Demokrasi ve SolDünyaPolitikaToplum ve Siyaset

Eleştiri Yapılamaz – Judith Butler (Çeviri: Kemal Büyükyüksel)

Sansür sadece Filistinlilere yönelik katliamın devam etmesine izin vermekle kalmıyor; aynı zamanda devlet şiddetinin aynası ve gerekçesi olarak da hizmet ediyor.

Judith Butler’ın Boston Review’daki yazısının çevirisidir.

Gazze’de yaşanan soykırımcı şiddetin ardından ve üniversite kampüslerinde tartışmaların susturulmasıyla, 7 Ekim’den sonra bazı öğrenci gruplarının argümanlarının her yönünü beğenmememin artık pek bir önemi kalmadı. London Review of Books’ta Harvard Filistin Dayanışma Komitesi tarafından kullanılan dil üzerine eleştirimizi sunduğumda, bunu bir tartışmanın ruhuyla yaptım. Görüşlerinin ne derece kısıtlanacağını, ne kadar taciz ve doxxing’e maruz kalacaklarını öngöremedim. Ancak, bu öğrencilerin – ve tüm öğrencilerin – misilleme veya zarar görme korkusu olmadan görüşlerini ifade etme haklarını savunmak için hala zaman var.

Şu anda karşı karşıya olduğumuz akademik özgürlük krizi, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki McCarthy yıllarından bu yana en ciddi olanı. Anti-Semitizm suçlaması, sadece kamusal alandaki ifade özgürlüğünü değil, aynı zamanda üniversite kampüslerindeki akademik özgürlüğü de ilgilendiren şekillerde ifadeyi kısıtlamak için araçsallaştırıldı. Ateşkes çağrıları bile anti-Semitik olarak kabul edilirken, Gazze’deki Filistin halkına karşı İsrail’in yok etme savaşını destekleyenler suçlamalardan muaf tutuluyor. Anti-Semitizm ile anti-Siyonizm arasındaki sınırları bulanıklaştırma, devam eden İsrail şiddetine, bugüne kadar neredeyse 18.000 Gazzeliyi öldürenlere karşı ahlaki ve politik öfkeyi ifade etmek ve özgür ifade ve politik adaletin temel ilkelerini savunmak isteyenleri sınırlıyor. Eğer biz bu öldürmeyi yok edici, soykırımcı niyet taşıyan şekilde veya kendisini soykırım olarak adlandırmaya cesaret edersek, 800’den fazla hukukçunun yakın zamanda ısrar ettiği gibi, o zaman anti-Semitizm ile suçlanıyoruz. Ama soykırıma karşı konuşmak ve sansürlenmek ne anlama gelir? Bu, sadece adaletsizliği savunan konuşmanın savunulabilir olduğu anlamına gelir.

İsrail generalleri, Başkan Herzog tarafından da desteklenerek, Gazze’de sivil olmadığını iddia ettiklerinde (Golda Meir’in ünlü “ayrı bir Filistin halkı diye bir şey yoktur” sözünü akla getirerek) Gazze’deki sivilleri yok etmeleri için tamamen aklanmalarının önünü açtılar. Eğer sivil yoksa, tanım gereği sivil ölümler de olamaz, savaş suçu işlenemez ve tüm ölümler haklı çıkarılabilir. “Hiçbir sivil ölümü olmaması”nın “yok etme” mantığını hem ifade eder hem de onaylar. Bu kabul edilemez. Öldürmenin gerçekdışılaşması, onu soykırım veya hatta savaş suçu olarak adlandıracak veya sonlanmasını talep edecek herhangi bir konuşmayı sansürlemekle birleşiyor. Öğrenci gruplarının bu iğrenç mantığa ve desteklediği amansız katliam kampanyasına karşı protesto yapmak için küçüklü büyüklü mitinglerde bir araya gelmeleri mantıklı. Protestolarına “anti-Semitizm” diye karşı çıkanlar, net anti-Semitizm örneklerinin ortaya çıktığı anti-Siyonist retoriğin içinde saklanmış örneklere ayrılması gereken ithamları ucuzlaştırıyorlar, şişiriyorlar ve araçsallaştırıyorlar. Bunlar adlandırılmalı ve karşı çıkılmalıdır çünkü herhangi bir ırkçılığa karşı çıkılmalı. Ayrıca, Netanyahu’nun geçerli gördüğü, Siyonizmi destekleyen Hristiyan milliyetçi anti-Semitizme de karşı çıkılmalı. Ama tam da bu anda, insanlığa karşı işlenen suçların kamusal kınamasını sadece bastırmakla veya yasaklamakla kalmayıp, aynı zamanda öldürmeyi haklı çıkarmak için sansür, doxxing ve zorbalığın nasıl kullanıldığını da sorgulamak zorundayız.

Akılları karmakarışık hale getirecek şekilde, soykırıma karşı çıkanlar, paradoksal bir şekilde bazen soykırım niyetiyle suçlanıyorlar, bunu Cumhuriyetçi temsilci Elise Stefanik’in 7 Aralık’ta Pennsylvania Üniversitesi rektörü Liz Magill ve Harvard rektörü Claudine Gay’e yaptığı kamusal sorgulamada gördük. Sorgulaması, bir özgürleşme hareketindeki yerlerini düşünmek yerine, soruların içine bazı ifadelerin soykırım niyetini ifade ettiği yönünde bir dizi şüpheli varsayımı dahil etti. İntifada genellikle Arapçada “ayaklanma” olarak çevrilir, “sarsılmak” veya “kendini sarsmak” anlamına gelir. Bu, sömürgeci şiddete karşı uysal kalmayı reddeden bir hareket olarak anlaşılır, sömürgeci kuralın prangalarını atma çabasıdır. Aynı zamanda Filistin birliği için bir çağrıdır. Bu, mutlaka soykırım şiddetini mi ima eder? Hayır. Şimdi, bazıları, sömürülenlerin prangalarından kurtulduklarında, intikam dolu, soykırım niyetiyle sömürgeciye döneceklerini hayal edebilir. Ama hayal etmek, tahmin değildir. Gerçekten, radikal bir dekolonizasyon başarılı olursa bu olmayacak. Eğer intifadanın öfkesi sömürgeci kurala karşı yönlendirilirse, o zaman dekolonizasyon daha muhtemel başka bir duyguyu üretecek: özgürleştirici sevinç, özgürlük hissi, yetmiş beş yıl boyunca yalnızca sıkılaştırılan prangalardan kurtuluş. Filistinlilerin karşı oldukları şeyin devlet şiddeti olduğunu görmek için Yahudi olmayan aktörler tarafından öldürülmeyi tercih edip etmeyeceklerini sormak yeterli.

Gay, Harvard Üniversitesi’nin Yahudi soykırımı çağrılarını kınayıp kınamayacağı sorulduğunda, soru “intifada” çağrısı yapan herkesin veya “nehirden denize” diye slogan atanların Yahudi soykırımı niyeti taşıdığını veya İsrail Yahudi yaşamını ya da daha geniş Yahudi yaşamını yok etmek için somut bir tehdit oluşturduğunu varsaydığı için haklı olarak tereddüt etti. Sorgulama, kaçamak varsayımları ortaya çıkarmak için hemen orada durmalıydı. Ancak sorgulama anında, onlar pekiştirildi: “intifada” ve “nehirden denize” sorgulamaya ara vermeden, Yahudilere karşı soykırım çağrısı yapmakla özdeşleştirildi ve özgürlük çağrıları, anti-Semitik şiddet tehditleri olarak anlaşıldı. Sorgulanabilir varsayımlar üzerine düşünme yeteneği dışlandığında, tuzak kurulmuş oluyor. Korkunç sonuç, İsrail’in öldürme makinesinin eleştirilemeyeceği, karşıt konuşmanın derhal şiddet çağrısı olarak yorumlanacağıdır. Herhangi bir rektör, böyle bir soruya cevap vermeden önce tereddüt etmek konusunda haklı olurdu, çünkü sorgulayıcı, o sorunun aldığı formda yanlış öncüller ve yanıltıcı birleştirmeler sunmuştur. Magill’in istifasının ardından, rektör Gay’in ahlaki bir karar vermesi gerekiyor: İsrail şiddetine direnişi soykırımcı niyetle karıştıran sorgu türlerine, protesto ve muhalefet hakları için karşı durmak, ya da sansür ve inkarın bir aracı haline gelmek. Açıklanan özrü iyiye işaret etmiyor. Ne karar verirse versin, hem akademik özgürlük hem de ifade özgürlüğü için önemli bir emsal oluşturacak.

Üniversitelerde, sorunun öncüllerini sorgularız. Eğer bu eleştirel kapasiteyi sınıflarımızda ve kamusal hayatta kaybedersek, misyonumuzu kaybetmişizdir ve kendimize ve öğrencilerimize karşı başarısız olmuşuzdur. Sansür, şiddetli ve sonuçları büyük, çünkü iptal ediliriz veya pozisyonlarımızı kaybederiz, veya medyada karalanırız. Birçok kişi korkularından ötürü gerçekten inanmadan, ezbere formüle edilmiş sözlerle Hamas’ı kınama baskısına basitçe boyun eğiyor. Eleştirel düşünce yok oluyor ve ahlaki kınamayı sergileme talebi, bir tür ahlaki terör haline geliyor.

Claudine Gay’in pozisyonu, başından itibaren öğrencilerin doxxingine izin vererek ve onların temel toplanma ve ifade özgürlüğü haklarını desteklemede başarısız olarak onları tehlikeye attı. Elbette, şimdi olduğu gibi, Harvard Filistin Dayanışma Komitesi’ni daha hızlı ve daha acımasız bir şekilde kapatmaya müdahale etmediği için Siyonistler tarafından eleştirildi ve eleştirilecek. Onların mesajını bastırmak için yapılan çaba, şu anda gördüğümüz kampüs sansürü dalgasını başlatmaya yardımcı oldu, bu hem resmi hem de gayri resmi olarak işliyor. Bu tür bir sansür, sadece Filistinlilere karşı bu katliam kampanyasının devam etmesine izin vermekle kalmıyor, aynı zamanda onun aynası ve gerekçesi olmaya hizmet ediyor. İsrail devleti Filistinlilerin yaşamını engelliyor ve Filistin mücadelesiyle (Hamas’tan daha büyük ve daha uzun süreli olan) dayanışma ifadeleri de engelleniyor. Biri diğerini gerektiriyor, çünkü sivillere karşı bir savaş yalnızca (a) uluslararası toplum sivillerin ya insan kalkanları ya da hepsinin teröristler olduğuna ikna edilirse ve (b) bu varsayımlar arasında, diğer korkunç özdeşleştirmeler arasında, açık, kamuoyu eleştirisi bastırılabilirse kazanılabilir. Diğer bir deyişle, bu büyüklükteki cezasız öldürme, öldürmeyi doğru bir şekilde adlandıracak ve karşı çıkacak, öldürme tarihini ve devletin kendisinin yapısal şiddetini anlatacak konuşmayı kapatacak bir sansür kampanyası gerektiriyor.

Konuşmaları kamuoyu tarafından yanlış anlaşılan ve medya saldırıları, doxxing ve tacizle kuşatılan sadece Harvard öğrencileri değil. Anti-Semitizm ile anti-Siyonizmi özdeşleştirmeye karşı çıkan tüm öğrenci konuşmaları, ya da gerçekten, İsrail şiddetini soykırım olarak adlandırma çabaları da hedef alıyor. Öğrenciler tacize uğruyor ve iş teklifleri geri çekiliyor, mesleki hedefleri engelleniyor veya yok ediliyor ve korkunç suçlamalara dayanmak zorunda kalmaları, yalnızca onların gerçekten (bir gün) aktarabileceği psikolojik zarar biçimlerine yol açıyor.

Bu an, korku ve nefretle daha az dolu olsaydı, bazı önemli sorular sormak için durup düşünebilirdik. Hamas bir terör hareketi midir yoksa silahlı direniş hareketi midir? Öğrenciler Filistin’i savunduklarında, İsrail devlet şiddetine son verilmesini, yoksa İsraillilerin ölümünü mü kutluyorlar? Onlara soralım mı? Öğrenmek için uğraşmalı mıyız? Yoksa şimdi yaptığımız gibi, Filistin’in özgürleşmesinin İsrailliler için ölüme yol açtığı sonucuna hızlaca atlamalı mıyız, yoksa aslında birlikte yaşama için yeni bir olasılık oluşturabilir mi, ister tek devletli, ister iki devletli çözüm ya da başka bir yönetim şekli olsun? Kendi politik sadakatım şiddet içermeyen araçları ve hedefleri kendi değerlerimle uyumlu olan Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar hareketiyle birlikte. Ancak Hamas’ı bir silahlı direniş hareketi olarak savunanlara, bu silahlı direnişi silahlı mücadeleler tarihi içinde nasıl konumlandırdıklarını ve silahların bırakılması için hangi koşulların karşılanması gerektiğini sormak önemli olabilir. Açık bir cevap, İsrail devlet şiddetinin sona ermesi gerektiğidir. Eğer İsrail devlet şiddeti silahlı direnişin olasılık koşuluysa, bu şiddetin durması kuşkusuz başka bir politik yapı oluşturacaktır.

London Review of Books’taki makalemde, Harvard Filistin Dayanışma Komitesi ile “apartheid rejiminin Hamas’ın İsrailli hedeflere yaptığı ölümcül saldırılardan tek sorumlu olduğunu” iddia ettikleri için tartıştım. Böyle bir sorumluluk paylaşımının yanlış olduğunu ve Hamas’ın gerçekleştirdiği kabul edilemez öldürmelerden sorumluluktan muaf tutulmaması gerektiğini düşündüm. İsrail şiddetinin, Hamas’ın işlediği şiddetin adı olduğunu söylemenin mantıklı olduğunu düşünmüyorum, çünkü Hamas’ın kendi planı var ve silahlı mücadeleyi başlatma kararı, sorumluluğunu üstlendiği bir karar. Hatta, Hamas’ın şiddetinin sadece İsraillilere geri dönen İsrail şiddeti olduğunu iddia etmenin, silahlı mücadele lehine pozisyon alan o Filistinlilerin failliğini ve özneliğini baltaladığını bile söyleyebiliriz. Onlar tersine İsrail şiddetinin taşıyıcıları değil, kendi adlarına ve kendi sebepleri için hareket ediyorlar, ya da ben öyle varsayıyorum. Bununla birlikte, öğrencilerin, eğer sömürgeci bir güç tarafından kuşatılmış ve mahrum bırakılmışlara karşı devam eden ve dayanılmaz devlet şiddeti olmasaydı, silahlı mücadeleye gerek olmayacağı konusundaki fikirlerinde kesinlikle haklı olduklarını söyleyebilirim.

Ancak bu düşünce, mevcut tarihi koşullar altında zar zor ifade edilebilir, tartışılabileceğini söylemek bile zor. Filistinli yaşamlar Gazze’de yok ediliyor ve her Filistinli bu yıkıma itiraz edecek. Eğer onlar itiraz ederse ve biz de onlarla birlikte itiraz edersek, bu bizi Hamas destekçisi yapmaz. Bu bizi sadece soykırımın sesli eleştirmenleri yapar.

O zaman özür dileyeyim ve açıklayayım: Öğrencilerin, çatışmanın basında nasıl çerçevelendirildiğine, 7 Ekim ve Hamas’ın eylemlerinin herhangi bir kamusal tartışma için yanlış başlangıç noktası haline getirilmesine karşı çıkma hakkı vardır. Bu çerçeveleme bunlar öncesinde gelen yetmiş beş yıllık işgal, alıkoyma, mal mülk gaspı ve arazi hırsızlığını silikleştirir. Mesajlarının her yönünü desteklemek zorunda olmasak bile, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Siyonist hareket tarafından nasıl zarar gördüklerini şartsız bir şekilde kınamak zorundayız. Seslerinin sansürlenmesi her açıdan vicdansızcadır, çünkü bu, Filistinli yaşamlara yönelik dehşet verici bir saldırı karşısında sessizlik talep etmekte ve İsrail’in şimdi yürüttüğü, Filistin halkının evlerine, topraklarına ve şiddetten arınmış siyasi öz belirleme geleceğine sahip olma temel haklarını reddetmeye yönelik daha uzun bir kampanyanın bir parçası olan katliam kampanyasını dikkate almamaktadır.

Sansür her zaman zayıfların aracıdır. Evet, güç kullanır ama kullanıcılarının artık kontrolü kaybettiğini ifşa eder. Sansür, işitilmesini istemedikleri bir görüşü sınırlamak veya ortadan kaldırmak isteyenler tarafından kullanılır. O görüşe büyük bir güç atfeder çünkü belki de, adaletsizliğe karşı sesli muhalefetin hala görmeye, adlandırmaya ve olan dehşete karşı çıkmaya cesareti olan destekçileri çekebileceğini bilir. Sansür, Filistin’e karşı yürütülen askeri kampanyanın kültürel kanadı olarak işleyişiyle sansürcüye karşı bir korku uyandırabilir. Ancak her zaman, sansür tarafından sınırlanmayı veya susturulmayı reddedenler, sansür tarafından uyandırılan hassasiyetleriyle konuşma ve tartışmanın boğulmasına karşı çıkanlar vardır. Özgürce konuşmakta, adaletsizliğe karşı çıkmakta ve bu korkunç anın zirvesine ulaşan şiddetin daha uzun tarihine dikkat çekmekte haklı olduklarına inanan Harvard öğrencilerine katılalım.

Üniversiteler, bu tür görüşler hakkında öğrenmek için özgür olduğumuz, öğrencilerin muhalif olanları ifade etmekte özgür olduğu ve görüşlerinin değerliliği üzerine tartışmaların teşvik edildiği yerler olmalı. Tartışılacak çok sayıda konu var, özellikle şiddet karşıtı olanlarımızın konuşma haklarını korumada ve yanlışları eleştirme konusunda aktif bir rol oynayabileceği sorusu da dahil. Sansür, otoriterliğin bir belasıdır. Ve demokrasiye yönelik saldırılar yaygınken ve artarken, atmosferin gergin olduğu, dilin tehlikeli olduğu ve düşünme ve tartışmanın yerini suçlamaların ve tehditlerin aldığı bir zamanda, üniversite yöneticilerinin özgür ifade haklarını koruma sorumluluğu var. Adaletsizliğe karşı çıkmaktan men edilmek, daha fazla adaletsizlik çekmektir. Adalet üzerine bir tartışma belki yapabilir miyiz? Üniversite o zaman açık sorgulama için itibarını yenileme şansına sahip olabilir. Öğrencilerimizi dinleyebilir miyiz? Üniversite o zaman öğrenme yeri olma şansına sahip olabilir ve öğretim üyelerine alçakgönüllülük konusunda, yeni bir ders sunabilir.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu