan üç öğrenci işçi arkadaşımın bu süreçte yaşadıklarını aktarma ihtiyacı hissettim. Boğaziçi Üniversitesi’nde lisans ve yüksek lisans öğrencileri olan hizmet sektörü emekçisi iki arkadaşım Samet Kömeçoğlu ve Onur Eren ile ve Koç Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencisi olan, eğitim hayatı boyunca özel ders vererek geçimini sürdürmeye çalışan Furkan’ın yaşadıklarını aktaracağım. Yaşadıklarını bizimle paylaşarak süreci değerlendirmekte bir ses oldukları için onlara teşekkürlerimi sunuyorum. Röportajlardaki aktarımlarla hatırlatmak ve yükseltmek istediğimiz gerçek şudur: hepimiz aynı eğitim sistemindeyiz fakat hepimiz hiç de eşit değiliz.

Türkiye’de eşit gibi görünen eğitim sistemini Bourdieu’nun kültürel sermaye kavramından yola çıkarak çözümleyebiliriz. Bu sermaye sosyal ve ekonomik sermayeden bağımsız değildir; aksine bir ağlar bütünüdür. Bourdieu, Fransa’daki eğitim eşitsizliğinden ve öğrencilerin yekpare bir sosyo-ekonomik sınıf olarak algılanmaması gerektiğinden şöyle bahseder: Her ne kadar sıklıkla gözden kaçsalar ve öğrencilerden bahsedildiğinde ve bilhassa öğrenciler kendilerinden bahsettiklerinde her zaman en az konu edilen şey olsalar da eğitim sistemindeki eşitsizlikler, en azından sadece ekonomik görünümleri altında, öğrenci çevresinin yekpareliğini, varoluş şartlarının özdeşliğinden ziyade, üniversite pratiklerinin özdeşliğinde aramaya sevk etmek için yeterince aşikârlardır.” Belirli bir kültürel sermayeye sahip olmayanlar bu eşitlik illüzyonunda kendilerini var edemediklerini keşfettiklerinde ise iyi bir anlatı sunulur; bu hikâye günümüzde doğru adımlarla yüksek gelirli ve eğitimli bir kesim haline gelebilmenin anlatısıdır. “Başarılı” girişimcilerin hikayeleriyle eş güdümlü iyi bir şekilde pazarlanan bu anlatı, liberal bir toplumsal sistemin inşasıdır. Fakat devletin en temel ideolojik aygıtı olarak, git gide içi boşaltılan eğitim sistemi günümüzde bir “fırsatlar dünyası” değildir. Özel okulların ve üniversitelerin artması aslında sadece eğitim sistemini daha rekabetçi yapmaktadır ve yaratılan algı, bu sürece her giren kimsenin “eşit şartlarda” yarıştığıdır. Bireylerin toplumsal ve sınıfsal tüm arka planları eğitim sonrası sürecin konusu olarak bırakılmıştır. Öğrencilerin “başarısı” tüm bu sosyal ve ekonomik sistemler içinde değerlendirilmeli ve eşit bir eğitim sistemi yaratabilmek için hem okul içini hem de okul dışını kapsayan sorunlar, üretilecek kamusal politikaların odak noktası haline gelmelidir.

Öğrencilerin durumunu özetlemek adına iyi bir başlangıç olarak Furkan’ın dediklerini aktarmak istiyorum: “Yaklaşık 7-8 yıldır, lisans ve yüksek lisans okuduğum dönemleri kapsayan süre zarfında bir emekçi öğrenciy(d)im ve hala öyleyim. Bu süreç içerisinde garsonluk, giyim mağazalarında satış görevliliği ve özel ders öğretmenliği yaptım. Şu an bir yandan yüksek lisans yaparken bir yandan da geçimimi sağlamak için özel ders öğretmenliği yapıyorum ve bir TÜBİTAK projesinde çalışıyorum. Okurken çalışmanın birçok sorunu olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilki zamansal problemlerle ilgili. Üniversite ders saatlerinin ve çalışma saatlerinin birbiriyle olan uyuşmazlığı insanı ciddi bir belirsizliğe itiyor. Özellikle son yıllarda ülkedeki pahalılık, yoksullaşma ve enflasyon temel geçim ihtiyaçlarımı sağlamak ve sosyalleşme imkanlarımı koruyabilmek için benim daha çok çalışmamı gerekli kıldı. Önceden birkaç öğrenciyle ders yapmak bu ihtiyaçlarımı karşılarken yıllar geçtikçe kötüleşen durum beni daha çok öğrenci bulmaya itti. Kaygan bir zeminde olan ders verme piyasası ise insana her gün işini kaybetme stresi yaşatıyor. Buna ek olarak yaptığım işlerin bana sağladığı hiçbir sosyal güvence olmadı. Bu 7-8 yıllık koşturmacanın sonucunda bir günlük bile dolmamış prim günü tablosuyla karşı karşıyayım. Üstüne üstlük ödenmeyi bekleyen SGK borçlarım var.”

Eğitimde, ekonomik ve sosyal eşitsizliklere karşı mevcut AKP iktidarının iyileştirme hamlelerinde bulunup bulunmadığını sorduğumda ise Onur buradaki politik tercihin altını tekrar çiziyor: “İyileştirmekten ziyade daha da kötüleştirmeye yönelik kasıtlı politikaların güdüldüğünü düşünüyorum. Üniversiteler toplumların en politik alanlarının başında geliyor. Kasıtlı yoksullaştırma politikaları sizi çalışmaya ve politik faaliyetlerden uzaklaştırmaya yarıyor iktidar açısından. Aynı şekilde yurtlarda size dikte edilen muhafazakar yaşam tarzı ve kontrol mekanizmaları sizin yaşıtlarınızla sosyalleşmenizin önüne ket vuruyor. Toplumun tüm kesimleri gibi öğrenciler de gittikçe daha da baskılanıyor ve çaresiz/umutsuz bir yaşama itilmeye çalışıyor. Barınma hakkı iktidar tarafından politik faaliyetlerde bulunan öğrencilere yönelik bir tehdit aracına dönüştürülüyor. Ne var ki bu koşulların değişmesi ne çok zor bir süreç ne de bir hülya. Böyle düşünmek bize empoze edilmeye çalışılan umutsuzluğun bir sonucu. Ekonomik olarak dezavantajlı öğrencilere geri ödemesiz verilecek burs imkanları, yurt sayılarının artırılması, yurt burslarının yaygınlaştırılması hiç de zor olmayan atılabilecek ilk adımlar. Ancak bu eşitsizlik koşullarını kendi siyasi çıkarları için gereklilik olarak gören bir iktidar varken de atılması çok güç adımlar olarak görüyorum.”

Furkan da bursların yetersizliğini vurgulayarak aslında politik tercihin somut yansımalarını hatırlamamızı sağlıyor: “Üniversitede okuduğum süre boyunca birtakım devlet kurumlarından ve vakıflardan burslar aldım ancak verilen bu bursların 2-3 tanesini aynı anda alsanız bile aylık yemek masrafınızı karşılayacak kadar bir para almanız mümkün değildir. Durum buyken devlet, öğrencilerin barınma ve maddi imkanlarında bir iyileştirme yapmadı. Mesela, TÜBİTAK bursiyerlerine ve projede çalışan bursiyerlerine asgari maaşla orantılı zamlar yapmadı. Göz göre göre binlerce öğrenciyi enflasyona karşı ezdirdi. Bu konudaki çözüm önerilerim ekonomik eşitsizliklerle boğuşan öğrencilere yapılan desteğin artırılmasıdır. Günümüzde bir lisans öğrencisi eğer şanslıysa 1250 TL’lik KYK Bursunu alabiliyor. Çok da şanslı değilse bu miktarı kredi olarak alıyor ve eğitim sonrası hayatına ciddi bir borçla başlıyor. Öncelikle barınma ve nakdi bursların genişletilmesi daha çok öğrenciye ulaştırılması gerekiyor. Devlet, bir banka gibi davranıp kredi vermek yerine burs finansmanını artırmalıdır. Kredi borçlarını veya bu borçların faizlerini silmek seçim için göz boyama vaadi değil sistematik bir işleyiş olmalıdır. Buna ek olarak emekçi öğrencilerin sosyal güvenceleriyle ilgili yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

Öğrencilikle çalışma hayatı arasında hayatını idame ettiren öğrenciler ara bir formda bırakılmamalıdır.”

Başta belirttiğim gibi bu sadece üniversite sıralarında ortaya çıkan bir eşitsizlik elbette değil; sistemin çürümüşlüğü aslında sınav sisteminde de karşımıza açıkça çıkıyor. Tüm öğrencilerin orta öğretim süreçlerinin sonunda aynı sınava giriyor olması eşitler arası bir rekabet gibi görünse de devlet okullarının yetersizliği, özel ders ve etüt merkezleri gibi belli bir kesimin karşılayabileceği bu ek masraflar, ardından sayısı giderek artan özel üniversitelerin burssuz kontenjanlarına girebilenler ile de aramızda büyük farklar oluşmasına sebebiyet veriyor: aynı okuldayız, ama eşit değiliz. Bu eşitsizlik üzerine Onur Eren şunları ekliyor: “Türkiye’de eğitim eşitsizliğin belki de en çok hissedildiği alanlardan biri ve kesinlikle okurken çalışmanın da en büyük etmenlerinden birisi. Bunun altında yatan esas sebep de sizi okurken kaynaklara erişimden yoksun bırakan ve sizi bunlara erişebilen yaşıtlarınızdan birkaç adım geriye iten ekonomik sebepler. Özellikle son yıllarda temel insani hakların en başında gelen eğitim hakkı Türkiye’de sadece zenginlerin erişebildiği bir hakka dönüştü, tıpkı seyahat hakkı gibi. Aslında eğitimdeki bu adaletsizlik hep mevcuttu ne var ki içinde bulunduğumuz ekonomik koşullar çok daha büyük kitleleri bu temel haklara erişemez duruma getirdi. Aradaki adaletsizlik ve eşitsizlik uçurumu daralacağı ve eğitim toplundaki herkes için eşit şartların yaratılacağı bir alan olacağı yerde giderek daha da açılan bir uçuruma dönüşüyor.”

Aramızda bir şekilde sınav bariyerini aşabilip herhangi bir üniversitenin bölümlerine yerleşebilenler için, yukarıda gördüğümüz gibi, hikâye burada bitmiyor. Birçok öğrencinin henüz okurken, en temel hak olan barınabilme için dahi işgücü piyasasında bir şekilde tutunması gerekiyor. Bu noktada ekonomik krizin en çok vurduğu kesimlerinden biri olan öğrenciler, görüldüğü üzere yoğun emek süreçlerinden ötürü hızla proleterleşme sürecine girmekte ve üniversite ile bağı azalsa da kopmadığı için eğitim süreci ve işgücü piyasasına sıkışmış olarak bu ara formda hayatta kalmaya çalışmaktadır. Uygun görülen burs miktarlarını düşündüğümüzde, öğrenciler Türkiye’nin herhangi bir şehrinde ortalama bir kira tutarını ya da yurt ücretini karşılamakta da zorlanmaktadırlar, keza yeterli sayıda yurt olmadığı da açıktır. İzmir’den okumaya İstanbul’a gelen Onur da bu barınma krizini şöyle değerlendiriyor: “Aslında barınma krizi son zamanlarda giderek kontrol edilemez hale gelse de ekonomik olarak dezavantajlı öğrenciler için her zaman büyük bir sorundu. Üniversite yurtlarının kapasiteleri hiçbir zaman yeterli olmadı ve her yeni öğretim döneminde yurt kuralarının yenilenmesi var olan yurdunuzu terk edip eğer şanslıysanız yeni yurdunuza yerleşmeniz sizi tam anlamıyla bir göçebe haline getiriyor. Bu da başka bir güvencesizlik doğuruyor hayatınızda. Tabi buna ek olarak yurt düzenlemeleri belli hayat tarzlarına bir saldırıya da dönüştü zaman içinde. Yetişkin insanları gece on ikiden önce yurtlara hapseden sözde güvenlik sistemleri, muhafazakâr ve toplumsal cinsiyet normlarına yönelik uygulamalar her geçen gün farklı hayat tarzlarını benimseyen öğrencilerin yaşam alanlarını daralttı, daraltmaya da devam ediyor maalesef.”

Samet’in dedikleri ise odağımızı henüz lisede okuyan gençlerin dahi bu sorunlarla başa çıkmaya çalıştığını gösteriyor: “Barınma ve yurt sorunu sadece üniversitede değil lisede de mevcut bence. En azından benim dönemimde öyleydi. Evet yurtlar var ama ne haldeler. 8 kişiyle aynı odada aylarca kaldığım oldu açıkçası. Lisede en azından yurt vardı, üniversitede ilk yıllarımda bunu bile bulamadım. 1+1 evde 5 kişi yaşadığımız bir dönem oldu. Ben aylarca yurtta tek kişilik yatağı arkadaşımla kaçak bir şekilde paylaştım. Ama bu sıkıntı tabii ki de maddi olarak gücü yetmeyen insanların karşılaşacağı bir şey. Parasını ödediğiniz vakit, pekâlâ size otel odası kıvamında bir oda tahsis etme ihtimalleri yüksek.”

Göründüğü üzere en büyük sorunlar barınmak ve hayatta kalmaya çalışmakla başlasa da bunlardan ibaret değil, çalışma hayatı ve derslerinin yoğunluğunda hem kültürel hem de psikososyal olarak oldukça olumsuz etkilenmekte ve kendilerini ne kampüs ortamlarında ne istihdamda var edememektedirler.

Okurken çalışmanın yarattığı zamansızlık üzerine Furkan “zamanı genleştirmeye” çalıştığını aktarıyor: “Derse gitme saatleri, ders çalışma saatleri ve para kazanmak için olan çalışma saatleri arasındaki uyumsuzluğun beni depresyona soktuğu dönemler olmuştur. Bunlardan birini veya birkaçını aynı anda idare edebilmek insanın klonlanması durumunda devam ettirilebilecek bir şeydir. Bu da mümkün olamayacağı için ben maalesef zamanı genleştirmek zorundayım.”

Onur’un dedikleri ise öğrencilerin fiziksel ve mental sıkışmışlığını yeniden hatırlatıyor: “Okurken çalışmak eğitiminizi devam ettirmek açısından çok ciddi sorunlar yaratıyor. Zamansal sıkışıklık hem fiziksel hem de mental bir yorgunluğu ve bunlara bağlı olarak stresi doğuruyor. Bu koşullarda çalışan, ekonomik açıdan dezavantajlı ögrencilerin derslerini takip etmesi bile öğrenme süreçlerini olumsuz etkiliyor. Aslında hayatınızın her anını etkileyen bir sıkışmışlık ve baskı hissinden söz edebiliriz. Zamansızlık ve fiziksel/mental yorgunluk, sanatsal aktivitelerden tutun da politik faaliyetlere kadar sizi hayatın pek çok alanından en üretken olunabilecek yaşlarda soyutlamış oluyor.”

Birkaç sene öncesine kadar mevsimlik bir işte çalışan hiç değilse yazın çalıştığı ile kışın kısmen geçinebilen Samet, artık o da mümkün görünmediği için haftanın 4-5 günü bir kafede çalışması gerektiğini aktarıyor: “Okurken çalışmanın, bana kalırsa en büyük dezavantaji, kendi gelişiminiz ve ruh sağlığınız için ayırmanız gereken zamanın minimum düzeylere inmesidir. Kısa vadede sabredilebildiğiniz şeyler bir noktada sizi tüketmeye başlıyor. Özellikle çalışmak zorunda kaldığım için, bu tükenmenin farkında olmama rağmen çoğu zaman çaresiz kalmam işleri daha da kötü bir hale getiriyor.Yazın üniversitenin tatil olması nedeniyle biraz daha rahatladığımız dönemde bile kışı düşünüp yine çoğu şeyden kısmak zorunda kalmak açıkçası biraz umutlarımın yok olmasına sebep oluyor.”

Üç arkadaşımızın hayatlarından aktardıkları bu deneyimlerle görebiliyoruz ki giderek yoksullaşan öğrenciler, proleterleşmekte ve geleceksizleşmektedir. Tekrarlamak istiyorum: Öğrenci işçiler olarak bir günümüz kaç saat? İşten ve derslerden artırmaya çalıştığımız süreler artık sadece uyumaya yetecek kadar. Üstelik kazandığımız ücretlerin karşılığı güncel ekonomik konjonktürde gitgide erimekte ve kira/faturalar halledildiğinde ise aslında ortada hiçbir şey kalmamaktadır. Diplomalı işsizler ve öğrenci işçiler olarak temel haklarımızı savunacak alanlar yaratmamızın ve kazanımlar elde etmek için beraberce sesimizi duyurmamızın gerektiğini farkındayız. Bu yetersizlik tablosunda da gördüğümüz gibi “her ile bir üniversitenin” doğru bir politika olmadığı malûmun ilâmıdır. Aksine sadece bahsettiğimiz süreci derinleştirmekte ve geciktirmektedir. Yaratılan bu güvencesiz ortam, öğrencilerin lehine politikalarla iyileştirilmelidir. Ev sahiplerine karşı, işverenlere karşı, sermayeye karşı korunmayan güvencesiz öğrenci işçiler için tekrar söylemek gerekir ki: Hayatta kalmak değil, yaşamak istiyoruz.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu