Demokrasi ve SolToplum ve Siyaset

Hayek’ten Hitler’e: Liberteryenizmden Faşizme Giden Yola Dair Bir Analiz –Tom Perret (Çeviri: Kübra Nil Yılmazer)

Liberteryen sağcı için, kaçınılmaz olarak zenginlerin başarılarını kıskanacak olan alt tabakadan kitlelerin, gerekirse silah zoruyla kontrol altında tutulması gerekmektedir. İşte görünmez elin bir demir yumruk haline gelmek için kenetlendiği yer burasıdır.

Bu yazı Tom Perret’in Medium’da yayınlanan yazısının Türkçe çevirisidir.

“Eskiden hepimiz liberteryenlerdik. Yani, bunu herkes bilir.” – Mike Enoch, beyaz milliyetçi, Charlottesville mitingi katılımcısı ve ‘Daily Shoah’ podcast’in sunucusu.

Liberteryenlik ve faşizm genellikle birbirleriyle çelişkili, hatta ideolojik açıdan birbirine zıt olarak kabul edilir. Faşizm, otoriter ve totaliter devlet kontrolünün ekonomi ve toplum üzerinde askeri ve hiyerarşik bir düzende gerçekleştiği, tüm sınıfların otoriter bir devlet tarafından mobilize edildiği ve düzenlendiği bir sistem olarak tanımlanır. Liberteryenlik ise daha bireyci bir ideoloji olup, devleti reddederek gönüllü birliktelik ve kaynakların serbest piyasa tarafından dağıtılması fikrini benimseyen bir ideolojidir. Ancak, günümüz dünyasının liberteryen ve anarko-kapitalist çevrelerinde, liberteryen sağ diyebileceğimiz kanadında belirgin ve endişe verici bir şekilde açık bir faşist siyasete yönelme eğilimi görülüyor. Vox Day, Stefan Molyneux, Lauren Southern, Christopher Cantwell (“Ağlayan Nazi” olarak da bilinir) ve Richard Spencer gibi isimler, bir zamanlar liberteryen olan ve sonradan “Alternatif Sağ”ın önde gelen sesleri haline gelen bazı örneklerdir. Bu yazı, liberteryenlik ve faşizm arasındaki temel benzerlikleri ve birinden diğerine geçişin nedenlerini analiz edecektir. Bu geçişin merkezindeki unsurlar; ırksal hegemonya ve ulusal kimlik çıkarları doğrultusunda sınıfsal işbirliğine olan bağlılık, ırksal ayrımcılığın bir özel mülkiyet hakkı olarak kabul edilebileceği ve dolayısıyla bilimsel ırkçılığın sermaye üretim şeklinden kaynaklanabilecek herhangi bir eşitsizliği meşrulaştırdığı düşüncesi ve komünizme karşı içgüdüsel bir muhalefettir.

Ulusal Çıkarlar İçin Sınıfsal İşbirliği

Faşist teorisyenler, Marksist yaklaşımın sosyalizme dair sınıf temelli ve ekonomik belirlenimcilik üzerine kurulu analizinden memnuniyetsizdiler ve sınıf dayanışması yerine ulusal sadakati vurgulamayı tercih ettiler. Örneğin Mussolini’nin “Faşizmin Doktrini” şöyle der: “Faşizm… devlet içindeki (sınıfları tek bir ekonomik ve etik gerçekliğe birleştiren) tekliğin bilinmediği ve tarihte sadece sınıf mücadelesini gören sosyalizme karşıdır “, devamında da “böyle bir hayat anlayışı, Faşizmi, ‘bilimsel ve Marksist sosyalizme’ temel oluşturan doktrinin kesin reddi yapar; bu, insanlık tarihini üretim süreçleri ve araçlarındaki değişikliklerle açıklamayı amaçlayan doktrin olan tarihsel materyalizmin reddidir“. Oswald Spengler’in “Prusyalılık ve Sosyalizm” adlı eseri ise faşistlerin özel mülkiyetin korunmasında hiçbir sakınca görmediğini iddia etmiştir. Ona göre, sosyalizm, uygulandığı ülkeye göre farklı karakteristikler gösterecek ve bu bağlamda bir Alman işçinin başka bir ülkedeki bir işçiden ziyade, bir Alman patronla çok daha fazla ortak noktası olacaktır. Spengler şöyle demiştir: “Eski Prusya’daki yöntem, toplam üretim potansiyelinin kurumsal yapısını yasal düzenlemelerle belirlerken mülkiyet ve miras hakkını dikkatlice korumaktır.” Spengler, kimliğin ekonomik sınıflandırmalara indirgenmesinin ulusal sınırlara dayanan çok daha önemli bir ayrımı gizlediğini savunarak Marksizme “işçi sınıfının kapitalizmi” adını verdi. Faşizmin, 1930’larda faşist liderler tarafından benimsenen birçok ekonomi politikasının temelini oluşturan sınıf işbirliği anlatısı, sosyalizmi nasyonalist değil enternasyonalist bir ideoloji olarak görülmesine ve reddedilmesine yol açtı. Nazi toplama kamplarının ilk kurbanları komünistler ve sosyalistlerdi; bu tekrar eden örüntüye daha sonra döneceğim.

Almanya, İtalya, İspanya, Portekiz ve 1930’lu ve 40’lı yıllarda Nazi işgalindeki birçok ülkede kurumlaşma ve özelleştirme o günlerin alışılagelmiş düzeni haline geldi. Örneğin, İspanyol ekonomist Germa Bel’e göre, Commerz-Bank 50 milyon Reichsmark ve Deutsche Bank da 1937’de 57 milyon Reichsmark karşılığında yeniden özelleştirildiler. Bu bankalar, daha önceden 1929’da Büyük Buhran’ı takiben kamulaştırılmıştı. Ayrıca, Danzig Senatosu Başkanı Hermann Rauschning, özelleştirme konusunu Hitler’e sorduğundaHitler şöyle cevap verdi: “Niye bankaları ve fabrikaları toplumsallaştırmakla uğraşalım ki? İnsanları toplumsallaştırıyoruz.” Nazilerin kendilerine önceden destek vermekte isteksiz olan önde gelen sanayicilerle ittifak kurmayı hedeflediklerine dair önemli kanıtlar mevcuttur. Krupp ve I.G. Farmen, 1933 başlarında Nazi Partisine politik destek karşılığında finansal destek sağlamışlardır. Mussolini de özelleştirmeyi destekleyen biri olarak bilinir; 1922-1925 yılları arasında metal makine firması Ansaldo, telefon ağları, otobanlar ve devletin hayat sigortası üzerindeki tekelinin sona ermesi gibi birçok özelleştirme gerçekleşmiştir. Bu, faşistlerin ekonomiyi arz ve talebin belirlediği serbest piyasa tahsisine ve düzenlemeye destek vermemelerine rağmen, otoriter bir devletin yönlendirmesi altında özel girişimin korporatist tekel oluşturmasına kesinlikle destek verdiklerini göstermektedir. Antonio Salazar, hükümetinin üst meclisini feshederek onun yerine bir kurumsal meclis kurmuştur. Bu nedenle, liberteryenlerin sağ kanadı ve faşistler, özel mülkiyet haklarına saygı duymak ve çalışan sınıfın ve burjuvazinin ırk ve millet çıkarları doğrultusunda birlikte çalışmasını sağlamak konusunda birleşmiştir.

Serbest piyasaların ve laissez-faire ekonomik ideolojinin savunucuları, çalışan kesimleri çıkarlarını desteklemeye ikna etmek için ‘bölme ve yönetme’  aracı olarak sınıf işbirliğini kullanmışlar ve örgütlü sermayenin çıkarlarına hizmet eden, seçkinleri hedef aldığını iddia eden sahte bir “popülizm” savunmuşlardır. Amerika’da “Tea Party”, beyaz çalışan sınıfı, küçük işletme sahiplerini ve orta sınıf profesyoneller arasındaki bir hoşnutsuz grubu hem büyük şirketlere hem de yaratılan “komünist” tehdit algısına karşı radikalleştirmiştir. Paradoksal olarak, Tea Party’nin 2014 ara seçimlerinde de bağlı kaldığı şirket vergilerini düşürme, sosyal güvenlik ağını ortadan kaldırma, harcamaları önemli ölçüde azaltma ve ekonomiyi düzenlemeyi amaçlayan gündem, kapitalist sınıfın büyük bir bölümü tarafından benimsenmiştir. Koch kardeşlerden önemli miktarda fon alan Americans for Prosperity ve Freedom Works, Tea Party’i finanse etmede etkili olmuşlardır. Ayrıca Glenn Beck ve Sean Hannity gibi milyoner medya figürleri, Tea Party’i müesses nizamın bileşenleri olan devlet ve iş dünyasın içindeki akrabalık ve kayırmacılık ilişkisine karşı radikal bir alternatif olarak samimi bir şekilde tanıtmışlardır. Beyaz çalışan sınıf Amerikalıları, milyarder sınıfıyla aynı partiye oy vermeye ikna etmek niyetiyle yıllardır Amerika’da refah konusundaki tartışmaların büyük bir kısmı solcu politikacıların sosyal yardımları çalışkan ve üretken beyazlardan alınıp tembel ve sorumsuz siyahilere dağıtılacak biçimdeki genişletmeyi ve derinleştirmeyi amaçladığı algısını yaratmak amacı ile yapılmıştır. Örneğin, 1961’de Barry Goldwater, kamu kaynaklarının “evlilik dışı doğan çocukları” sübvanse ettiği konusunda şikayette bulunmuş ve sonradan ‘Eyalet Hakları’ bahanesiyle 1964 Medeni Haklar Yasası’na karşı çıkmıştır1976’da Ronald Reagan, yine aynı klişeyi kullanarak, olabildiğince sosyal yardım alabilmek adına Chicago’da yaşayan ve 80 farklı isim ve 30 farklı adrese sahip olduğu iddia edilen bir kadına saldırmak için aynı kinayeyi kullanmıştır. Bu, Liberteryen eğilimlerin sınıf işbirliğinin genellikle ırka dayalı bir temel kazandığı ve siyah Amerikalıların orantısız şekilde aldığı algısı yaratılan devlet “yardımları” programlarını azaltma ve sona erdirme ihtiyacını doğurduğu bir yaklaşımı işaret etmektedir. Siyah Amerikalıların diğer gruplardan daha fazla kişi başına sosyal yardım aldığı iddiası açıkça yanlış olmasına rağmen, zira beyaz Amerikalılar kişi başına düşen devlet yardımında birinci sıradalar, Liberteryen sağın faşist politikaları benimsemeleri için bir başlangıç noktası sağlamaktadır.

Özel Bir Mülkiyet Hakkı olarak Irk Ayrımcılığı

Irk ayrımcılığının özel mülkiyet hakkı olarak kabul edilebileceği fikri, muhtemelen Liberteryenler ve Faşistler arasındaki en büyük benzerlik ve birinden diğerine geçişteki kritik dönüm noktasıdır. Yukarıda bahsedildiği gibi, o dönemin Cumhuriyetçi Başkan adayı olan Barry Goldwater, 1964 Medeni Haklar Yasası’na “Eyalet Hakları” temelinde karşı çıkmıştı. Özel mülkiyet savunucu ve “kendi kaderini tayin edebilme” hakları, Cumhuriyetçi Parti’nin “Güney Stratejisi”nde onlarca yıl hüküm sürdü. Bu düşünce günümüze kadar sürdü, çünkü modern “alternatif sağ” hareketinin üyeleri arasında, bir zamanlar Liberteryen ya da “Anarko-Kapitalist” (kendisi ile çelişkili olan bir terim) olanlar, özel mülk sahiplerinin ırksal nedenlerle ayrımcılık yapma haklarına yönelik eyaletlerin kısıtlamalarını reddetmeleri, onların faşizme doğru kaymalarının başlangıcı oldu. Christopher Cantwell ya da “Ağlayan Nazi” olarak bilinen kişi, “eğer siyahiler suç işliyorsa veya Yahudiler komünizm yayıyorsa” onlardan uzak durmanın ahlaki bir zorunluluk olarak kabul edilebileceğini belirtti.

Murray Rothbard ve Hans Herman Hoppe gibi, “anarko-kapitalist” ideolojinin önemli savunucuları da benzer duyguları dile getirdi. Rothbard, “ırkçı bilim, bir grubun diğerinin üzerinde baskı kurması ya da açıkça saldırması değil, tam tersine özel mülkiyetin saldırganlara karşı savunulması için gerekli bir uygulamadır” demiştir. Bu bağlamda, sözde “ırk gerçekçiliği” sadece bir özel mülkiyet hakkı değil, aynı zamanda eşitlik karşıtı hiyerarşilerin varoluşu için bir gerekçedir. Eğer bu hiyerarşiler, sosyoekonomik sıralamada “daha alt” konumda olanlardan kendilerini korumak için otoriter ve militarist bir devletin varlığını gerektiriyorsa, bu durum “anarko-kapitalistler” in mantığına göre, liberteryen prensiplerle çelişmemektedir. Böylece Liberteryenlik ve faşizm ırksal ve sosyal hiyerarşilerin savunusunda birleşirler.

Özel mülkiyet hakları savunusunun, Liberteryen sağın uç kesiminde bilimsel ırkçılığa olan inançla paralel yürümesi tesadüf değildir. Zira liberteryenler, siyasi çalkantılar ve ezilen halkların rahatsızlığı gibi statükonun sorgulanmasına vesile olan olaylara tepkili yaklaşırlar. Örneğin, Stephen Jay Gould’un “The Mismeasure of Man” adlı kitabı, herhangi bir grubun başarısızlığının sebeplerinin kalıtsal aptallık, şiddet, ve dürtüsellik gibi değiştirilemez biyolojik gerçeklerden kaynaklandığı kabul edilirse, toplumdaki en zenginler için vergi indirimlerinin daha kolay sürdürülebileceğini ve kapitalizmin ekonomik sonuçlarının göz ardı edilebileceğini savunur. Bilimsel ırkçılık, serbest piyasa savunucularının kendi içlerine dönüp savundukları sistemin ve zalim ve insanlık dışı potansiyel sonuçlarını göz önünde bulundurma gerekliliğini ortadan kaldırır.

Beyaz olmayanların, beyazlara göre daha az bireyci ve liberteryen prensipleri benimseme konusunda daha yetersiz oldukları iddiası, liberteryen ve anarko-kapitalist tartışmalarında yaygın bir tema olup, ırksal homojenliğin gerçek bir liberteryen toplumunun kurulması için gerekli bir ön koşul olduğunu gösterir. Alt-Right’ın web sitesinde bir makalede şöyle denir: “Yüksek güvene dayalı bir toplum olmadan, önemli bir kapitalist sınıfın gelişmesi mümkün olmayacak ve bunun olmaması durumunda liberteryen kurumların ortaya çıkma hayalinizle de vedalaşmanız gerekecek. Kısacası, özgürlüğü seviyorsanız, homojenliği sevmek zorundasınız.” Beyaz olmayanların Batı ülkelerine göçüne izni verilirse liberteryenizmin gölgede kalacağı ima edilmektedir, bu da güçlü sınırları korumak için otoriter bir devletin gerekliliği gibi birçok imayı gündeme getirmektedir. Bu nedenle, birçok liberteryen serbest ticareti ve sınırsız yasal göçü desteklemekten vazgeçip, korumacılığa ve zorunlu ırksal ayrıma destek vermeye geçiş yapma eğilimindedir.

Stefan Molyneux ve Vox Day gibi eski liberteryenler, “Serbest piyasa”nın, var olduğu toplumun sosyokültürel değelerini yansıtabilecek şekilde esnetilebilen bir varlık olduğunu keşfettiler ve bu keşif onlarda hayati bir farkındalık yarattı. Eğer beyaz olmayanların kitlesel göçü ve sözde “dejenerasyon”, arz ve talebin gereklilikleri ise, o zaman liberteryenler bunu kabul edebilir veya bunu değiştirmek için otoriter devlet kontrolünü destekleyebilirlerdi. “Çoğunluğun tiranlığı”nın ırka dayalı ayrımcılık yapma haklarını engellemesi ve özel girişimi tehdit etmesi onlar için tam anlamıyla nefret edilesi bir durumdu. 

Şiddetli bir Anti-Komünizm

Eğer liberteryenlerin ve faşistlerin ortaklaştığı bir şey varsa, o da komünizme ve uzaktan komünist olarak yorumlanabilecek her şeye karşı açık ve tereddütsüz bir küçümsemedir. Kapitalizmin çelişkilerinin, sistemin tüm yapısını çökertmeye sebep olacak kadar derinleştiği her ekonomik çalkantı döneminde, liberteryenler ve ana akım Muhafazakarlar, kâr akışını korumak ve kapitalist mülkiyet ilişkilerini sürdürmek amacıyla aşırı sağın otoriter güçlerine yöneldiler. Faşist Devlet, kapitalist krizlere dair sunulan eşitlikçi ve sosyalist çözümlere karşı bir siper sağlar. Eric Hobsbawm’ın ‘Age of Extremes’ adlı kitabı öngörülü bir şekilde şunu ileri sürer: “Bu hareketlerin ortak bağlayıcısı, toplum içerisinde dev şirketler ve yükselen kitlesel işçi hareketlerinin arasında sıkışan küçük adamların hıncıydı.”

Hem 1789 devriminin hem de 1917 devriminin sonuçlarına içerleyen küçük burjuvazinin bir hareketi olan faşizm, beyaz yakalı işçilerin, örgütlü işçi hareketlerinin çıkarlarına karşı seferber edilmesine dayanıyordu. Bu durum, Yahudilerin hem şaibeli finansörler hem de devrimci isyancılar olarak karikatürleştirilip şeytanlaştırıldığı yıllara damgasını vuran Anti-Semitizmde açık bir faktördü. Bunu günümüzde bile görebiliriz, popülist sağ, büyük teknoloji şirketlerine ve küreselcilere karşı nefreti artırırken, George Soros’u uluslararası bankacılık komplosunun merkezi figürü olarak betimler. Büyük şirketlerin ideolojik açıdan sol bir eğilimi olduğunu iddia ederek (birkaç saniyeden fazla düşünülürse açıkça saçma bir iddia), sıradan, vatansever insanların uluslararası sermaye (Yahudi) ve örgütlü emek arasında ezildiğini ima etmektedir. Faşizmin, ortaya çıktığı dönemin sosyal, siyasi ve ekonomik normlarına bağlanıp bu normlara uyum sağlama gibi çevik, değişken bir eğilimi yeniden göstermesi şaşırtıcı değildir.

Faşizm, özellikle Almanya ve İtalya’da örgütlü emeğe karşı bir tepki olarak ortaya çıktığından, kapitalizm ve faşizm birlikte hareket etmeye başladılar. Yukarıda da belirtildiği gibi, Alman “ılımlı” sağı, Komünizm tehdidini hafifletmek için Hitler’i desteklemenin yapmaya değer bir fedakarlık olduğunu kabul etti. 1924 yılında, Nazi Partisi’nin oyları sadece %3’tü. 1928’de bu oran %18’e yükseldi ve 1932’de de %37’ye çıktı. Alman Ulusal Halk Partisi ve büyük sanayi baronlarının desteği olmadan Hitler’in bunu başarması pek olası değildi.

Liberteryen sağcıların, komünizm tehdidi algısına karşı ideolojik bir tampon olarak faşist politikaları desteklemelerine yönelik eğilim, F.A. Hayek’in Portekizdeki Antonio Salazar ve Şili’deki Augusto Pinochet gibi faşist rejimleri desteklemesinde açık bir şekilde görülebilir. Hayek, Times’a Pinochet’i destekleyen bir mektup yazarak şunları söylemişti: “Çok eleştirilen Şili’de, kişisel özgürlüğün Allende döneminden çok daha fazla olduğu konusunda en ufak bir anlaşmazlığa rastlayamadım.” Hayek için, kişisel özgürlük için pazar vazgeçilmezken, sandık değildi.

Hayek’in liberalizmi demokrasiden ayırmasının temeli, faşist rejimleri desteklemesini haklı çıkarmak için sağlam bir meşruiyet oluşturdu. Öldürülmemek veya mülkünün ihlal edilmemesi gibi “negatif” özgürlükler ile eğitim, sağlık hizmeti vb. haklara sahip olma gibi “pozitif” özgürlükler arasında ayrım yaparak, hükümetin sorumluluklarının öncelikle ilkini korumak olduğunu belirtti. Çoğunluğun tiranlığını ortaya çıkaran örgütlü emeğin hak kazanımları, Hayek’e göre özgürlüğün maksimizasyonu icin kısıtlanmalıydı. Demokrasi, böyle bir tiranlığı gerçekleştirmek için bir araçtı. “Etkili ve rasyonel ekonomi politikalarının ancak güçlü bir otoriter lider veya filozof-devlet adamı tipi altında uygulanabileceği söylenebilir” diyerek, Hayek, serbest piyasa liberteryenliğinden faşist savunusuna (meşrulaştırmasına) kadar olan alçalışı tamamladı. Özel mülkiyet ve negatif haklar bir devlet tarafından güvence altına alınmalıydı.

Önemli ve rahatsız edici bir fenomen olarak liberteryen sağcıların militarist ve otoriter faşizmi desteklemeye başlaması sadece bir korelasyon değildir; aksine, mülkiyet ilişkilerine yönelik görüşlerinden komünizme karşı ortak nefretlerine kadar bu iki ideoloji arasında önemli paralellikler vardır. Komünizm tehdidi algısı karşısında özel mülkiyet haklarını devlet gücüyle koruma arzusu, bu paralelliklerin önemli bir parçasıdır. Diğer grupları sosyal yardıma muhtaç ve yetersiz olmak anlatısı ile şeytanlaştırma, tüm sınıfları etnik homojenlik ve milli gurur etrafında birleştirmek ve sıraya dizmek için önemli bir taktiktir ve sınıf ayrımlarını engeller. En önemlisi, “çoğunluğun tiranlığı”nın, bireylerin ırk temelinde ayrımcılık yapma hakkını elinden almasını engellemek istemesi ve liberteryenizmin ve bireysel özgürlüğün beyaz olmayan daha “kolektivist” gruplarca risk altında olduğuna inanma, liberteryen-faşist dönüşümün temelini oluşturur. Liberteryen sağcı için, kaçınılmaz olarak zenginlerin başarılarını kıskanacak olan alt tabakadan kitlelerin, gerekirse silah zoruyla kontrol altında tutulması gerekmektedir. İşte görünmez elin bir demir yumruk haline gelmek için kenetlendiği yer burasıdır.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu