Dış Politika ve EnternasyonalizmDünyaGündemPolitika

Edward Said’in Bilgeliği Hiç Bu Kadar Önemli Olmamıştı – Nathan J. Robinson (Çeviri: Kemal Büyükyüksel)

Filistinli Amerikalı entelektüel, İsrail-Filistin çatışmasına ahlaki bir açıklık getirdi ve Filistinlilere yönelik adaletsizliğin farkına varılıp sona erdirildiğinde, barış içinde bir arada yaşamanın nihayet mümkün olabileceğini savundu.

Nathan J. Robinson’un Current Affairs’ta yayımlanan yazısının Türkçe çevirisidir.

“Genel olarak Arap dünyası ve özel olarak Filistinliler hakkındaki tartışmalar Batı’da o kadar karışık ve haksız bir şekilde taraflı ki, olayları iyi ya da kötü, Filistinliler ve Araplar için gerçekte olduğu gibi görmek için büyük bir çaba gösterilmesi gerekiyor.” – Edward Said, Filistin Sorunu 

“Bir gün uyanıp ‘Ben ne bok yapıyorum?’ diye soracaksınız” — Edward Said, İsrail halkına sesleniyor

Edward Said kendisini sürekli olarak yanlış anlaşılmış ve yanlış tanıtılmış halde buldu; bunun bir nedeni de gerçek inançlarının çoğunlukla incelikli ve özgün olmasıydı. Merhum Filistinli Amerikan edebiyatı profesörü ve kamusal entelektüel, en çok, postkolonyal araştırmalarda “Şark” hakkındaki indirgeyici, aşağılayıcı stereotiplerin ısrarını ortaya koyan temel bir metin olan Oryantalizm adlı kitabıyla tanınır. Oryantalist bilim, ne yazık ki hala kullanımda olan “‘İslami (ya da Arap) öfkesi’ ya da ‘Arap zihni’ gibi ideolojik kurguların yaygın olduğu gülünç derecede beceriksiz akademik ve jargonla dolu bir okuldu”. 

Ancak Said, eleştirisinin yarattığı etkinin bir kısmından yakınıyordu. Kitabın başarısının “olumsuz sonuçlarından biri”nin, işlerin “birine hakaret etmek istiyorsanız ona “Oryantalist’ demeniz” noktasına varması olduğunu söyledi. Said’in eleştirisi Araplar ve Müslümanlar hakkında yapılan tüm çalışmaların ırkçı olduğu, hatta Batı kültürü telafisi mümkün olmayan bir şekilde emperyalist ideolojiyle dolu olduğu olarak anlaşıldı. Örneğin sağcı yorumcu Douglas Murray, Said’i şu inançla ilişkilendiriyor: “Batı’nın her yönü, hatta özellikle de entelektüel ve kültürel merakı, sadece kınanmakla kalmayıp alaya alınmalıdır.”

Herkesin Said’in buna inandığını düşünmesi olağanüstü bir durum ve bu, Said’in kamuoyundaki imajının, işinin ve inançlarının gerçekliğinden ne kadar uzaklaştığını gösteriyor. Said, klasik müzik ve 19. yüzyıl Avrupa romanlarına aşık, Kahire ve Kudüs’te Shakespeare okuyarak büyüyen, estetik ve kozmopolit bir insandı. Said’in entelektüel projesi kısmen “Batılı” ve “Batılı olmayan” kültürler arasındaki sabit, basit fikirleri yıkmakla ilgiliydi. Çoğunlukla Mısır’da, ABD ile bağları olan Hıristiyan ebeveynler tarafından yetiştirilen laik bir Filistinli olarak, Out of Place adlı anı kitabında hatırladığı gibi kendisi hiçbir zaman bir kalıp içine sığmamıştı:

“Çoğunlukla birbiriyle çatışan birçok kimliğe dair bu huzursuz duyguyu hayatım boyunca korudum; bununla birlikte, keşke tamamen Arap ya da tamamen Avrupalı ​​ve Amerikalı veya tümü – Ortodoks Hıristiyan veya tamamı Müslüman veya tamamı Mısırlı vb. olabilseydik, diye hissettiğim umutsuzluk duygusunun keskin bir anıları da vardı. Aslında, “Sen nesin?” “Fakat Said bir Arap ismidir”; “Amerikalı mısın?”; “Sen Amerikan adı olmayan bir Amerikalısın ve Amerika’ya hiç gitmedin”; “Amerikalıya benzemiyorsun!”; “Nasıl oldu da Kudüs’te doğdun ve burada yaşıyorsun?”; “Sonuçta sen bir Arapsın ama nasıl bir Arapsın? Protestan mı?” gibi meydan okuma, tanınma, teşhir etme sürecine, soru ve açıklamalara karşı koymak için iki alternatifim olduğunu buldum.”

İnsanlar Said’i, hayatı boyunca saçma bulup ortaya çıkardığı indirgemeci kategorilerle anlamlandırmaya çalıştılar. Bir zamanlar bir tanıdığının sırf “nasıl yaşadığını görmek” için onu evinde ziyarete geldiğini hatırladı çünkü bir Filistinlinin bir piyano ve bir klasik edebiyat kütüphanesiyle yaşayabilmesine şaşırmıştı. Kendisi, “terörist olduğu varsayılan birinin oldukça medeni bir şekilde hareket etmesini izlemekten oldukça tuhaf bir zevk” bulmuş olmalı, dedi. Bazıları için “Filistinli” neredeyse “terörist” ile eşanlamlıydı ve bu nedenle (Murray tipi) ırkçılar, okuryazar, kibar ve Batı’dan “nefret etmeyen” ama yine de Siyonizm ve onun halkı üzerindeki etkilerine sadık bir şekilde eleştirel kalan gururlu bir Filistinli fikrini sindiremediler. Said insanların önyargılarına uymadığı için inanmadığı şeylere inandığı varsayıldı. Mesela bir keresinde şöyle demişti: “İslam’ın büyük bir savunucusu olarak görülüyorum ki bu elbette saçmalıktır. Gerçekte oldukça ateistim.” 

Ancak laik ve klasikçi olmasına rağmen Said, İsrail Devleti’nin Filistinlilere karşı uyguladığı adaletsizlik söz konusu olduğunda sözünü esirgemedi; hayatının büyük bir kısmını, 1948’de Filistinlilerin (Said’in kendi ailesi de dahil olmak üzere) mülksüzleştirilmesine dayanan çatışmanın kökündeki temel gerçeklerini göstermeye adadı. Said, “İsrail yaşamının günümüze kadar uzanan dokusunun bir parçası olan devasa inkar duvarlarını” yıkmaya, insanların gözlerini Filistin’de “suçlu bir taraf var ve mağdurlar olduğuna” ve “Filistinlilerin hayatlarındaki asıl çarpıklığın Siyonist müdahaleyle ortaya çıktığına” gerçeğine açtırmaya çalıştı. “Temel sorun” dedi, “1948’de, bir halk olarak topraklarından sürüldüğümüzde, tüm Filistin topraklarını kaybettiğimizde ve o zamandan beri mülteci veya ikinci sınıf vatandaş olarak kaldığımızda başladı”. Said, çatışmanın tartışılmasının şu temel gerçekle başlamasını talep etti:  

“Bizler topraklarından kovulmuş insanlardık. Bizler, bir Yahudi devletine yer açmak için dışarı atılan yerli halktık. Biz aslında mağdurların mağduruyuz.” 

Said, ülkelerinin yaptıklarını, mülksüzleştirme üzerine inşa edildiğini ve işgal yoluyla sürdürüldüğünü çok az İsraillinin fark etmesinden dolayı hayal kırıklığına uğradı: 

“Genel izlenimim İsraillilerin çoğu için ülkelerinin görünmez olduğu yönünde. İçinde olmak, onun ne olduğunu ve başına neler geldiğini görememek ve aynı derecede dikkat çekici bir şekilde bunun dünyadaki ve özellikle Orta Doğu’daki diğerleri için ne anlama geldiğini anlama konusundaki isteksizlik veya körlük anlamına geliyor.”

Bu onun Siyonizm’in orijinal gerekçelerine karşı anlayışsız olduğu anlamına gelmiyordu; Aslında çatışmayı, kurbanların mağdur haline geldiği bir tür destansı tarihsel trajedi olarak tanımladı (“senfoni” kelimesini bile kullandı), ancak “tamamen anlaşılır nedenlerden dolayı kendileri için bir devlet kurarken, başka insanların toplumunu yok ettiklerini” kabul etmesini talep etti. Bunun yerine, “İsraillilere zarar veren kötü insanlar olarak düşünülüyoruz” -Filistin’in İsraillilere karşı uyguladığı şiddet, doğal olarak terörist eğilimlerin kanıtı olarak değerlendiriliyor- “oysa gerçek şu ki tam tersi doğru”: “büyük ölçüde, İsrail’in üzerimize uyguladığı çok daha büyük şiddet” görmezden geliniyor ya da “meşru müdafaa” olarak meşrulaştırılıyor. 

“İsrailliler için, bizi uzaylı olarak düşünme eğilimi her zaman vardır ve bu nedenle etrafta ne kadar azımız olursa o kadar iyidir ve en iyisi de hiç görmediklerinizdir….O kadar olağanüstü olan şey şu ki İsraillilerin şu anda yapmakta olduğu şey Batı Şeria ve Gazze’de yaşananlar, apartheid deneyimini ve ABD’nin Yerli Amerikalılara yaptıklarını gerçekten tekrarlıyor. Onları kafeslere koyun ya da sadece yok edin (İsraillilerin daha yapmadığı), mümkün olduğu kadar uzağa koyun, o zaman sorun ortadan kalkacaktır.”

Said, İsrail’in kendisi hakkında bir yanılgı içinde olduğunu ve Filistinlilere yaptıklarını inkar ettiğini savundu: 

“Bazı açılardan, İsrail’in öncü yeni bir devlet olarak erken tarihinin, kahramanca ve saf bir girişim olan devlet fantezisini yaşarken enerjisinin çoğunu çevrelerini dışlamakta kullanan insanlar tarafından sürdürülen ütopik bir kült tarihi olduğu doğrudur. Bu kolektif yanılsamanın ne kadar yıkıcı ve ne kadar trajik olduğu gün geçtikçe daha da belirginleşiyor… Uyanış ne kadar sürecek ve gözlerin açılması tam olarak gerçekleşinceye kadar daha ne kadar acı hissedilmesi gerekecek?”

İsrail, Filistinlilerin İsraillilere karşı işlediği suçları görebiliyordu, ancak mülksüzleştirilmiş ve işgal edilmişlerin gözünden kendi eylemlerini göremiyordu: 

“Fakat benim en kafa karıştırıcı bulduğum şey, pek çok İsraillinin El Aksa İntifadası [İkinci İntifada ya da işgale karşı 2000-2005 arasındaki büyük ayaklanma] nedeniyle hayal kırıklığına uğraması ve öfkelenmesidir; Yerleşim faaliyetlerinin hızı sürerken, sık sık yaşanan kapatmalar, kamulaştırmalar, binlerce aşağılama, cezalandırma ve İsraillilerin karşılıklı barış görüşmeleri yapması gereken dönemde Filistinliler için yarattığı keyfi zorluklar yaşanırken, sanki İsrail’in Filistin’in özerkliğine küçük bir parça izin vermek, durumu temizlemek için yeterliymiş gibi ve tavizleri için tüm halkın İsrail’e minnettar olmasını sağlamalıymış gibi. İsrail’in askeri işgal politikasını neden ve sonuç olarak intifada ile ilişkilendirmeye çalışmak yerine, pek çok İsrailli artık [Ariel] Şaron’un görevi devralmasını ve içlerinden birinin bir gazeteciye söylediği gibi sanki “’Araplar’ bir sürü sinek ya da can sıkıcı arı sürüsüymüş gibi”, “Arapları halletmesini” istiyor gibi görünüyor.”

Sonuçta, çatışmanın nelerden oluştuğuna dair tamamen uzlaşmaz iki anlatı ortaya çıktı; “ana akım İsrail ve Filistin bakış açıları arasındaki neredeyse tam zıtlık”, rasyonel tartışmayı neredeyse imkansız hale getiriyordu: 

“1948’de mülksüzleştirildik, yerimizden edildik, bağımsızlığını adil bir şekilde kazandıklarını sanıyorlar. Bıraktığımız toprakların ve askeri işgalden kurtarmaya çalıştığımız toprakların milli mirasımızın bir parçası olduğunu hatırlıyoruz; İncil’deki emir ve diasporik bağlılık nedeniyle buranın kendilerine ait olduğunu düşünüyorlar. Bugün akla gelebilecek her türlü standartta şiddetin kurbanlarıyız; onlar kendilerinin öyle olduklarını düşünüyorlar. Üzerinde anlaşmaya varılmış bir ortak zemin, ortak bir anlatı, gerçek bir uzlaşma için olası bir alan yok. İddialarımız birbirini dışlıyor. Aynı küçük toprak parçasında (istemeyerek de olsa doğrudur) ortak bir yaşamın paylaşılması bile düşünülemez. Her iki halk da ayrılığı, hatta belki de diğerini yalıtıp unutmayı düşünüyor.”

Ancak Said, çatışmaya adil bir çözüm bulma olasılığı konusunda umutsuz değildi. Aslında İsraillilerin ve Filistinlilerin bir gün tek uluslu bir devlette birlikte yaşayabilecekleri inancını sürdürdü. “İki devletli çözüm” fikri ona yalnızca imkansız görünmekle kalmadı, aynı zamanda iki ayrı varlık yaratmak yerine birlikte yaşamanın yollarını bulmanın gerekliliğine işaret eden kozmopolit, milliyetçilik karşıtı inançlarına göre de kabul edilemez buluyordu: 

“Ayrılma fikri, tıpkı milliyetçiliğin çoğu biçimine karşı olduğum gibi, tıpkı ayrılığa, izolasyona, şu ya da bu türden ayrılıkçılığa karşı olduğum gibi, bir nevi ölümcül bir şekilde karşı çıktığım bir fikir… Birlikte yaşayan insanların (bu, örneğin Lübnan’da yaşandı) birdenbire ayrılıp Hıristiyanların burada, Müslümanların orada, Yahudilerin de orada yaşaması gerektiğini söylemesi fikri bence barbarca ve kabul edilemez.” 

Yahudilerin ve Filistinlilerin tarih içinde “birbirlerine atıldığına” ve kaderlerinin artık iç içe geçmiş olduğunu kabul etmeleri gerektiğine inanıyordu: 

“Bugün Filistinliler olarak tarihimiz, Yahudilerin tarihiyle o kadar ayrılmaz bir biçimde bağlantılı ki, barış sürecinin özü olan ayrılık fikri (ayrı bir Filistin şeyi ve ayrı bir Yahudi şeyine sahip olmak) lanetlenmiştir. Bunun işe yaraması mümkün değil.” 

Ancak bir arada yaşamanın öncelikle İsrail’in neden olduğu adaletsizliği kabul etmeye istekli olmasını gerektirdiğini söyledi. Said, “bizim ve İsrail Yahudileri arasında barış içinde bir arada yaşama dışında hiçbir şeyi tartışmadığını” ancak bunun sadece “İsrail’in Filistinlilere yönelik askeri baskısı ve mülksüzleştirmesi sona erdiğinde” gerçekleşebileceğini söyledi. “İsrail barışa kavuşabilir” dedi, “yalnızca Filistin’in haklarının ihlal edildiği ilk kez kabul edildiğinde ve kibir ve retorik yaygaranın yerini özür ve pişmanlık aldığında.”

Said, “genel etkisi derinden hissedilen, aşağılayıcı bir adaletsizlik olan bir dizi kötü uygulama” olarak tanımladığı şeyi deneyimlemenin getirdiği öfkeyi ifade etti. “Biz mülksüzleştirildik. Toplumumuz yok edildi. Bunu unutmak çok zor.” İsrailli bir gazeteciye konuşan Said, işgalin buna katlananlar üzerindeki etkisini şöyle anlattı: 

“Muazzam bir öfke hissediyorum. Bize pek çok şekilde ‘Biz sizden sorumlu değiliz, gidin buradan, bizi rahat bırakın, istediğimizi yapabiliriz’ demenin çok akılsızca, son derece gereksiz olduğunu düşünüyorum. Bence bu Siyonizmin ahmaklığı… Sanırım bir İsrailli olarak hiçbir kontrol noktasında ya da Erez geçiş noktasında sıra beklemediniz. Oldukça kötü. Oldukça aşağılayıcı. Benim gibi ayrıcalıklı biri için bile. Bunun için hiçbir mazeret yok. Başkasına yönelik insanlık dışı davranışlar affedilemez. Bu yüzden tepkim öfke. Çok fazla öfke var.”

“Bu sorunun çözülmesinin tek yolu” dedi, “Güney Afrika’da olduğu gibi”, “Güney Afrika’daki hakikat ve uzlaşma umuduyla birlikte yaşama ve eşitlik temelinde gerçekle Güney Afrika tarzında doğrudan yüzleşmektir.”  Bu, İsrail’in rahatsız edici gerçeklerle yüzleşmesini ve en değer verdiği mitlerden bazılarını terk etmesini gerektirecektir. Said, İsrail’in Filistinliler üzerindeki hakimiyetinin sonsuza kadar sürebileceğini düşünmüyordu: 

“Bence tekme atan kişinin bile kendine ne kadar tekme atmaya devam edebileceğini sorması gerekiyor. Bir noktada bacağınız yorulacak. Bir gün uyanıp ‘Ben ne bok yapıyorum?’ diye soracaksınız.” 

Önemli olan, Said’in Filistinlileri yalnızca yerleşim ve işgalin pasif kurbanları olarak görmemesiydi. Mevcut Filistin liderliğini ciddi derecede eleştirdi: “Uzun zamandır İsrail’i ve İsraillileri eleştiriyorum, ancak Filistinlilerin cevap vermesi gereken çok şey olduğunu söylemeliyim. İsrail hakkında ya da İsrail’de vicdan sahibi bir kesime hitap etme ihtiyacı hakkında çok az gerçek bilgi var…” Said, “işe yaramaz terör eylemlerini” küçümsüyordu ve “şiddet için şiddet kesinlikle kınanmalıdır” diyordu. Bir hümanist olarak, şiddetin kökenlerini açıklamaya çalışsa bile, Hamas’ın İsrailli sivillere yönelik son zamanlardaki zulmüne hiçbir sempati duymazdı. 

Said, insanlara insan gibi davranmanın onlara failmiş gibi davranmak anlamına geldiğini biliyordu ve bu nedenle Filistin direniş stratejilerinin eleştirinin ötesinde olduğu iddiasını kabul etmedi. Filistinlilerin “Üçüncü Dünya’daki çoğu özgürlük mücadelesinin, devlete tapınmanın, verimsiz bürokrasilerin ve baskıcı polis güçlerinin hakimiyetindeki seçkin rejimler ürettiğini” akılda tutmaları gerektiğini düşünüyordu. Sonunda Yaser Arafat ve FKÖ’den New York Times’tan Thomas Friedman’ı küçümsediği kadar küçümser şekilde söz etti: 

“Tüm Filistin ulusunu harekete geçirebilecek ve ilham verebilecek yeni bir tür liderliğe ihtiyacımız var; Kahire, Rabat ve Washington’a girip çıkmaktan bıktık, yeterince yalan ve yanıltıcı retorik, yeterince yolsuzluk ve liyakatsizlik, halkın pahasına bu işi sürdürmek, Amerikalıların önünde yeterince kölelik yapmak, yeterince aptalca kararlar, yeterince cezai beceriksizlik ve belirsizlik var.”

Said, Filistinli liderlerin başarılı olma ihtimali düşük, ufku geniş olmayan fikirlere geri adım atmalarından yakındı ve militan çetelerinin “umutsuz” ihtimallere karşı “silahlı mücadelenin” kitlesel bir protesto hareketiyle aynı tür kazanımları elde edemeyeceğine inandığını söyledi: 

“Başarılı kurtuluş hareketleri tam olarak yaratıcı fikirleri, orijinal fikirleri, hayalperest fikirleri kullandıkları için başarılıydı; oysa daha az başarılı olan hareketler (ne yazık ki bizimki gibi) klasik formülleri kullanma ve geçmiş sloganları ve geçmiş davranış kalıplarını ilhamsız bir şekilde tekrarlama konusunda belirgin bir eğilime sahipti. Birincil örnek olarak silahlı mücadele fikrini ele alalım. Onlarca yıldır aklımızda silahlar ve öldürme hakkındaki fikirlere güvendik; 1930’lardan bugüne bize çok sayıda şehit kazandıran ama ne Siyonizm ne de bundan sonra ne yapacağımıza dair kendi fikirlerimiz üzerinde çok az gerçek etkisi olan fikirler bunlar. Bizim durumumuzda mücadele, umutsuz zorluklara karşı mücadele eden az sayıda cesur insan tarafından yapılıyor: helikopter savaş gemilerine, Merkava tanklarına, füzelere karşı taşlar. Ama diğer hareketlere -örneğin Hindistan milliyetçi hareketi, Güney Afrika kurtuluş hareketi, Amerikan sivil haklar hareketi- hızlı bir bakış bize her şeyden önce yalnızca popüler unsuru en üst düzeye çıkaran taktikler ve stratejiler kullanan kitlesel bir hareketin işgalciye ve/veya zalime karşı bir fark yaratacağını söyler. İkincisi, yalnızca siyasallaşmış ve kendi yarattığı geleceğe doğrudan katılma vizyonuyla aşılanmış bir kitle hareketi, yalnızca böyle bir hareketin kendisini baskıdan veya askeri işgalden kurtarmak için tarihsel bir şansı olabilir. Gelecek de geçmiş gibi insanlar tarafından inşa edilir. Uzaktaki bir arabulucu ya da kurtarıcı değil, bu insan grupları değişimin aracısını sağlıyorlar.”

Bugün, Hamas’ın İsrail’e yaptığı korkunç saldırının ardından İsrail Filistinlilere öfkeyle saldırırken, Said’in iki halkın uyum içinde bir arada yaşaması vizyonu inanılmaz derecede uzak görünebilir. Ancak akılda net bir “son” olana kadar, ona doğru ilerleme umudunun olamayacağına ve adalet isteyenlerin çatışmanın “doğrusu ve yanlışı” olduğunu kabul etmelerinin ve açık bir “adaletle barış” mesajını dile getirmelerinin görevi olduğuna inanıyordu. İsrail-Filistin çatışması tarihinin belki de en kasvetli anında, onun meydan okuyan ama umutlu sözleri yeniden okunmaya değer: 

“Adaletle barışı arayan bir halk olarak Siyonizm’e alternatif bir vizyon, apartheid ve dışlama yerine eşitlik ve katılıma dayalı bir vizyon sunmanın hâlâ bizim rolümüz olduğuna inanıyorum…Ne İsraillilerin ne de Filistinlilerin her ikisinin de hak iddia ettiği bir araziyi paylaşmalarının bir alternatifi var. İsrail’in kuşatma, aşağılama, açlık ve toplu cezalandırma şeklindeki menfur işgal politikalarına karşı siyasi ve kültürel direnişe şiddetle karşı çıkılması gerekse de, El Aksa İntifadası’nın da bu amaca yönelik olması gerektiğine inanıyorum. İsrail ordusu her geçen gün Filistinlilere büyük zarar veriyor: daha fazla masum insan öldürülüyor, toprakları yok ediliyor veya ellerinden alınıyor, evleri bombalanıyor ve yıkılıyor, hareketleri sınırlanıyor veya tamamen engelleniyor. İsrail’in bu eylemleri sonucunda binlerce sivil iş bulamıyor, okula gidemiyor, tıbbi tedavi alamıyor. Filistinlilere yönelik bu tür kibir ve intihara varan öfke, daha fazla acı ve daha fazla nefret dışında hiçbir sonuç getirmeyecektir; bu yüzden de sonunda Şaron her zaman başarısız oldu ve gereksiz cinayet ve yağmalara başvurdu. Kendi çıkarlarımız için Siyonizmin iflasını aşmalı ve kendi adaletle barış mesajımızı ifade etmeye devam etmeliyiz. Eğer yol zor görünüyorsa, o yoldan vazgeçilemez.”

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu