Demokrasi ve SolPolitikaToplum ve Siyaset

Ulusal Sorun Sol İçin Neden Önemli? – Jean-Numa Ducange ile Röportaj (Çeviri: Kemal Büyükyüksel)

Karl Marx “işçilerin ülkesi yoktur” diye yazmıştı ama hemen sonrasında onların “ulusun önde gelen sınıfı” olmaları gerektiğini ekledi. Sol, bir yüzyılı aşkın süredir bu iki fikri uzlaştırmaya çabalıyor.

Jean-Numa Ducange ile Jacobin’de yapılan röportajın Türkçe çevirisidir.

Fransa başbakanı Élisabeth Borne, tartışmalı emeklilik reformunu hayata geçirmek için parlamentoda ayağa kalktığında, sol görüşlü France Insoumise milletvekilleri, birçok Avrupa ülkesindeki meslektaşlarının yapmayacağı şekilde, yani milli marşı söyleyerek tepki gösterdiBritanya’nın kasvetli “Tanrı Kralı Korusun” şarkısından farklı olarak, Fransa’nın gürleyen “La Marseillaise” şarkısı en azından devrime, daha doğrusu devrimci savaşa dayanan bir şarkıdır. Ancak onun keskin vatanseverliği, Fransa’da bile tüm solcular tarafından kesinlikle sevilmediği anlamına geliyor. Solun vatanseverlik ve ulusal kimlikle olan ilişkisinin tek bir “çözümü” yok; özellikle de bunun tüm ülkelerde aynı anlama gelmediği göz önüne alındığında emperyal merkezdeki liberal demokrasilerdeki sosyalistlerin, sorunu sömürge işgaline karşı silahlı direnişe öncülük eden partilerle aynı şekilde ele almaları pek mümkün değil. Ancak “ulusal sorun”, Sol üzerinde pek çok düşünceye ilham kaynağı olmuş ve günümüzde soruna dair içgörü sağlayan farklı düşünce ekollerini ortaya çıkarmıştır.

Jean-Numa Ducange, özellikle Fransa ve Almanca konuşulan ülkelere odaklanan, sosyalist hareketin tarihçisidir. Son kitabı Quand la Gauche pensait la Nation (Sol Ulus Üzerine Düşündüğünde), sosyalistlerin yirminci yüzyılın başında politikalarının “ulusal” boyutu hakkında nasıl düşündüklerini ve bunun ilan ettikleri enternasyonalizmle nasıl örtüştüğünü tartışıyor.

Lava Media’dan Adrian Thomas’la Solun ulusal sorunla nasıl boğuştuğu ve bunun neden bugün hala bir sorun olduğu hakkında konuştu.

Adrian Tomas

Avrupa’nın her yerinde milliyetçilerin yelkenleri rüzgarla dolmuş halde. Medyayı ulusal kimliğe dair fantazi vizyonlarıyla doyuruyorlar, hatta belli bir başarı da sağlıyorlar. Solun bu noktada hiçbir fikri yok gibi görünüyor. Aşırı soldaki pek çok kişi için milli marşı söylemek veya bayrak sallamak modası geçmiş görünüyor, hatta muhafazakar eğilimlerden şüphe ediliyor. Peki, kökenlerinden başlayarak ulus gerçekte nedir ve bu kavram nereden gelmektedir?

Jean-Numa Ducange

Günümüze kadar birçok büyük değişimden geçmiş çok eski bir kavramdır. Fransa’da genellikle “ulus”un 1789 Devrimi’nden sonra sol bir tema olduğu ve 19. yüzyılda milliyetçiliğin yükselişiyle birlikte yavaş yavaş sağa kaydığı söylenir. ”Yaşasın millet”, onları bölebilecek diğer noktaların ötesinde, 1789 devrimcilerinin ortak toplanma çığlığıydı. Bu, teorik olarak tüm uluslara açık olan ve her şeyden önce monarşilere ve her türlü etnik bakış açısına karşı bir siyasi anlaşmaya dayanan siyasi bir ulus fikrinin doğuşuydu.

Aslında pek çok tarihçi Fransız “ulusunun” göründüğünden daha az açık olduğunu göstermiştir. Bazı devrimciler, sınırlı bir toprak parçasına kök salmış bir halkın tarihiyle bağlantılı, katı bir Fransız bakış açısına sahipti. Ancak birçok aktör ve on dokuzuncu yüzyılda dünya çapındaki önemli devrimci hareketler için ulus hakkında konuşmak, insani ve siyasi ilerleme anlamına geliyordu.

Bu aşırı Fransız merkezli bir bakış açısı gibi görünebilir. Ancak ulusal fikir, yabancı baskıya maruz kalan birçok halk için uzun süre ilerici bir karaktere sahip oldu. Bu, bu tarihsel dönemin büyük bir kısmı için geçerlidir. Her şeyden önce ulus, bir kez ve her zaman için tanımlanan sabit bir kavram değildir: sosyalist bakış açısına göre, başlangıçta büyük ölçüde “burjuva” bir yapıdır, ancak koşullara bağlı olarak ilerici bir karaktere bürünebilir.

Ulus, devrimci bir süreçle yakından bağlantılı olduğunda, gerici güçlerin ürünü olduğu zamankiyle aynı anlama sahip değildir. En büyük sorulardan biri, ulusun uluslarüstü yapılarla (imparatorluklar veya Avrupa Birliği gibi daha yeni yapılar anlamına gelir) karşı karşıya olduğu yerdir. Bu şartlarda milleti kim, ne adına savunabilir?

Bu büyük sorular günümüzdeki geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmedi: ve bugün bile radikal sol güçler arasında (komünistlerden sosyal demokrasinin solunda kalan eski komünistlere kadar…) bu konuda bir fikir birliği yok.

Adrian Tomas

Karl Marx ulusa nasıl bir yer ayırdı? Komünist Manifesto’da “işçilerin vatanı yoktur” diye yazmamış mıydı?

Jean-Numa Ducange

Marx, ulusun net bir tanımını yapmadığı gibi, sosyalistlerin ve komünistlerin “Marx, falanca durumda ulusal talepleri desteklememiz gerektiğini söyledi” vb. demesine imkan verecek bir stratejik plan da ortaya koymadı. Örneğin, ezilen Polonya’nın taleplerini desteklemek gibi vaka bazında yaklaşımı benimsedi ve yazdığı döneme bağlı olarak soruna daha fazla veya daha az önem verdi. Örneğin, L’Algérie Française (1830’dan itibaren Fransa tarafından fethedilen Cezayir) örneğinde, o da, o zamanın pek çok sosyalisti gibi, başlangıçta sömürgeleştirmenin yararlarına ikna olmuştu.

Ancak bu konuda gelişti ve Avrupalı ​​olmayan halkların özel kaderinin giderek daha fazla farkına varmaya başladı. Kevin Anderson’dan Marcello Musto’ya kadar pek çok yeni araştırmacı, Marx’ın daha sonraki yaşamında, insanlık tarihinin gelişimi için temel olarak Avrupa’da mücadele edilmesi ve kazanılması gerektiği fikrinden vazgeçerek, daha çok yönlü bir tarih okumayı benimsediğini gösterdi.

Manifesto’daki ünlü “işçilerin ülkesi yoktur” sözüne gelince, bu metinde söylediklerinin, pasajın tamamını ele aldığımızda çok daha incelikli olduğunu gözlemliyorum. Daha doğrusu şöyle dedi: “Çalışanların vatanı yoktur. Sahip olmadıkları şeyleri onlardan alamayız. Proletarya, her şeyden önce siyasi üstünlüğü ele geçirmesi, ulusun lider sınıfı haline gelmesi, kendisini ulus olarak kurması gerektiğine göre, kelimenin burjuva anlamında olmasa da, şu ana kadar kendisi de ulusaldır.”

Yani sadece ilk kısmı aktarırsak, işçilerin vatan yoksunluğunun gelecek için de temel perspektif olduğunu vurgulamış oluyoruz: Sınırların kaldırılması teşvik edilmeli ve kapitalizmin gelişimi bizi oraya götürmeli. Ama aynı pasajın açıkça ulusun burjuva anlayışından farklı bir şekilde yanında durmaktan bahseden ikinci kısmını getirirsek, o zaman bakış açısı değişir.

Marx’ın çalışmalarını daha geniş bir şekilde okuduğumda, onun hiçbir zaman ulusların saf ve basit bir biçimde ortadan kaldırılmasını gerçekten tasavvur etmediğini düşünüyorum. Daha ziyade milletler arasındaki düşmanlığın sona ermesini istiyordu. Marksistlere hâlâ çözülmesi gereken pek çok soru bıraktı: Milleti ne zaman ve hangi koşullarda savunabilirler? Peki, ulusal çerçevede ortak bir cepheyi meşrulaştırmak için siyasi ittifaklar açısından ne kadar ileri gitmeliler?

Marx bu nokta üzerinde ayrıntılı durmadı çünkü bu sorunun o kadar hayati bir öneme sahip olduğunu düşünmüyordu. Bu soruyu ele alanlar sonraki nesillerin liderleriydi: Joseph Stalin, Leon Troçki, Karl Renner, Otto Bauer, Jean Jaurès bunlardan sadece birkaçı.

Solun ulus fikri büyük ölçüde farklılık gösteriyor. Belle Epoque (1871–1914) sırasında, hem Fransa’da hem de Orta Avrupa’da Jaurès’le birlikte merkezi bir odak noktasıydı. Alman ve Avusturya-Macaristan sosyalistleri bu konuyla özellikle ilgileniyorlardı. Fransa’daki Jaurès için amor patria tartışmaların ötesindeydi: ülkesini, kültürünü ve dilini derinden seviyordu ve çoğu zaman şehvetli tonlarla övüyordu. Ancak hiçbir zaman dışlayıcı ya da “ırkçı” bir ulus anlayışına sahip olmadı.

1911 tarihli Yeni Ordu adlı eserinde ulus ve enternasyonalizm arasında yakın bir bağlantı kurmuştu: “Biraz enternasyonalizm bizi vatanımızdan uzaklaştırır; çokça enternasyonalizm bizi buna yaklaştırıyor.” Kendi ülkesine bağlılık, enternasyonalizmin savunulmasıyla birleştirildi. Jaurès için Fransa, Devrimin ve Cumhuriyetin anavatanı anlamına geliyordu. 1789-94 yıllarının tarihçisi olarak kendisini bu dönemin “aristokratlara” karşı çıkan “yurtseverleri” ile özdeşleştirdi. Almanca konuşulan ülkelerde ise tablo oldukça farklıydı. 1871 yılı, Almanya’nın birleşmesinin nihayet sağlandığı yıldı. Ancak Almanya’nın artık hem siyasi hem de coğrafi bir gerçeklik olduğu gerçeğinin yanı sıra, hakları tanınmayan azınlık halkları sorunu da varlığını sürdürüyordu.

Aynı şey tamamen başka insanların hakimiyetinde olan ülkeler için de geçerli. Onların durumunda, ulusal haklarını savunma konusunda güçlü bir kararlılık vardı, çoğu zaman sosyal sorunlardan daha fazla önem taşıyordu ve bu da sosyalistlere güçlü meydan okumalar oluşturuyordu.

Çekleri örnek alabiliriz. Bugün bağımsız bir ülkede toplanmış durumdalar. Avusturya-Macaristan imparatorluğu zamanında Çekler Avusturya kısmına bağlıydı ve uluslarına dair özel bir tanınma yoktu. Ancak Çekler, çeşitli sanayi şehirlerinde bulunan çok sayıda işçiden oluşuyordu. Başlangıçta Almanca ortak dildi; Çekçe de öğrenildi, ancak bu siyasi bir konu olarak nispeten az gündeme getirildi. Ancak dilsel ve ulusal talepler, Almanca konuşan işçilerle çatışmaları alevlendirecek kadar güçlendi.

Avusturyalıların (sözde “Avusturya Marksistleri“) milliyet sorunları hakkında çok şey yazmalarının bir nedeni de buydu: Aslında bunu yapmaktan başka çareleri yoktu ve bu çeşitli halklara bazı perspektifler sunmak zorundaydılar. Ancak bu aynı zamanda daha geniş bir düşünce ve politika akımını da tanımladı; bu, 1930’ların başlarına kadar uzanan çarpıcı sayıda Marksist çalışma ve analizle sonuçlandı.

Milliyetler sorununa bağlı kalmak ve işleri büyük ölçüde basitleştirmek için vizyonları şuydu: Habsburg İmparatorluğu’nun çokuluslu gerçekliği karşısında, bir “kişisel özerklik”, yani kişinin “ulusal” haklarının devlet tarafından tanınması olasılığını önerdiler. Devlet herhangi bir milletle eşanlamlı değildir. Avusturya-Macaristan bağlamında bu, özellikle Çeklerin haklarının tanınması anlamına geliyordu, ancak toplu olarak ayrılmaları söz konusu değildi.

Böylece sosyalistler, sürdürülemez olduğunu düşündükleri birçok küçük ulus devletin yaratılmasından kaçınmayı umuyorlardı. Bu ilkeler o dönemde, özellikle Moravya’da (günümüz Çek Cumhuriyeti’nin bir parçası) bazı uzlaşmalara ilham kaynağı oldu. Birinci Dünya Savaşı tüm bu çabaları bir kenara attı ancak bu fikirlere yakın ilginç girişimler vardı; örneğin “Balkan Federasyonu”: “Balkanlaşma”dan (savaş ve parçalanmaları anlatan gündelik dile giren bir kelime) kaçınmayı mümkün kılacak bir tür uluslarüstü yapı. Yugoslavya gibi daha somut ve uzun ömürlü bazı siyasi sistemler bu fikirlerden ilham aldı.

Bazen Belçika’daki mevcut sistemin (hem Fransızca hem de Hollandaca konuşanların özelliklerini tanıyan) bu fikirlerden ilham aldığını okuyoruz. Bana göre bazı aile benzerlikleri var ama Avusturya Marksistlerinin… Marksist olduklarını hiçbir zaman unutmamalıyız!

Milliyet hakları mücadelesinin toplumsal ve sınıf mücadelesiyle bağlantılı olması gerekiyordu. Kapitalizmin yarattığı çelişkiler nedeniyle sorunu çözemeyeceğini düşünüyorlardı.

Adrian Thomas

Temelde bu merkezileşmeyi idealleştirmiyor mu? İşçi sınıfı insanları, Alman Sosyal Demokratlarının (SPD) bir zamanlar “Büyük Almanya” (yani tüm Almanca konuşanlar dahil) söylemiyle öngördüğü gibi büyük (çoğul)uluslu birimlerde yaşamaya mı daha fazla ilgi duyuyorlar, yoksa ulusal kendi kaderini tayin ilkesinin önerdiği gibi daha tutarlı küçük birimler ve devletlerde mi?

Jean-Numa Ducange

SPD’nin çok ötesinde, proleterlerin daha geniş emperyal veya ulusal alanlarda yaşamaya daha fazla ilgi duyduğu fikri yirminci yüzyılın başında hâlâ çok yaygındı. Mantık şuydu: İşçi sınıfı içinde bu kadar çok bölünme anlamına gelen, gittikçe daha fazla sayıda küçük devletten kazanılacak hiçbir şey yok.

Bu nedenle birçok militanın “Büyük Almanya” fikrine bağlılığı, bu büyük Almanya’nın Nazilerin Anschluss projesiyle (Adolf Hitler’in 1938’de Avusturya’yı Almanya’ya ilhak etmesi) bağlantılı olduğu göz önüne alındığında, bugün bizi açıkça şok edebilecek bir projedir. Ancak 1848 devriminden ortaya çıkan ve bazılarının Fransız Cumhuriyeti modelini örnek alarak hayal ettiği geniş bir Almanca konuşulan bölge yaratmayı amaçlayan eski bir “Büyük-Alman” projesi vardı.

Rosa Luxemburg ise o dönemde Rusya, Almanya ve Avusturya arasında bölünmüş olan Polonya’nın bağımsızlığı talebini yanıltıcı buluyordu. Luxemburg, neden sosyalistlerin yeni sınırlar inşa etmek için proleterlerin zamanını harcaması gerektiğini sordu. Polonya’nın bağımsızlığını desteklemenin, Polonyalı işçi partilerini bu sorun üzerinde diğer “burjuva” güçlerle, hatta gerici güçlerle ittifak yapmaya zorlayacağını düşünüyordu. Bu nedenle bu talebi reddetti.

Daha büyük birimlere verilen bu öncelik, Avusturya-Marksist perspektifler arasında da yaygındı ve Fransızlar da, genellikle kendi durumlarına oldukça yabancı olan çokuluslu yaklaşımlara çok az ilgi göstermelerine rağmen, kendilerini böyle bir bakış açısına mutlaka uzak tutmadılar.

Adrian Thomas

Ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Komünist Partilerin oluşumunun temelinde, Sosyal Demokratların milliyetçi dönüşüne verdikleri adla, “sosyal-şovenizmin” reddi vardı. Patrie – anavatan – kavramı, 1914-18’deki büyük katliamın ardından gözden düşmüş gibi görünüyor.

Jean – Numa Ducange

Evet kesinlikle; Bolşevizmin 1917’den itibaren büyük başarısının açıklamalarından biri şovenizmi reddetmesiydi. ”Beyin yıkama” ve savaş propagandası güçlü bir şekilde reddediliyordu ve sosyal demokratlar bu dehşetle ilişkilendiriliyordu çünkü neredeyse hepsi 1914 yazında kendi devletlerinin savaş çabalarını desteklemişlerdi. Dolayısıyla genç Komünist Partilerin her türlü vatanseverliğin ve her türlü ulusal referans noktasının içten bir reddi şaşırtıcı değildi. Ulus – insanlar komşularını katletmeye onun adına çağrılmışlardı…

Son zamanlarda 1918-20 Almanya ve Avusturya Komünist Partilerinin kuruluşu ve gelişimi üzerinde çalışıyorum. Bu genç örgütler – özellikle Avusturya’da – ilk başta işçi hareketinin bir azınlık kanadını bir araya getirdiler ve radikal bir enternasyonalizm tarafından yönlendirildiler; bu da onları Orta ve Doğu Avrupa ölçeğinde bir tür SSCB’nin, “Kızıl Mitteleuropa”nın, erişilebilir olduğunu düşünmeye yöneltti.

Luxemburg’un güçlü anti-milliyetçi tutumlarını biliyoruz, ancak bu dönemde bazıları ondan daha da ileri giderek hem prensipte hem de pratikte “milliyetçilik karşıtı” bir işçi hareketini savundular. Bu aşırı kanadı göz ardı etsek bile, bu partilerin kökenindeki komünist enternasyonalizmin, hâlâ ulusal aşamayı geçmek zorunda kalan ezilen halkların durumu (“ulusal” ilkesinin “kendi kaderini tayin hakkı” olarak işgalci güçlerden kurtulmak için uygulanması) dışında, ulusu reddetme eğiliminde olduğu açıktır.

İlk yıllardaki Fransız Komünist hareketi bile – Birinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan ve cumhuriyet düzeni göz önüne alındığında güçlü bir ulusal aidiyet duygusunun var olduğu bir ülkede ilk adımlarını atmış olsa da – vatanseverliğe eleştirel bir bakış açısı benimsemişti. Genç Fransız Komünist Partisi (PCF) üyeleri “La Marseillaise” şarkısını söylemek istemediler ve proletaryayla hiçbir ilgisi olmayan bir “burjuva” devrimi olan Fransız Devrimi’ni anmayı reddettiler: 1917 için yer açılması gerekiyordu ve gelecek, ulusal kültürlere saygı duyduğu ölçüde bile artık eski uluslara gönderme yapma niyetinde olmayan Sovyetizm’e aitti.

Ancak 1918-20’de uygulananlar çok geçmeden değişti. Almanya’da 1923 yılı, büyük çaplı bir devrimci hareketin ülkeyi sarstığı son yıldı. Aynı yılın başında Fransız ve Belçikalı birlikler, savaş tazminatlarının ödenmesini talep etmek üzere sanayileşmiş Ruhr bölgesine yürüdü. Artık Almanya’nın bir kısmı yabancı bir ordu tarafından işgal edilmişti. Bu Berlin’i ezilen bir ülkenin başkenti mi yaptı? Bu, Komünist Enternasyonal’de de devam eden bir tartışmaydı.

Bazı komünistler işgalciye karşı ulusal direnişi savunurken, bazıları da bu çizgiye karşı çıktı. Ancak bu bir şeyi gösteriyordu: Komünist hareket, sürekli olarak ortaya atılan ulusal sorun konusunda tavır alma zorunluluğundan kaçamadı. On yıl sonra, 1935’te, Komünist Enternasyonal “Halk Cepheleri”ne yöneldiğinde, Komünist Partiler bakış açılarını kökten değiştirdiler: şimdi PCF “La Marseillaise” şarkısını söylüyor ve 1920’lerdeki argümanlarıyla çelişerek 1789’un mirasını yeniden sahipleniyordu. Bu tutum değişikliği sol azınlıkları derinden yaraladı.

Bu dönüş, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgalcisine karşı direnişle daha da yoğunlaştı: Fransa da bir şekilde ezilen ülke konumundaydı. Savaşın hemen ardından PCF, her şeyden önce kendisini ülkenin bağımsızlığını ve egemenliğini savunan “büyük ulusal parti” olarak sundu; bazı sosyalistler ve aşırı sol militanlar onu özellikle sömürgecilik sorunları konusunda şovenizmle suçladı.

Tüm bunları bir bütün olarak Fransız nüfusuyla karşılaştırırsak, bu, olayları çerçevelemenin aşırı bir yoluydu: PCF’den etkilenen toplumun kesimleri, özellikle de siyasi hayatı yapısal olarak etkilemeye devam eden muhafazakar güçlerle karşılaştırıldığında, normdan daha enternasyonalist ve daha az şovenistti.

Adrian Thomas

Sosyalist hareketin bir kısmı, tam da ulus fikrindeki emperyalist eğilim nedeniyle savaşa ve sömürgeciliğe destek vermemiş miydi? Örneğin Belçika’daki Émile Vandervelde vakasını örnek verebiliriz.

Jean – Numa Ducange

1914 öncesi Sosyalist Enternasyonal’deki çeşitli partilerin liderlik grupları arasında gerçekten de sömürge çabalarına açıkça olumlu bir yönelim vardı. Özellikle [Vladimir] Lenin ve Luxemburg çevresinde buna karşı çıkan sol azınlıklar vardı, ancak şüphesiz izole edilmişlerdi.

Sömürge imparatorluklarını daha hümanist bir anlamda, ancak temellerini gerçekten sorgulamadan reform etmenin gerekli olduğu fikri çok yaygındı: Vandervelde, “yanlış türden” sömürgeleştirmeyi kınadı. Belli bir hümanist boyutu vardı: Sömürge suçlarını gayet iyi kınayabiliyordu ama daha temelde sömürgeci tahakkümün yapısal sistemini kınayamıyordu.

Belçika’daki Parti Ouvrier’deki (İşçi Partisi) çelişkilerin temelinde bu yatıyordu: Kongo sorunu o zamanlar parti içinde tartışılan en büyük konulardan biriydi. Bu o zamanlar oldukça yaygındı: Almanya’da Eduard Bernstein ve uzun bir süre Fransa’da Jaurès gibi biri, belirli bir halklar hiyerarşisi olduğuna ikna olmuş ve sömürgeleştirilmiş halklar bağımsız hale geldiği hayal bile edilemeyen bir tür “sömürge sosyalizmi” geliştirmişlerdi.

Komünizmin 1919’dan itibaren uluslararası başarısının nedenlerinden birinin de bu olduğunu düşünüyorum; Lenin, yirminci yüzyılın sömürgecilik karşıtı mücadelelerin yüzyılı olacağını ve komünistlerin, bazen tehlikelerle dolu geniş ittifaklar gerektirse bile, ezilen ülkelerin bağımsızlığı için savaşmak zorunda olduklarını çok iyi anlamıştı. Sömürgeciye karşı belirli burjuva veya milliyetçi partilerle ittifak yapmak gerekli miydi? Sosyal Demokratlar ya da en azından liderlerinin çoğu bu gelişmenin geleceğini kesinlikle öngörememişlerdi.

Bu nedenle, bir “dönüş”ten bahsetmek yerine (bu, başlangıçta açıkça anti-emperyalist bir tutumun var olduğunu ima ederdi), sosyalist hareket içindeki karşıt çizgileri, diğer bölücü çizgilerle örtüşmeyen sosyalist hareketin kökenlerinden ayırmak gerekir. Bununla, tüm reformistlerin sömürge yanlısı olmadığını ve tüm devrimcilerin sömürgecilik karşıtı olmadığını kastediyorum…

Fransız örneği bunu anlatıyor. Cezayir’i Fransız toprağı olarak tutmak isteyen milliyetçi aşırı sağın sloganını akla getiren meşhur “Fransız Cezayir” tabirini biliyoruz. 1950’lerdeki “Fransız Cezayir“ partizanlarından bahsettiğimizde açıkça bunu kastediyoruz. Aklımıza, özellikle sömürgecilik karşıtı solun liderlerine karşı terör saldırıları düzenleyen aşırı sağcı bir örgüt olan Armée Secrete Örgütü (OAS) geliyor. Ancak bu ifade 1830’larda ve 40’larda zaten mevcuttu ve birçok “ütopik sosyalist” (örneğin, Charles Fourier ve Fourieriste’ler) tarafından açıkça benimsenip kullanıldı. Bugün pek çok insanın bu “ütopyacılara” karşı zaafı var ve Marksist “bilimsel sosyalizm”e karşı övgüler yağdırıyorlar – ama dünya görüşlerinin bu unsurunu tamamen unutuyorlar!

Aslında, bu ilk sosyalistlerin ütopik ufku çoğu zaman sömürgeciydi: Alternatif toplumlar için geliştirdikleri projelere sıklıkla, bu Afrika “yeni bölgelerini” sosyal deneylerini deneyebilecekleri El Dorado olarak gören açık bir oryantalizm eşlik ediyordu. Seksen yıl sonra, Fransız Sosyalistleri sömürge sorunu konusunda bölünmüştü: 1912’de Lucien Deslinières adında biri, Sosyalist milletvekilleri grubu adına parlamentoya “Sosyalist Fas” konulu bir yasa tasarısı sundu. Fikir, yerlilere kalkınmayı nasıl aramaları gerektiğini açıklamak için “iyi” sosyalist Fransız yerleşimcileri göndermekten ibaretti. Bu tipik bir “sol” sömürgeci yaklaşımdı.

Ancak bu yasa tasarısı, bunu çirkin bulan Jaurès’in müdahalesi sayesinde en sonunda geri çekildi. Bu soruna ilişkin tutumu 1880’lerden bu yana gelişmişti: Artık sömürge düzeninin sert bir eleştirmeni haline gelmişti.

Ancak bu proje, Marksizmi Fransa’ya tanıtmak için en çok çaba gösteren kişi olmasına rağmen Jules Guesde tarafından uzun süre desteklendi. Kuşkusuz, Édouard Vaillant gibi bazı erken dönem Fransız Marksistleri zaten sömürge düzeninin parlak eleştirmenleriydi. Ancak bu noktada Jaurès, diğer konularda dışarıdan daha sol görüşlü olmalarına rağmen sömürgeciliği diğerlerinden çok daha fazla eleştiriyordu.

Açıkça sömürgecilik karşıtı bir tutumun ortaya çıkması için 1919’da Komünist Enternasyonal’in kurulması gerekiyordu. Daha sonra 1930’lardan itibaren aynı sorun bir kez daha ortaya çıktı. Halk Cephesi’ne yöneliş ve onun içerdiği geniş ittifaklar, PCF’yi sömürgecilik karşıtlığını susturmaya zorladı.

Adrian Thomas

İsviçre’de sürgünde bulunan Rus Yahudi sosyalist Chaim Zhitlowsky, bir ara konum tanımlamaya çalışmış gibi görünüyor. 1899’da alıntıladığınız bir Alman dergisinde şöyle yazmıştı: “Kozmopolitanizm idealini ulusal farklılıkların ortadan kalkmasında bulurken ve insanlığı tek bireylerden oluşan bir küme olarak anlarken, enternasyonalizm halklar arasındaki kardeşlik fikrine dayanmaktadır. Bu, bir kardeşin bir diğerinin kabuğundaki bezelye gibi aynı olması gerektiği anlamına gelmez.” Ulusal sorun konusunda bu izlenecek savunulabilir bir çizgi midir?

Jean – Numa Ducange

Bununla kelimesi kelimesine aynı fikirde değilim, ancak temel içgörü bana doğru görünüyor. Enternasyonalizm, ulusların ve ulusal kültürlerin varlığını reddetmek anlamına gelmez. Elbette bunlar her zaman tarihsel yapılardır ancak bunların uzun ömürlülüğü ve sürekliliği, bireylerin günlük yaşamlarını yapısal olarak etkiledikleri anlamına gelir. Cömert ruhlu ve kardeşçe olsa da, işçi sınıfının tüm kesimlerinin gerçekliklerinden tamamen kopuk açıklamalar lehine bunları görmezden gelmeye çalışmak, ilerlememize izin vermiyor ve dolayısıyla alanı başkalarına açık bırakıyor.

Zhitlowsky’nin yirminci yüzyılın başında, bugün güçlü bir şekilde sağcı ve hatta antisemitik çağrışımlara sahip olan “kozmopolitizm” çizgisine yönelik saldırısını pek benimseyemeyiz. Ancak, ilk bakışta övgüye değer bir yaklaşım gibi görünen milliyetçilere karşı otomatik olarak karşıt bir pozisyon almaya yönelik herhangi bir girişim, yalnızca sınırlı bir dolaşıma sahip olan ve genel olarak egemenliğin veya özellikle halk egemenliğinin etkili uygulamasıyla bağdaşmayan fikirlerin savunulmasıyla sonuçlanır.

Popüler ve/veya ulusal egemenliğe ilişkin çok sayıda literatür mevcut ve bu bağlamda ulusal sınırların bugün ne anlama gelebileceğini ve ne anlama gelmesi gerektiğini teorik olarak tartışabiliriz. Ancak somut uygulamalar açısından sosyal ve politik değişimin, fiili olarak göreceli olarak sınırlı hareketlilikleri ve belirli bir işyerinde, şehirde vb. kök salmayı içeren bir dizi yerleşik ve tanımlanabilir eylem gerektirdiğini düşünüyorum.

Örneğin, İngilizce konuşulan dünyada (ve daha az ölçüde Fransa dahil diğer ülkelerde), işçi konseylerine ve bunların 1918’den sonra nasıl geliştiğine (tabii ki Rusya’da Sovyetler, İtalya’da Biennio Rosso, Almanca konuşulan ülkelerde Rätebewegung vb) dair yeniden bir ilgi var. Bazı durumlarda bu konseyler, işçilerin iktidarı, işçilerin üretim araçları üzerindeki kontrolü vb. gibi somut sorunları gündeme getirdi. Bütün bunlar, kolektif seferberlik ve aynı yerde düzenli toplantılar içeren, coğrafi olarak konumlanmış bir militanlığı ima ediyordu.

Böyle bakınca, oldukça banal bir nokta gibi geliyor. Ancak bazı insanların bu bölgesel boyutu ne kadar bir kenara atmaya çalıştıklarını görmek beni şaşırttı (bu da iktidarın ve yerel köklere dayanan somut, “ulusal”, “halk” egemenliğin nerede uygulanabileceği konusunda soruları gündeme getiriyor).

Dijital devrim çağında, artan sayıda işin tamamen yersiz yurtsuzlaştırıldığı ileri sürülebilir. Ancak, Solun bir kısmı çoğunlukla unutmuş gibi görünse de, mavi yakalı işlerin bir gerçeklik olmaya devam ettiği gerçeğinin dışında, büyük ölçüde IT’ye bağımlı olan birçok iş, genellikle yerleşik, kolektif emekle (en azından haftanın bir bölümünde çalışanların mevcudiyetinin zorunlu çalışma koşulları olan ofislerle) bağlantılıdır. Dolayısıyla, bu, bana bunun, kapitalizmin çoklu zorunlulukları göz önüne alındığında işgücünün büyük bir kısmı açısından yanıltıcı bir iddia gibi görünmesi gerçeğinden ayrı olarak, kalıcı hareketliliğin belli bir Sol kesim tarafından kutlanmasının bazı temel gerçekliklerle çeliştiğini düşündürüyor.

Bu, nüfusun önemli katmanlarının bu Sol’un söylediklerinden uzaklaşmasına ve bu kesimlerin sözde köklü sıradan insanları öven nostaljik-gerici söylemde daha fazla anlam bulmasına yardımcı olur. Bu tür insanlar bu son iddiaları kendi endişelerine ve mülksüzleştirilme duygularına daha yakın buluyorlar. Yani evet, “ara” bir pozisyona ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum: halkların birliğine dair enternasyonalist bir perspektifi koruyan ve ortak, evrensel kaderimiz hakkında mümkün olduğu kadar düşünen, ama aynı zamanda somut siyasi pratiği (özellikle sosyalist bir politikayı) popülasyonların gerçek ufuklarına karşılık gelen bir seviyede gerçekleştirmeyi ileri süren bir pozisyona ihtiyacımız var. Popüler katmanların çok büyük bir kısmı için bu ufuk kesinlikle hala ulusal bir ufuktur.

Adrian Thomas

Bugün milliyetçilik ve enternasyonalizm, sınırlar ve serbest dolaşım, ulusal egemenlik ve küreselleşme (veya Avrupalılaşma), entegrasyon (hatta asimilasyon) ve çokkültürlülük ikilemleri arasında Marksist bir yol nasıl bulunabilir?

Jean – Numa Ducange

Uygun bir dengenin kurulabilmesi için bu soruların somut durumdan yola çıkılarak yanıtlanması gerekmektedir. Bana sorudan kaçtığımı söyleyebilirsin. Hiç de bile. Kısaca Lenin’in ulus hakkında söylediklerine geri dönelim: Emperyalist bir ülkede (Fransa, Büyük Britanya, Almanya vb.) ulusal çabayı desteklemek gericiydi ve işçi hareketinin özellikle burjuvazi ile savaş durumunda fiilen aynı hizaya gelmesini ima ediyordu. Öte yandan Lenin, ezilen ülkelerin, özellikle de sömürge halklarının ulusal taleplerini destekledi.

Egemenlik meselelerinde incelikli bir tutuma ihtiyaç vardır. Ancak daha genel düzeyde, radikal solun uzun zamandır başlı başına bir ideal olarak algıladığı serbest dolaşım konusunda bir döngünün sonuna yaklaştığımızı düşünüyorum.

Bana öyle geliyor ki siyaseti geri kazanmak ve sosyal hakları savunmak için siyaseti “bölgeselleştirmeye” ihtiyaç var. Son yarım yüzyılda farklı hareketlilik biçimlerinin etkileyici gelişimi, uzun süredir tam tersi inanışa yol açmıştı. Kelimenin orijinal anlamıyla gerici bir fikir olacak olan önceki pozisyonlara asla geri dönmeyeceğiz. Ancak kurtuluş mücadelesi somut bir çerçeve, somut bir konum olmadan yapılamaz.

Ulusal durumlar arasındaki bu farklılıkları Batı Avrupa ile Çin’i kısaca karşılaştırarak göstermek istiyorum. On yıldır Çinli araştırmacılarla sosyalizmin tarihi ve onun tarihteki çeşitli yolları üzerine bilimsel alışverişler geliştiriyorum. Bu akademisyenler bana sık sık Fransız (ve Avrupalı) Komünistlerin piyasa, AB entegrasyonu ve ulusla ilişkileri hakkında sorular sordular. Birçoğu için, Avrupa projesine yönelik suskunluğu anlamak oldukça zor görünüyordu: Bizi (Avrupa ülkelerini) güçlü ulusal özelliklere sahip olarak görüyorlar, ancak artık kaçınılmaz olarak kendisini uluslararası ölçekte çok taraflılığa göre konumlandırması gereken bir kıtasal blok oluşturuyoruz.

Benzer şekilde, küreselleşme de aynı anlama sahip değil; çünkü Çin, büyük ölçüde kontrollü bir şekilde ve devletin otoritesi altında da olsa, kalkınması için piyasa ve küreselleşme kartını oynadı. Fransa’da küreselleşme, ulusal modelinin birçok yönüne meydan okuma anlamına geliyordu. Küresel ticareti inanılmaz bir hızla gelişen Çin’de ulusal egemenlik şiddetle savunuluyor.

Bütün bunlar elbette söz konusu konuların her birinin daha kesin bir şekilde tartışılmasını gerektirecektir; ancak bu, basit ve tekdüze bir yanıt kümesini a priori tanımlayamayacağımızı gösteriyor. Özellikle çeşitli ulusal deneyimler arasında alışverişi ima eden orijinal enternasyonalizmi yeniden canlandırmak için bir neden daha var.

“Çokkültürlülük” sorununa ilişkin son bir nokta. Çok genel düzeyde kalırsak “çokkültürlülüğün” başlı başına olumlu bir şey olduğunu düşünebiliriz: hakların tanınması, kültür çeşitliliğinin tanınması vb. Hatta bazıları Avusturya Marksizmi ile ailevi bir benzerlik görüyor.

Belli bir genellik düzeyinde hiç kimse kültürlerin farklılığını ve bunların korunması gerektiğini inkar etmeyecektir. Ancak pratikte, hepsi olumsuz olmayan, hatta bundan çok uzak olan ulusal gerçekleri, asimilasyon dinamiklerini ve entegrasyon dinamiklerini hesaba katmak gerekir. Yirminci yüzyılda sendikalar ve sol partiler, örneğin Fransa’da, işyerindeki mücadeleleri ve faaliyetleri aracılığıyla birçok göçmen için asimile edici bir rol oynadılar. Bu, sınıf bilincinin yapılanmasıyla birlikte ilerledi.

Bazı çokkültürcülerin söylediği gibi gerçekliğin değiştiğine, her türlü “asimilasyonun” gerici hale geldiğine vs. inanmak tamamen saflıktır. Sosyalist bir bakış açısına sahip olmak için ortak bir şeyler yaratmak, “bir halk yaratmak” gerekir.

Bir kez daha, dengeyi bulmak zor. Ancak tüm özgüllüklerin, tüm farklılıkların yüceltilmesi – bunların bazen kararsız olduğu ve muhafazakarların “herkesin kendi dini, kendi özellikleri vb.” anlamında eşit derecede bunu destekleyebileceği gerçeği dışında – gerçek bir kurtuluş perspektifiyle çelişir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu