PolitikaToplum ve Siyaset

Devlet Ne ve Bizi Neden Ayartıyor? –Onur Tuğrul Karabıçak

Reklam devleti kendini normlar üzerinden değil, tüketilebilirlik üzerinden geçerli kılma arayışında. Şöyle örnekleyebiliriz, sokakta konuşan insanlar Türkiye’nin bir ‘dünya gücü’ olduğunu söylüyorsa bu söylem Erdoğan’ın söyleminin halk tarafından yeniden üretilmiş hâlidir.

İletişim İçerisinde Var Olan Devlet

Devlet, kelimenin kullanım şekline göre pratik düzeyde bir sosyal örgütlenmeye tekabül edebilir, ancak bu kesin değildir. “Devlet” terimi her konuşmada aynı şeye tekabül etmez, bu onu nasıl idealize ettiğinizle, gözünüzde nasıl canlandırdığınızla ya da hangi teorik çerçeveden konuştuğunuzla ilişkilidir. O yüzden kahvehanede konuşulan devletle, kampüste konuşulan devlet muhtemelen aynı şeyi temsil etmeyecektir. Kimine göre ulvi, derin, Babadır; kimine göre baskı aygıtlarının meşru kullanıcısıdır; kimine göre kadim bir ‘her şeyi sağlayıcı’dır; kimine göre tam olarak tanımlanmamış bir güçtür; kimine göre bir sosyal örgütlenmedir; kimine göreyse şiddetin meşru sahibi. Yani bir gösterge olarak devlet kelimesi, gösterilenine göre değişik imgelere ve tanımlara teşne.[1] Bunun üzerinden siyasetle ilgili konuşacağınız her şey ona göre tahayyül edilecek, kuracağınız tüm argümanlar ve destekleyeceğiniz tüm adaylar bu çerçevede meşrulaşacaktır. 

Gündelik siyasette kullandığımız kavramlar genellikle müphemdir, devlet belki de bunların en müphemi ve en imgeselleştirilenidir. Ortaya anlam düzeyinde bir karmaşa çıkması için epey sebep var. Sebeplerden birisi, kendini devlet olarak tanıtan, devletle ilişkilendiren, devlet adına iş yaptığını söyleyen insanların olması. Bu insanların bu işleri sürdürmesi de sosyal sözleşme olarak modellenen toplum-devlet ilişkisinin ‘imgesel’ olmasıyla alakalı bir durum. Toplum sözleşmesi, meşruiyet kavramını ortaya atan imgesel bir sözleşme. Her seçimde devleti mi seçiyoruz, yoksa onu yöneteni mi? Kurulu bir düzenin içine doğuyoruz, dolayısıyla bu sözleşmeyi bilerek doğmuyoruz, böylece rıza ile baskının sınırları belirsizleşiyor. O hâlde devleti tanımlamaya girişmeden önce, konuşulan iki farklı devletten bahsedebiliriz: İmge olarak devlet ve bir sosyal örgütlenme biçimi olarak devlet. İmge olarak devlet, devlet dediğinizde ne tanım yaptığınız ve zihninizdeki karşılığıyla alakalı. Tam olarak nasılını tanımlamasanız da bir sosyal örgütlenme olarak tanımladığınız devlet de onun pratikteki hâli. Devletin pratikteki hâlinin tanımı üzerinde de tam bir mütabakat söz konusu değil. Devletin imgesiyle, pratikte ne olduğu arasında bir fark olmakla beraber, bu ikisi arasındaki fark da tıpkı rıza ile baskı arasındaki fark gibi belirsizleşiyor. Baudrillard bunun ayartmayla gerçekleştiğini, bu gücün ayartmadan kaynaklandığını söylerdi. Yani devlet, bir nevi yaratılmış bir hakikat gibi, Lacan’cı bir şekilde ifade edecek olursak, hakikati asla bilemeyecek olmanın yarattığı eksiklik hissinden ortaya çıkan arzuya benziyor. Lacan’da arzu, eksiklik hissinden ortaya çıkıyordu. Eğer devleti de bir türlü bilemiyorsak, devleti tanımlama arzumuz ve onu tahayyül etme arzumuz da buradan geliyor. Bir de tahayyül ettiğimiz devletin gerçekliğine inanma gücümüz, aslında onun pratiğiyle arasındaki farkın belirsizleşmesinden neşet ediyor: Bir şekilde tahayyül ettiğimizin gerçeklik olmadığını bilsek de tahayyül ettiğimiz şeyi hakikatin yerine koyuyoruz. O hâlde konuşulan iki ayrı devlet tanımlarını bir anda birleştiriyoruz: Devleti tahayyül etmeden onun pratikte nasıl işlediğini gözümüzde canlandırmak mümkün mü? Benim yanıtım hayır. Dolayısıyla devleti tahayyül etme (yani imgesi ve pratikte ne olduğu hakkındaki düşünce) biçiminiz, devletin size görünme biçimleriyle alakalı. Her ikisini anlamak için de referans noktalarına ihtiyacımız var.

Tüketim kültürünün hayatımızın her anını kuşattığını varsayarsak, bunu içselleştirip normalleştirdiğimiz bir düzlemde düşünürken ve toplumsal ilişkilerimizi icra ederken zihinlerimizde yaptığımız ortak referans noktaları var. Popüler kültür ve daha geniş bir ölçekte tüketim kültürü içindeki ögeler, tıpkı mitler gibi bunun en sık alındığı kaynaklar. Tarihi de bir anlatı olarak ele alırsak, örneğin, geniş bir kitlenin kendini Türk olarak, Atatürkçü olarak ya da Kemalist veya İslamcı olarak ifade edip bir şekilde anlaşmaları (ancak detaylarda her zaman fraksiyonlara ayrılmaları) bu şekilde mümkün oluyor. O hâlde ideolojik anlatıların ve bakış açılarının tam olarak tüketim kültürünün tepesinde değil, aynı zamanda altında da olduğunu savunabiliriz. Birbirimizle iletişirken kullandığımız ortak göstergeler arasında popüler kültürde ait olduğumuz kamplara (tükettiğimiz ürünlere) göre devleti tahayyül ediyoruz. Yani TRT dizilerini takip eden birinin devleti tahayyül etme biçimiyle sadece Halk TV izleyen birinin tahayyülü aynı olmayacaktır. Keza Kurtlar Vadisi’nin birkaç jenerasyon üzerinde devleti tahayyül etme etkisi oldukça fazla. Tüketim kültürü, sevdiklerimizi ve sevmediklerimizi belirlediğimiz geniş bir oyun sahası ve siyasi tartışmalarımızı da aynı oyun sahasında gerçekleştiriyoruz: Kanal geçerken ya da yemek yemeden önce YouTube’da içerik ararken hepsi aynı medyumun içindeler.

Bu ilişkiyi kurduğumuzda kendiliğinden devleti, toplumu ve iletişimi bir bütün olarak düşünüyoruz. Çünkü devletin bir sosyal örgütlenme biçimi olduğunu kabul edip, bu sosyal örgütlenmenin kendi içinde de göstergeler aracılığıyla kendini işlevselleştireceğini, ve bu sosyal örgütlenmenin nasılının onun imgelemiyle bütünleşerek ortaya bir ‘devlet kurgusu’ çıkaracağını varsayıyoruz. Daha sonrasında ise halk olarak devleti kurguluyoruz, bu kurgu üzerinden hangi devleti ve onun nasıl bir işleyişle çalıştığını anlamlandırıyoruz. Bu anlamlandırma süreci üzerinden ortaya çıkan siyasetçilerin ve siyasetin meşruluğu, nüfuz alanı, görünme şekli ve bu kurguyu etkileme güçleri ortaya çıkıyor. Siyasetçi de yönetmeye talip olduğu devleti bir nevi kurguluyor. Bu sırada, siyasetçinin bildikleri üzerinden karar vermesinden bahsedemeyiz. Siyasetçi, kendisi dışındaki dünyayı nasıl yorumladığından, kurgu biçimlerinden, kullandığı göstergelerden ve ortak referans noktalarından ibaret söylemler ve aksiyonlar üretir. Kısacası, siyasetçi bir şeyi ‘bildiğine inanıyor,’ demek, siyasetçinin ‘bildiğini’ söylemekten daha doğru olacaktır. Nitekim yalnızca devleti değil, devletle halk arasında bir noktada durduğu için siyasetçi halkı da kendince kurguluyor. Dolayısıyla, aslında insanlardan oluşan ve kurgulandıkça imgelere evrilen bu üç aktörü de ortak bir noktada buluşturmuş oluyoruz: İmge ve tahayyül. 

Devletin tahayyül edilme durumuyla tüketim kültürünün bizlere iletişimde ortak referans noktaları vermesi arasındaki bağlantıyı tartıştığımıza göre, devletin bizi neden ayarttığı sorusuna gelmek istiyorum. Hatırlatalım, ayartma dediğimiz şey, dışarıdaki dünya ile bizim o dünyayı tahayyül edişimiz arasındaki farkın belirsizleşmesinden doğan güçtü. Yani ayartıldığımızda aslında bize dayatılmaya çalışılan tahayyüllerle etkileşime geçiyoruz, bilemediğimiz ve desteklendiğimiz sürece tahayyül ettiğimize inanma arzumuz kuvvetleniyor, ayartılıyoruz. Tahayyül ettiğimizle bize sunulan arasında hangisinin yumurta hangisinin tavuk olduğu ayrımı ortadan kalkmaya başlıyor. O zaman soruları biraz daha güncel hayatımıza çekelim: Devlet, kendini dönüştürürken bir yandan da tüketim ağlarına entegre olursa ne olur? Baba figürüyle yorumlanan devlet, kendini meşrulaştırırken tüketim kültüründe doğan ögelere atıf yaptığında bu ne anlama gelir? Türkiye’de devlet adını hangi sosyal örgütlenme taşıyor? Soru sorma şeklimiz, devletin toplumla ilişkilenme biçimi üzerinden devleti okumak yönünde. Buraya kadar getirdiğimiz sorgulamayı Türkiye vakasında inceleyerek zihinlerimizde görselleştirelim. 

Türkiye’de Reklam Devleti

Yukarıdaki Çin tapınağını reklam devletinin halkla ilişkilenme biçimini temsil etmesi için ele alalım. Tapınağın en tabanına halkın temas edebildiğini, ancak üst kademelerine erişimin çok kısıtlı olduğunu varsayalım. Halk, tapınağın girişinde, merdivenlerinde onlarla birebir iletişime geçen rahipleri görebiliyor ancak yüksek rahip, en üst katta duruyor ve tapınağın en ucundaki sivri nokta da tüm tapınağın birleştiği yüce amacı temsil ediyor. Devlete uyguladığımızda, otoriter bir devlet olduğu için en tepede devletin liderini hayal edeceğiz. Halkın temas ettiği giriş katmanında belediye ve hizmet sektörünü, bir kat üzerinde de halktan sıçrama yapabildiğiniz bürokrasi ve diplomasiyi yerleştireceğiz. Buralar fiziken sağlam ve ayakta. Ancak geri kalan katmanların bir projektörle yansıtılan ve gittikçe büyütülen bir hologram olduğunu kabul edelim. Bu holograma insanların dokunması neredeyse imkânsız, kimse projektörü görmüyor ve ona dokunamadıkları için de hologramı fiziken gerçek kabul ediyorlar. Bu devletin diğer devletlerle ilişkilenme biçimi de kendi halkıyla ilişkilenme biçimi üzerinden gelişiyor. Yazının sonuna, bu anlattığım modelin krokisini ekleyeceğim.

RTÜK, TRT ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Ofisi; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin görüntüsünü ve devletin öznelerine neyin görünür olacağının pratikte işlemlerini yapan ana kurumlar. Devletin fiziken halkla arasına koyduğu ve materyal kaynakları toplamakla yükümlü gövdelerinin getirdiği kaynaklardan yararlanıyorlar. İletişim Başkanlığı’nın varlığı ve artan kapasitesi bir Çin tapınağına benzetebileceğimiz devletin üst kademesini her kararda daha haşmetli ve görkemli bir şekilde simüle etmek[2] istiyor. Fakat bunu yaparken yalnızca resmî açıklamaları kullanmıyor. Hatta resmî açıklamaların asıl eylemlerin önünde kurumsal bir dikkat dağıtıcı olduğunu da ekleyebiliriz. Weberyan anlamda bir kurumsal devlet durumu Türkiye’de tam olarak mevcut değil, kurumlar lağvedilmiş ve anti-demokratikleşmiş ancak bir şekilde yaşıyorlar. Bu yaşayış biçimi, Ayasofya diyanet işlerine bağlı faal bir cami olduktan sonra Ayasofya’nın kapılarının ziyaretçiler tarafından hasara uğramasına benziyor. Türkiye’de devletin imgesi kadim, bilge ve haşmetli. TRT’nin tarihi dizilerini açtığınızda bunu görebiliyorsunuz, her gün yeniden meşruiyet arayan erk, aslında her gün varlığı kanıtlanmaya çalışılan, yeni bir ontolojik kanıt süreci geçiren bir organizasyona dönüşmüş durumda. Bu açıdan reklam devleti, kendini aniden TV ya da YouTube reklamlarında vatandaşlarına sunabilir: “Bu kadar yol, bu kadar hastane yaptık; üzerine bu devasa kütleyi koruyacak tanklarımız ve sihalarımız var.” Kendi arabasını üreten ve silahlarıyla askerlerini dünyanın çeşitli yerlerinde konuşlandırabilen bu reklam devletinin önemli bir imgesel dayanağı ABD. Anti-amerikancılığın beslediği ilginç damarlardan biri ABD’nin popüler kültürdeki etkinliğiyle ve ona karşı yükseltilen milliyetçi-dindar itirazlar. Bu protest tavır aslında süper güç yarışı söylemini benimsiyor ve bu yarışta bayrak kaptırmasına içerliyor. Dolayısıyla, onu geçme arayışında. Onu geçme arayışındayken referans aldığı nokta ABD tipi bir kapitalizmin pratikte, kendi tarzı bir tarih anlatısının ise imgede birleşmesinden oluşuyor. Daha sonra bu imgelem kendini otoriter ve aile yönetimine benzeyen ancak tüketimi sürekli arttıran bir yapıda yeniden üretiyor ve final hâlini alıyor: Reklam Devleti. 

Bu isimlendirmenin gereği, reklam devletinin kendini faş etmesiyle, modern anlamdaki Weberyan devletin meşruiyet arayışı arasındaki farkın sorulmasıyla ortaya çıkıyor. Modern devlette meşruiyet bir eylem üzerinden aranırken, rızaya ya da baskıya dayanırken veya kodlanmış normlar aracılığıyla tartışılırken; reklam devleti kendini yeniden üretime sokma arayışında, dolayısıyla eylemleri yapma şeklini kabul ettirmek için her seferinde bir bütün olarak kendini meşru kılmak zorunda kalıyor. Kendi varlığını her seferinde yeniden ve daha büyük bir ölçekte kanıtlamaya uğraşan bir devlet ile meşruiyetini toplum sözleşmesine dayandıran ve tekil eylemlerine meşruiyeti baskı ya da rıza yoluyla arayan bir erk arasında fark var. Burada modern devletin her zaman kendini meşru kılma arayışında olmadığını ancak hükümetlerin kendilerini meşru kılma mücadelesi içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Burada da reklam devletinin ön koşullarından birinin devletin parti devletine dönüşmesi olduğunu görüyoruz. Devlet olarak adlandırılan eylemler ve organizasyonlar bütününü devralan sonra da onu genişletip değiştiren bir zümre var. Bu zümrenin kendini ve kendi edimlerini meşrulaştırması ile devleti meşrulaştırması aynı anlama geliyor. Yarı yarıya ya da tamamen parti devletine benzeyen bir yapı imgesel olarak da kendini belli zümrenin, Türkiye örneğinde AKP’nin oy tabanlarının ekseni doğrultusunda tanımlamaya çalışacaktır. Örneğin, Dış İşleri Bakanlığı’nın yayınladığı bazı açıklama metinlerinde devlet adına konuşulurken bir kutsal kitaba mensup olunduğunun belirtilmesi, bunu açıkça gösteriyor.

Reklam devleti kendini normlar üzerinden değil, tüketilebilirlik üzerinden geçerli kılma arayışında. Şöyle örnekleyebiliriz, sokakta konuşan insanlar Türkiye’nin bir ‘dünya gücü’ olduğunu söylüyorsa bu söylem Erdoğan’ın söyleminin halk tarafından yeniden üretilmiş hâlidir. Burada asıl tarihi referans ABD’ye yapılırken, devletin kendini imgeselleştirdiği TRT dizileri de Osmanlı İmparatorluğu’na atıf yaparak ortak bir gösterge oluşturuyor, böylece konuşmadaki ‘devlet’ temsil edilmiş oluyor. Devletler ‘büyük’ olma arayışındalar ve birbirlerini ‘dize getiriyorlar’. Bu tahayyül biçiminde devlet kendini trafik lambalarında ya da toplumsal düzende var etmiyor. Devlet kendini pandemi döneminde yayınladığı ‘Enjoy, I am vaccinated (Aşılıyım, keyfinize bakın)’ reklamında yeniden var etmeye çalışıyor. Devletin dışarıya karşı nasıl göründüğü ülkenin vatandaşları tarafından önem arz ediyor, cumhurbaşkanı bayram kutlaması mesajında kötü bir imaj çizince İletişim Başkanlığı’nın özensiz iş yaptığı gerekçesiyle Türkiye’nim uluslararası arenada temsiline dikkat edilmesi yönünde muhalif gazeteci ve kanaat önderleri tarafından eleştiriler yapılıyor. Buradaki eleştiri kaynakları, devletin kendini kısa videolarla temsil etmeye çalışmasına değil, devletin bunu kötü yapmasına yöneltiliyor. Devlet, dışarıya kendi turizm reklamını yaparken kolonyal söylemleri ya da Avrupa-merkezci söylemleri benimseyebiliyor. Devletin kendi reklamını yaparken bir ajansla anlaşması oldukça tuhaf, çünkü devlet kendini tüm kurumlarıyla ve klasik yöntemlerle temsil edebilirdi. Bunun yerine, reklam devleti kendi vatandaşlarına ya da dışarıdan gelecek vatandaşlara ‘tüketebilecek’ bir yapı olarak takdim ediliyor. Bu tüketim pratiği, devletin materyal yapısı için de geçerli. Atanan kayyumlar ve yapılan makam odası-arabası harcamaları, yarı yarıya parti devletine dönüşen devleti bizzat organize eden insanlar tarafından da tüketildiğini gösteriyor. Materyal anlamda tüketilen devlet, kendini tüktetilebilme umuduyla sunuyor. 

Reklam devleti tüketilerek varlığını sürdürebilir, bu yüzden de ayartıcı gücü kullanıyor. Modern devlet, vatandaşları üzerinde belli meşruiyet kaynakları: Güvenlik, ekonomi(k güvence), haklar ve özgürlükler…. Reklam devleti ise bunları tabanda gösterdiği fiziksel temas alanına bırakıyor. Gittikçe kötü organize olan hastaneler, e-devlet ve belediyeler bu yüzden tutarsız bir yapı içerisindeler. Yani modern devletin yaptıklarını esas edinmemeyi, üzerine kendini inşa etmeyi hedefleyen bir devlet bu. Gösterdiği hologramı da tüketilebilir kılarak, tüm organizasyonunun varlığını sürdürmeyi başarıyor. Devlet nerede sorusunun cevabını üretilmiş imgelerde, TRT dizilerinde arıyoruz, devlet kendini ısrarla oradan var etmeye çalışıyor. Devlet, vatandaşlarının gerçekliğini, dış dünyayı yorumlama şekillerini değiştirmeyi hedefliyor ve kendini tüketilebilir bir imgeye dönüştürüyor. Gerçeğini asla bilemeyeceğimiz bir devlet; onu ya indirgeyeceğiz ya da hakkında çeşitli karmaşık argümanlar üreteceğiz. Kamu pozisyonlarının partizanlaşması, otoritenin tekelleşmesi, tüketimin teşvik edilmesi ve devletin popüler kültüre sirayet edilmesi; kendini devasa olmayı hayal eden bir organizasyonla birleşince ortaya reklam devleti diyebileceğimiz, vatandaşlarını ayartmak isteyen bir yapı çıkıyor.

[1] Saussure dilde kullandığımız her bir öğeyi bir gösterge (işaret, kelimeler, görseller, mitler) olarak ele alır ve onu ikiye ayırır: Gösteren ve gösterilen. Gösteren kelimenin sessel halidir, gösterilen ise zihinde çağrıştırdığı anlam. 

[2] Simüle etmek, gerçekliği taklit ederek ya da yaratıcı bir biçimde yeniden üreterek sunmak olarak tanımlanabilir. Ancak, simülasyon artık bir referansa ihtiyaç duymadan kendi kendine var olabilen bir şey haline gelebilir. Yani, simülasyon gerçeklikle olan bağını kaybedebilir ve kendi başına bir gerçeklik oluşturabilir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu