Demokrasi ve SolToplum ve Siyaset

Ulusal Sorunun İki Yüzyılı – Daniel Finn(Çeviri: Kemal Büyükyüksel)

Eleştirmenler, Marksizmin milliyetçiliğin popüler çekiciliğini açıklayamayacağını söylüyor. Ancak Marksist gelenek, ulusal toplulukların kökenlerine ve geleceğine dair bazı hayati iç görüler içerir.

Bu yazı Daniel Finn’in Jacobin’de yayımlanan yazısının Türkçe çevirisidir.

1975 tarihli “Modern Janus” adlı makalesinde Tom Nairn, milliyetçilik teorisini “Marksizmin büyük tarihsel başarısızlığı” olarak tanımladı. Konuyla ilgili bol miktarda literatürde benzer iddialar bulabilirsiniz.

Argüman genellikle şöyle ilerler. Karl Marx’tan itibaren sosyalistler, işçilerin kendilerini uluslarından ziyade sınıflarıyla ve herhangi bir milliyetçi ideolojiden ziyade uluslararası sosyalizmle özdeşleştirmelerini beklediler. Etten kemikten gerçek işçilerin eylemleri bu soyut şemaya uymadığında, özellikle de 1914’te genel bir Avrupa savaşının patlak vermesinden sonra, sosyalistler milliyetçiliğin çekiciliğini işçi sınıfını gerçek tarihsel misyonundan saptırmayı amaçlayan bir burjuva manipülasyonu olmak dışında Marksist terimlerle açıklayamadılar.

Ernest Gellner, Nations and Nationalism adlı kitabında Marksist bakış açısıyla alay ediyordu:

Marksistler temelde tarihin ruhunun veya insan bilincinin korkunç bir ahmaklık yaptığını düşünmeyi severler. Uyanış mesajı sınıflar içindi, ancak korkunç bir postalama hatasıyla uluslara teslim edildi. Artık devrimci aktivistlerin, haksız alıcıyı mesajı ve bunun uyandırdığı şevki, doğru ve amaçlanan alıcıya teslim etmeye ikna etmesi gerekiyor. Hem haklının hem de gaspçının bu şarta uyma konusundaki isteksizliği, aktivistin ciddi derecede sinirlenmesine neden oluyor.

Bu kesinlikle akılda kalıcı bir alıntıdır, ancak konuyla ilgili Marksist düşüncenin kapsamı ve karmaşıklığının hakkını veremez. Aşağıda, on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarından bir dizi fikir üzerinde yoğunlaşacağım – Marksizm’in bu sorunun önemine kasten kör olduğu varsayılan bir dönem. Kapsamlı, tam teşekküllü bir milliyetçilik teorisi oluşturmazlar, ancak bize onu düşünmek için bazı paha biçilmez araçlar sağlarlar.

Milletler ve Devletler

Anladığımız şekliyle milliyetçilik fikri, Marx ve Friedrich Engels 1848’de Komünist Manifesto’yu yayınladığında hâlâ şekilleniyordu. Bölgesel ulus-devlet henüz standart siyasi model haline gelmemişti. Bugün Avrupa’daki en büyük ulus devletlerden bazıları – Almanya, İtalya, Polonya – o zamanlar ulus altı şehir devletlerinden ve hanedan imparatorluklarının kontrolü altındaki beyliklerden veya parçalardan oluşuyordu.

Manifesto’daki iki ünlü satır, Gellner’in milliyetçiliğin “Yanlış Adres Teorisi” olarak adlandırdığı şeyi örnekliyor gibi görünüyor: “Emekçilerin vatanı yoktur” ve “Ulusal farklılıklar ve halklar arasındaki düşmanlıklar her geçen gün daha fazla yok oluyor.”Her şeyden önce, bu satırları Marx ve Engels’in yazdıklarının tam bağlamına oturtalım:

Emekçilerin vatanı yoktur. Sahip olmadıklarını onlardan alamayız. Proletarya her şeyden önce siyasi üstünlük elde etmesi, ulusun yönetici sınıfı olması, kendisini ulus olarak oluşturması gerektiğinden, kelimenin burjuva anlamında olmasa da, şimdiye kadar kendisi ulusaldır.

Halklar arasındaki ulusal farklılıklar ve karşıtlıklar, burjuvazinin gelişmesi, ticaret özgürlüğü, dünya pazarı, üretim tarzındaki ve buna tekabül eden yaşam koşullarındaki tekdüzelik nedeniyle her geçen gün daha fazla yok oluyor.

Proletaryanın üstünlüğü, onların daha da hızlı yok olmasına neden olacaktır.

Hemen, burada daha karmaşık bir şeyler oluyormuş gibi görünüyor. İşçilerin “ülkeleri” yoksa, o zaman kelimenin burjuva anlamıyla olmasa da nasıl “ulusal” olabilirler? Başka hangi tür bir anlayış olabilir?

Erica Benner, Really Existing Nationalisms adlı kitabında bir yanıt önerdi ve Manifesto’nun orijinal Almanca versiyonunun işçilerin Vaterland’ı olmadığını söylediğine dikkat çekti : “Marx ve Engels yazarken, Vaterland kelimesi oldukça yüklü siyasi çağrışımlar kazanmıştı. artık kulağa tarafsız gelen İngiliz ‘ülkesinin’ dillerinden: Vaterland’ın dili, hem geleneksel devletin savunucuları hem de etnik milliyetin Romantik peygamberleri tarafından sık sık ve anlamlı bir şekilde kullanılıyordu.” Elbette 1848’den beri Vaterland, 20. yüzyıl Alman tarihinin deneyiminden sonra daha da çok bagaja sahip oldu.

Benner, pasajla ilgili kendi yorumunu şöyle sunuyor:

İşçilerin ulus-devlete münhasır bir bağlılıkları yoktur ve onlar üzerinde sınıf egemenliğini sürdürmeye yardımcı olan kurumların ve kültürel uygulamaların hayatta kalmasında hiçbir çıkarları yoktur. Bu nedenle, mevcut devletler tarafından korunan çıkarların bir bütün olarak toplumunkilerle aynı olduğunu savunan “kelimenin burjuva anlamında” milliyetten yoksundurlar.

Roman Rosdolsky de benzer bir okuma ileri sürdü: “Manifesto, işçilerin ‘ülkeleri olmadığını’ söylediğinde, bu, etnik anlamda milliyetten değil, burjuva ulusal devletinden söz eder.

Bu noktada sıklıkla birbirine karıştırılan iki kavramı birbirinden ayırmak önemlidir: ulusal bilinç ve milliyetçilik. Birincisi, insanların belirli bir ulusa ait olma duygusuna, ikincisi ise bu aidiyet duygusundan çıkarabilecekleri siyasi sonuçlara atıfta bulunur. Örneğin İskoçya’yı ele alalım. Yirminci yüzyılın büyük bir bölümünde, bağımsız bir İskoç devletine verilen destek önemsizdi; bugün, İskoç bağımsızlığını önümüzdeki yıllarda gerçekçi bir olasılık haline getirecek kadar yüksek.

Bunun nedeni, kendilerini İskoç olarak kabul edenlerin sayısında ani bir artış olması değil. Uzun yıllar boyunca, bir İskoçluk duygusu, İngiltere ile birliğe verilen destekle bir arada var oldu. Siyasi bir hareket, İskoçların kritik bir kitlesini kendi çıkarlarını ilerletmek için ayrı bir devletin gerekli olduğuna ikna etmek zorundaydı ve bağımsızlık elde edilecekse daha da fazla ikna etmesi gerekecek.

Modern dünyada, birisinin kendisini siyasi anlamda milliyetçi olarak tanımlaması, sadece belirli bir ulusla özdeşleştiği anlamına gelmez. Aynı zamanda ulusa hükmeden devletle (veya İskoçya gibi bir durumda böyle bir devlet kurma mücadelesiyle) özdeşleşmeleri anlamına da gelir.

Öte yandan, enternasyonalistlerin amacı, insanları kültürel açıdan kendilerini Fransız, Yunan, Taylandlı veya Meksikalı olarak görmekten vazgeçmeleri gerektiğine ikna etmek değildir. Birincil sadakatlerinin, bağlılıklarını iddia eden ulusal devlete yöneltilmesi gerektiği şeklindeki siyasi varsayımı sorgulamaktır.

Ulusal Farklılıklar

Elbette, “halklar arasındaki ulusal farklılıkların ve husumetlerin” kapitalist gelişme karşısında “giderek daha fazla ortadan kalktığı” iddiasının fena halde yanlış olduğu ortaya çıktı. Ancak Marx ve Engels’in neyi yanlış anladığı konusunda daha kesin olmamız gerekiyor. Dile ve diğer faktörlere dayalı kültürel ayrımların hızla ortadan kalkacağına açıkça inanmıyorlardı (“bireysel ulusların entelektüel yaratımlarının” “ortak mülkiyet” haline geleceği bir “dünya edebiyatının” gelişimini dört gözle beklemelerine rağmen).

Daha ziyade, kapitalizmin yükselişinin, birincil toplumsal antagonizma olarak işçiler ve kapitalistler arasındaki aynı kutuplaşmaya sahip, büyük ölçekli sanayiye dayalı az çok homojen bir dünya ekonomik modeli yaratacağını tahmin etmiş görünüyorlar. Bu senaryoda, birinin Londra’da veya Lagos’ta, New York’ta veya Yeni Delhi’de doğması sosyoekonomik açıdan çok az fark yaratıyordu.

Manifesto’nun ünlü bir bölümü, “ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar ihtiyacının, burjuvaziyi dünyanın her yerinde kovaladığını” ve “metalarının ucuz fiyatlarının, tüm Çin’in surlarını darp eden ağır toplar olduğunu” savundu. Bunu yaparken, Marx ve Engels’e göre, burjuvazi “tüm ulusları, yok olma pahasına, burjuva üretim tarzını benimsemeye zorlar; onları uygarlık dediği şeyi aralarına sokmaya, yani kendileri de burjuva olmaya zorlar.”

Ancak, küresel kapitalizmin yayılmasında “ağır top” işlevi gören sadece ucuz fiyatlar değildi. İngiltere’nin önderliğinde, büyük Avrupa güçleri ekonomik çıkarlarını desteklemek için gerçek ağır top silahlarını da kullandılar. 19. yüzyılın sonunda çoğu Afrika ve Asya ülkesi doğrudan onların kontrolü altındaydı. 1850’lerde Marx, İngiltere’nin Çin’i afyon ticaretine açmak için yürüttüğü savaşları vahşi bir öfke ile yazdı ve onları meşrulaştırmak için kullanılan argümanları reddetti: “İngilizlerin tek bir yarası karşılığında Çinlilerin en az doksan dokuz yarası var.”

Manifesto’dan birkaç yıl sonra yayınlanan Hindistan üzerindeki İngiliz egemenliği üzerine yazılan bir dizi makalede Marx, İngiliz burjuvazisinin endüstriyel gelişmeyi teşvik ederek iç cephede zaten oynadığı rolü orada da oynayacağını öne sürdü. Marx’a göre bu, “yalnızca üretici güçlerin gelişmesine değil, aynı zamanda bunların halk tarafından sahiplenilmesine” bağlı olan “halk kitlesinin, toplumsal durumunu ne özgürleştirir ne de maddi olarak iyileştirir” bir pozisyondaydı. Bu toplumsal özgürleşme anı, “Büyük Britanya’da şu anda yönetici sınıfların yerini sanayi proletaryası alana kadar veya Hindular İngiliz boyunduruğunu tamamen kıracak kadar güçlenene kadar” gelmeyecekti.

Peki ya kolonyal yönetimin etkisi Asya’daki üretici güçlerin gelişmesini engelliyorsa? Marx, Hindistan üzerine daha sonraki yazılarında bu pozisyona yöneldi ve 1857 isyanını, halktan gelir elde etmek için rutin işkence kullanımı da dahil olmak üzere, İngiliz zulmüne doğal bir tepki olarak tasvir etti. 1914’e gelindiğinde Vladimir Lenin, Asya’nın çoğunun “ya ‘Büyük Güçler’in kolonilerinden ya da uluslar olarak son derece bağımlı ve ezilen devletlerden” oluştuğunu, ancak “kapitalizmin en özgür, en geniş ve en hızlı büyümesinin yalnızca Japonya’da, yani yalnızca bağımsız bir ulusal devlette” koşullarının yaratıldığını gözlemleyebildi.

Avrupa ve Kuzey Amerika’da bağımsız bir devlete sahip olmak da kapitalizmin gelişmesinde önemli bir araçtı. Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkeler, hala gelişmeye çalışan ülkelere serbest ticaretin erdemlerini vaaz etmeden önce, kendi imalat sektörlerini oluşturmak için korumacı politikaları, gümrük vergilerini ve diğer devlet müdahalesi biçimlerini kapsamlı bir şekilde kullandılar. Son birkaç on yılda, Tayvan ve Güney Kore gibi Doğu Asya devletleri, Çin bir yana, benzer bir yaklaşım izlediler.

Milliyetçiliğin 19. ve 20. yüzyıllardaki popüler çekiciliğini bir ekonomi sorununa indirgeyemeyiz. Ancak dünya çapında kapitalizmin eşitsiz ve birleşik gelişimi, özellikle Küresel Güney olarak bilinen yerde, kesinlikle ulusal bağımsızlık hareketlerine güçlü bir ivme kazandırdı. Aynı zamanda, Marx ve Engels’in Manifesto’da atıfta bulundukları “ulusal farklılıklar ve halklar arasındaki düşmanlıklar”ın yeniden üretilmesine ve şiddetlenmesine yardımcı oldu.

Sınıf ve Ulus

Manifesto, Marx ve Engels’in yazdığı en etkili yazı olsa da, kendi günlerinin ulusal hareketlerine ilişkin düşünceleri de dahil olmak üzere yayımladıkları malzemenin çok küçük bir bölümünü oluşturur. Polonya ve İrlanda meselelerine özellikle büyük ilgi gösterdiler. 1848 Devrimleri başlamadan kısa bir süre önce, ikisi de Polonya’nın bağımsızlığını desteklemek için Londra ve Brüksel’deki toplantılarda konuştular. Engels, özellikle yurttaşları Almanlara hitaben basit bir özdeyiş ortaya koydu: “Bir ulus diğer ulusları ezerken aynı anda da kendisi özgür olamaz.”

Hayatının sonuna doğru Marx, Polonya’nın bağımsızlığının sadık bir savunucusu olarak kaldı. Konuyla ilgili 1875’teki yorumları, ulus ve sınıf arasındaki ilişkiye dair ince bir anlayış ortaya koydu:

Uluslararası işçi partisinin Polonya ulusunun yaratılması için çabalaması en ufak bir çelişki değildir. Aksine; ancak Polonya yeniden bağımsızlığını kazandıktan sonra, ancak özgür bir halk olarak kendini yeniden yönetebildikten sonra, ancak o zaman iç gelişimi yeniden başlayabilir ve Avrupa’nın toplumsal dönüşümünde bağımsız bir güç olarak işbirliği yapabilir. Bir ulusun bağımsız yaşamı, yabancı bir fatih tarafından bastırıldığı sürece, kaçınılmaz olarak tüm gücünü, tüm çabalarını ve tüm enerjisini dış düşmana yöneltir; bu süre zarfında, bu nedenle, iç yaşamı felçli kalır; toplumsal özgürleşme için çalışmaktan aciz kalır.

Marx, İrlanda’nın toprak reformu mücadelesini tartışırken, toplumsal eşitsizliğin yarattığı hoşnutsuzluğun, yabancı yönetimiyle birleştiğinde daha patlayıcı olabileceğini kabul etti. İrlanda’da toprak sahibi aristokrasiyi devirmenin İngiltere’dekinden “çok daha kolay” olacağını savundu, “çünkü İrlanda’da bu yalnızca basit bir ekonomik sorun değil, aynı zamanda ulusal bir sorundur, çünkü oradaki toprak sahipleri İngiltere’deki gibi ulusun geleneksel ileri gelenleri ve temsilcileri değil, ancak ölümcül derecede nefret edilen zalimleri.” Burada, milliyetçiliği saf bir “Yanlış Adres Teorisi” üzerinden benimseyen bir adama dair çok az işaret var.

Marx’ın Britanya şehirlerindeki İrlandalı göçmen işçilerin deneyimleri hakkındaki gözlemleri, WEB Du Bois’nın daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’ndeki beyaz işçiler arasındaki ırkçı tutumların nasıl yayıldığını anlamak için geliştirdiği “psikolojik ücret” teorisinin habercisiydi:

Sıradan bir İngiliz işçi, İrlandalı işçiden nefret eder, çünkü onda yaşam standardını düşüren bir rakip görür. İrlandalı işçiyle karşılaştırıldığında, kendisini egemen ulusun bir üyesi olarak hisseder ve tam da bu nedenle kendisini aristokratların ve kapitalistlerin İrlanda’ya karşı bir maşası haline getirir ve böylece onların kendi üzerindeki tahakkümlerini güçlendirir.

Kuzey Amerika örneğinde, Marx, kölelik karşıtı davanın tutkulu bir destekçisiydi ve İç Savaş sırasında Birlik yanlısı oldu ve liderlerinin Konfederasyona üstün gelmek istiyorlarsa köleliği ortadan kaldırmaktan başka çareleri olmayacağını tahmin etti. Atlantik’in ötesinden çıkarılacak en önemli derslerden birini Kapital’in metnine dahil etti: “Beyaz bir deri içindeki emek, siyah bir deri ile damgalandığı yerde kendini özgürleştiremez.”

Ne yazık ki, Marx ve Engels, İrlanda veya Polonya hakkındaki görüşlerini hiçbir zaman tutarlı bir teorik sistem halinde genellemediler. 1848 devrimlerinin ardından Engels, “tarihsel” ve “tarihsel olmayan” uluslar arasında ayrım yapmaya çalışarak yarardan çok zarar verdi. Güney Slavların ulusal hareketlerine düşmandı çünkü Orta Avrupa monarşileri onları karşı devrimin safına çekebilmişti.

Engels, bu güç uyumunu tek bir tarihsel anın ürünü olarak açıklamak yerine, Sırplar ve Romenler gibi toplulukların kalıcı olarak bağımsız siyasi eylemden aciz olduklarını ve yalnızca güçlü gerici devletlerin aracı olmaya mahkum olduklarını iddia etti. Engels’in “tarihsel olmayan” olarak tanımladığı halklar, sonraki bir buçuk yüzyıl boyunca onun tahminlerini yanlışlamaya devam ettiler.

Kendi Kaderini Tayin

Marksizmi eleştirenler, onun “sınıf indirgemeciliği” dedikleri şeyin umutsuzca kölesi olduğunu öne sürüyorlar. Yine de, kendisini Marx ve Engels’ten sonra gelen kuşağın tamamen ortodoks bir Marksisti olarak gören Lenin, ulusal kimlik üzerindeki çatışmaların yalnızca sınıf mücadelesinin kılık değiştirmiş bir biçimi olduğu fikrini kesin bir şekilde reddetti. Ayrıca sınıf bilincinin, sosyalist bir devrimin hararetli ateşinde bile ulusal anlaşmazlıklar sorununu çözeceğini de reddediyordu:

Sosyalizm ekonomiye dayanmakla birlikte, sadece ekonomiye indirgenemez. Ulusal baskının kaldırılması için bir temel -sosyalist üretim- esastır, ancak bu temel aynı zamanda demokratik olarak örgütlenmiş bir devleti, demokratik bir orduyu vb. taşımalıdır. Proletarya, kapitalizmi sosyalizme dönüştürerek ulusal baskıyı ortadan kaldırma olasılığını yaratır; bu olasılık “sadece” devlet sınırlarının halkın “sempati”sine göre çizilmesi dahil, her alanda tam demokrasinin kurulmasıyla gerçek olur.

Lenin, Marx ve Engels’ten daha tutarlı bir şekilde, kendi devletleri olmayan ulusal topluluklara kendi kaderini tayin hakkının verilmesi gerektiği mesajını verdi. Bu, sosyalistlerin aktif olarak mevcut devletlerin parçalanmasını istemeleri gerektiği anlamına gelmiyordu: “Kendi kaderini tayin özgürlüğünü, yani ayrılma özgürlüğünü destekleyenleri ayrılıkçılığı teşvik etmekle suçlamak, boşanma özgürlüğünü savunanları aile bağlarının yok edilmesini teşvik etmekle suçlamak kadar aptalca ve ikiyüzlüdür.”

Lenin’e göre, büyük devletlerin küçük devletlerden ziyade “tartışılmaz avantajları” vardı; bu, ulusal azınlıkların “yalnızca ulusal baskı ve ulusal sürtüşmelerin ortak yaşamı kesinlikle katlanılmaz hale getirdiği durumlarda ayrılmaya başvuracakları” anlamına geliyordu. İşçi hareketinin, bu azınlıklara kendi devletlerini kurma hakkı da dahil olmak üzere tam demokratik hakları vererek siyasi parçalanma eğilimini gerçekten caydıracağına inanıyordu: “Demokratik bir devlet sistemi, ayrılma özgürlüğünü tamamlamaya ne kadar yakınsa, ayrılma arzusu pratikte o kadar az sıklıkla ve daha az ateşli olacaktır.”

Bu, Lenin ve Rus sosyalist hareketindeki yoldaşları için acil bir siyasi sorundu, çünkü Rus olmayan milletler, çar tarafından yönetilen topraklarda nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu. Lenin’in büyük ulus şovenizmine karşı içten bir hıncı varmış gibi görünüyor. “Yalnızca şiddette büyük, yalnızca kabadayılıkta büyük” olan, kendine özgü “büyük uluslar”dan küçümseyici bir tavırla söz etti ve Afrika ve Asya’daki sömürgecilik karşıtı kurtuluş mücadelelerini desteklemeyi reddeden Avrupalı ​​sosyalistleri “şovenistler ve kanlı ve pis emperyalist monarşilerin uşakları” olarak kınadı.

Her türden milliyetçiliğin yerini “enternasyonalizme, tüm ulusların daha yüksek bir birlik içinde birleşmesi”ne bıraktığını görmek istedi, ama bunu yalnızca gönüllülük esasına göre yaptı. Bolşevik lider, küçük, devletsiz uluslardan gelen sosyalistleri, kendi ülkelerinin kendi kaderini tayin hakkını desteklemeye, ancak aynı zamanda “küçük ulusun dar görüşlülüğüne, inzivaya çekilmeye ve tecride karşı mücadele etmeye” çağırdı.

1922’nin sonlarına doğru son makalelerinde Lenin, Sovyet liderliğindeki bazı arkadaşlarının enternasyonalist bir görünüm altında Büyük Rus şovenizmini canlandırmaya başlamasından endişe duyuyordu. Rusya gibi bir ülkenin sosyalistleri açısından enternasyonalizmin “yalnızca ulusların resmi eşitliğinin gözetilmesini değil, aynı zamanda ezen ulusun, büyük ulusun eşitsizliğini telafi etmesi gerektiğini” vurguladı. Bu arka plan akılda tutularak, “ulusal azınlıklara yönelik tavizleri ve hoşgörüyü hafife almaktansa aşırıya kaçmak daha iyi” gördü.

Joseph Stalin, Lenin’in bu uyarıyı yaparken aklındaki Sovyet liderlerinden biriydi. Stalin’in kendisi bir Gürcü olmasına rağmen, Lenin, “Ruslaşan diğer milletlerden insanların bu Rus zihniyetini abarttığının yaygın bir bilgi olduğunu” gözlemledi. Stalin, Doğu Avrupa’da zorla kukla yönetimler dayatmadan önce, Çeçenler gibi tüm ulusların Orta Asya’ya sürülmesini emretme noktasına kadar bu “zihniyet”i taşıdığında, Lenin’in ne söyleyeceğini ancak hayal edebiliriz.

Ulusal toplulukların kendi kaderini tayin hakkına saygı göstermedeki bu başarısızlığın, Sovyetler Birliği’nin nihai çöküşünde çok önemli bir rol oynamış olması ironikti. Yine de, Stalin ve ardıllarının izlediği politikanın sonucu, muhtemelen Lenin için sürpriz olmayacaktı.

Lenin’in ölümünden bu yana, dünyadaki bağımsız ulus-devletlerin sayısı olağanüstü bir şekilde arttı. Onun argümanını en doğrudan şekilde Filistin’den Batı Sahra, Keşmir ve Sincan’a kadar geriye kalan açık seçik ulusal baskı vakalarına uygulayabiliriz. Ancak bu, İskoçya ve Katalonya gibi ülkeler için de geçerli: Vatandaşları Filistinliler veya Sahraviler ile aynı baskıyı yaşamayabilir, yine de kendi devletlerini isteyip istemediklerine karar vermekte özgür olmalılar.

Bu, kendi kaderini tayin etme hakkına başvuran herkes için hala önemli bir soru bırakıyor. Bu hakkın kullanılacağı siyasi birime nasıl karar veririz? Çakışan ulusal topluluklarınız olduğunda, haritada çizgiyi nereye çizdiğinize bağlı olarak çoğunluk kısa sürede azınlık haline gelebilir. En zorlu modern çatışmalardan bazılarını körükleyen bu sorunun doğrudan bir yanıtı yok.

Kader Toplulukları

Lenin, ulusal bilincin sosyalistlerin göz ardı edemeyeceği önemli bir olgu olduğu varsayımıyla yola çıktı. Çoğunlukla, insanların neden uluslarla özdeşleştiğini açıklamaya çalışmadı. Çağdaşlarından birinin bunu yapmaya yönelik en iddialı girişimi, Avusturyalı sosyalist lider Otto Bauer’in 1907 tarihli The Question of Nationalities and Social Democracy adlı kitabında geldi.

Bauer’in çalışmaları yirminci yüzyılın büyük bir bölümünde ihmal edildi ve tam bir İngilizce çevirisi ancak 2000 yılında çıktı. Sosyal demokratlar için fazla Marksist ve Marksistler için fazla sosyal demokrat olan Bauer, miras açısından siyasi taburelerin arasına düştü. Bu büyük bir kayıptı, çünkü Bauer’in çalışması milliyetçilik üzerine yazılmış en iyi modern yazılardan bazılarının habercisiydi.

Bauer, anladığımız şekliyle ulusların çok eski zamanlardan beri var olduğu fikrini reddetti ve onları “nüfusun tamamen yeni bir mekansal ve profesyonel dağılımı” ile sonuçlanan endüstriyel kapitalizmin yükselişiyle bağlantılı bir gelişme olarak gördü. “Bir dağ silsilesi ikisi arasındaki iletişimi zorlaştırdığı için yan köydeki köylüleri bile tanımadıkları” kırsal topluluklardan koparılan sayısız insan artık kendilerini kasaba ve şehirlerde buldular ve “ticaret döngüsünün düşüşleri ve yükselişleriyle oraya buraya fırlatıldılar.”

Bu kâr ve güç dünyası, kitleler için, çoğu insanın anlayabileceği standart bir dilde verilmesi gereken yeni bir tür eğitim gerektiriyordu:

Modern kapitalizm, daha yüksek düzeyde bir halk eğitimine ihtiyaç duyuyordu, çünkü bu olmadan büyük ölçekli işletmelerin karmaşık idaresi imkansız olurdu; modern köylü, modern bir çiftçi olmak istiyorsa, eğitime ihtiyaç duyuyordu; yerel yönetim ve modern ordu yaratacaksa, modern devletin buna ihtiyacı vardı.

Ulusal ordulara zorunlu askerlik “köylü oğlunu köyün dar alanından koparır” ve “onu kasabadan ve ülkenin diğer yerlerinden yoldaşlarla bir araya getirir.” Bu arada, siyasal demokrasinin yayılması, “günün büyük sorunlarını her köylü köyüne ve her atölyeye taşımanın aracı haline gelir. . . . Meclisteki her konuşma, gazetenin her sayfası zihniyet kültürümüzün bir parçasını son seçmene ulaştırır.”

Bauer, ulusal karakteri “bir ulusu diğerlerinden ayıran fiziksel ve zihinsel özellikler kompleksi” olarak tanımladı. Bunun bir “açıklama değil”, “açıklanması gereken bir şey” olduğunu vurguladı. Bauer’e göre ulusal karakter, biyolojinin veya coğrafyanın değil, tarihin bir ürünüydü: “Tarihin çökeltisinden başka bir şey değil, ulusun yaşadığı her yeni olayla, her saatle değişir. . . . Yeniden dünya olaylarının ortasına yerleştirildiğinde, artık kalıcı bir varlık değil, sürekli bir oluş ve yok oluştur.” Bu tarihsel görüş, göçün sözüm ona zamansız bir ulusal yaşam biçimini ortadan kaldıracağını iddia eden korku tellallarına hayati bir cevaptır.

Bauer, “birbiriyle sürekli iletişim ve sürekli etkileşim içinde aynı kaderin ortak deneyimini” içeren “kader topluluğu” ile bu tür iletişim ve etkileşimin olmadığı “kader benzerliği” arasında ayrım yaptı. Farklı Avrupa ülkelerinin işçi sınıflarını ikincisine örnek olarak gördü:

Alman ve İngiliz işçileri arasında ne tür iletişim bağlantıları olursa olsun, bunlar İngiliz işçisini İngiliz burjuvasıyla -ikisi de aynı şehirde yaşayan, duvarlarda aynı posterleri okuyan, aynı gazeteleri okuyan, aynı siyasi veya spor etkinliklerine katılmak ve ara sıra ya birbirleriyle konuşmak ya da en azından her ikisi de aynı bireylerle, kapitalistler ve işçiler arasındaki çeşitli aracılarla konuşan- bağlayan bağlardan daha zayıftı.

Bauer’in kabataslak çizdiği fikirleri araştıran koca bir kitap yazabilirsiniz ve bazı insanlar 1970’lerden beri milliyetçilik üzerine büyük bir külliyat geliştirdi. Ernest Gellner, kendi milliyetçilik teorisini, sanayi toplumunun, insanlara öğretilebilecek okuryazar bir kitle kültürü ihtiyacına dayandırdı. Benedict Anderson, “bir üretim sistemi ile üretken ilişkiler (kapitalizm) ve bir iletişim teknolojisi (baskı) arasındaki yarı tesadüfi ama patlayıcı bir etkileşimin ve insanın dilsel çeşitliliğinin kaçınılmazlığının” önemini vurguladı.

Gellner, Anderson ve “modernist” milliyetçilik kuramı ekolüne mensup diğerlerini birleştiren şey, ulusal devletlerin her zaman insan toplumlarını örgütlemenin bir yolu olarak var olmadığı ve dolayısıyla gelecekte de her zaman var olmaya ihtiyaç duymadıkları fikridir. Günümüz dünyasında asıl tehlike, milliyetçiliğin gücünü hafife almamız değil, onu her alanı fetheden bir güç ve insanlık durumunun ebedi bir parçası olarak görmemizdir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu