Demokrasi ve SolGündemPolitika

Kemal Kılıçdaroğlu Olmak Ya Da Kavramların Önemi – Erol Akın

“Enver bir güneş gibi doğmuş ve batmıştır; arasını tarihe bırakalım” – Atatürk’e atfedilen bu sözü Kemal Kılıçdaroğlu’na uyarlamayı denedim ama olmadı. Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden bir ülkenin fiili hükümdarı olan Enver Paşa, 1918’de Almanya’ya bir taktik geri çekilme yapmış, ardından Orta Asya’daki Bolşevik karşıtı bir harekete katılarak Tacikistan’da yaşamını yitirmiştir: Yani 1918’den itibaren Anadolu siyasetinde, 1922’den sonraysa biyolojik olarak ışığı gerçekten sönmüştür.

Kemal Kılıçdaroğlu ise tarihe bırakılamayacak kadar yakın geçmişimiz üzerinde parlamaya devam eder: 2010 yılında başına geldiği Cumhuriyet Halk Partisi’nde ideolojik-kurumsal açıdan, adı “Yeni CHP” olarak konulan bir dönemi başlatmış, CHP’ye tek bir incelemenin tek bir celsesinde özetlenemeyecek uzunlukta bir süre liderlik etmiş ve 2023 yılının mayıs ayında yaptığı bir hesap tutmayıncaya kadar liderliğini sürdürmüştür. Bugün ufkumuzda en az 5 yıl uzamış bir iktidara karşı muhalefet etmeye devam ediyor.

Zaten bir şeyi tarihe bırakmak, çoğunlukla, hakkında konuşmaktan kaçınmak anlamına gelir. Atatürk’ün – söz doğruysa – İttihatçıların ve İttihatçılığın bir bölüğüyle rekabet ve mücadele ettiği bir dönemde, arabulucu veya bir kaçış rampası olarak tarihe başvurması o kadar şaşılacak bir durum değil – üstelik yaşananların üzerinden, en iyi ihtimalle birkaç yıl geçmişken. Biz, tarih rampasına manevra yapmak yerine, bugünün koşullarında ilerlemeyi ve aynadan geriye bakmayı yeğledik.

AKP, yerel yönetimleri kaybetmiş ve Konya-Trabzon kavisine tutunmuş olsa bile bir dönem daha, tartışmasız biçimde muktedirdir. Dahası, tüm “normalleşme”, “yumuşama” peşrevine inat yumruğu alabildiğine sıkılıdır – bunu kendileri de ifade etmekte ve savunmaktadır. 2023 öncesinden farklı bir dönemde yaşadığımız, en azından gönül rahatlığıyla, iddia edilemez. Salgından sonra meşhur olan “yeni normal” deyimine yakışan ve yaklaşan bir dönemden geçmiyoruz. (En azından bu yazının sahibi, bu yöndeki tez ve savları, kanıtlanabilir bulmamaktadır)

AKP’nin zaman çizgisini kırmadığı yerde, Kemal Kılıçdaroğlu’nun zaman akışı da devam eder üstelik – Cumhurbaşkanı’nın Bay Kemal özleminin gerçekçi olduğunu düşünürüm. 14 yıl boyunca her gün konuştuğun – ister tartıştığın ister şakalaştığın – birini yaşamından kolayca çıkartamaz, unutamaz kimse. AKP yönetmeye devam ediyorsa, pekala Kemal Kılıçdaroğlu da muhalefete devam edebilir – CHP eski genel başkanı sıfatıyla, bu olmasa bile, yurttaş kimliğiyle kamusal alandaki herhangi bir tartışmaya katılma, bu tartışmayı başlatma ya da sonlandırma hakkı saklıdır ve hem TSE patentiyle hem de Anayasa ile korunmaktadır.

Bu durumda, elimizde, büyük bir ülke topraklarından geçen farklı zaman şeritleri gibi, siyasette de farklı zaman parçaları var demektir. Kemal Kılıçdaroğlu zamanını incelemenin en kestirme yolu ise, giderek sık biçimde kullandığı Twitter’daki broşür irisi, manifesto kırığı tweetlere, Cumhuriyet ve T24’te, olasılıkla başkalarının kaleme aldığı, köşe yazılarına bakmaktır. Fakat bununla sınırlı kalmak, 14 yıllık uzun bir süzülüşün öyküsü karşımızda bulunduğu ve tweetler-köşe yazıları yer kısıtlaması nedeniyle meramlarını anlatmak adına biraz çelimsiz oldukları için, pek olanaklı değil. Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçmiş konuşmalarına, demeçlerine ve Altılı Masa belgelerine de konuşmaları için bir fırsat vermek gerekir. Bunlar da büyük bir astro-politik olayı incelememiz için bize derli toplu bilgi sağlayacak.

Ağırlıklı olarak kuramsal bir incelemenin, böyle bir konuda, oturduğum yerden çamur atma gibi algılanma tehlikesi taşıdığından, hatta böyle algılanacağından eminim.

Okurların bir kısmı, Kemal Kılıçdaroğlu’nun linç ve suikast girişimlerine maruz kaldığını, yaşına rağmen ülkenin bir ucundan diğerine yürümeyi göze aldığını; kısaca gayretini esirgemeyen, CHP Genel Başkanı sıfatıyla da hiç de “sıradan” olmayan bir adamın emeğine ne cüretle laf edebildiğimi sorabilir. Buna iki yanıtım var: Birincisi; herhangi bir şeyi tartışma hakkına, en az Kemal Kılıçdaroğlu ya da herhangi bir yurttaş kadar sahip olduğumuzun belirtilmesidir – “cüretimiz” buradan geliyor. İkincisi ve daha önemlisi; bu eleştirilerin, sahip olduğu bazı düşüncelerin, Kemal Kılıçdaroğlu’nun gerçekten cesurca olan girişimlerine nasıl ket vurduğunu gösterme amacı taşıdığımızın vurgulanmasıdır: Sayın Kılıçdaroğlu, çok daha iyi tanımlanmış kavramlardan güç alsaydı göktaşı gibi çakılmak yerine, bir güneşe dönüşemese bile, başarılarıyla hatırlanabilirdi.

BÜROKRATIM, BÜROKRATSIN, BÜROKRAT

Her şeyin bir resmi tarihi, doğrusu, tarihten çok kronolojik dizime benzeyen bir geçmiş dökümü vardır: Osmanlı İmparatorluğu’nun 1299’da kurulup 1923’te ortadan kalktığını söylemek tarihe değil, kronolojiye yakındır.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaşamının kronolojik dökümü de bize bürokrasi ordusunda geçmiş bir hayatı olduğunu söylüyor: Dönemin pek çok genci gibi, Cumhuriyetin bir tür eğitim yoluyla eşitlik sloganına uygun biçimde farklı illere dağılmış bir okul zincirinin farklı halkalarından geçerek Maliye Bakanlığına kadar ulaşmıştır: Daire başkanlığı, müsteşar yardımcılığı, ünlü SSK Genel Müdürlüğü ve emeklilik. Bu toplumsal tabakalar arası hareketliliğe duyduğu minnet ve hayranlığı şu sözlerle ifade etmiş: “Eski Türkiye diyerek kötüledikleri bu ülkede, önceden eğitimin bir kalitesi vardı. Öğretmenlerin hem öğrenciler hem de veliler üzerinde bir saygınlığı vardı. Bütün okullar devlete aitti ve bütün öğrenciler eşit eğitim fırsatına sahipti. Kim zengin çocuğu, kim fakir-fukara çocuğu kimse bilmezdi…”

Bu sözler, aslında, Eski Türkiye görmüş kimi insanlardan, bir ayak üstü veya bayram ziyaretinde tatlı yanında yapılan sohbet sırasında da duyabileceğiniz sözler: Bir tür ütopyanın; kimsenin kendi kimliğini bilmediği-açıklayamadığı, imtiyazsız-sınıfsız-kaynaşmış bir kitleymiş gibi göründüğü – öyle olmasa bile – bir hayal dünyasıdır ve öğretmenler, bu dünyanın aydınlık yanlarından birini oluşturur. Zahirde eşitlik-batında eşitsizlik üreten ve ancak bu üretimle var olabilen bir sistemin mezarı başında yapılmış övgü konuşmasıdır.

Öğrenciler fakir-fukara olabilir, zengin de olabilir ama “eşit” eğitim alırlar; buradaki eşitleyici, devletin “ücretsiz” eğitim sunmasından ibarettir. Ailesini geçindirmek için sanayiye çırak olarak verilen, atölyeye sokulan, tarlaya yollanan milyonlarca insanın hikayesi, bu konuşmanın dinleyici kitlesini oldukça daraltır oysa. Bürokratlar için devlet üniversitesinden devlet kurumlarına giden yol, manzarası itibarıyla güzel olabilir. Sorun, o yolun sanıldığı kadar çok kullanılmamasıdır.

Geçmişin çılgın sevdalarının muhatapları, Eski Türkiye’nin eğitiminden oluşmaz: Kemal Kılıçdaroğlu her anlamda Eski Türkiye’nin müesseselerini, mümkünse devletlu olanlarını özler. 28 Şubat Darbesi’ni “eleştirerek” anarken Necmettin Erbakan’ın isminin başına, büyük harfle, “Devlet adamı”’nı yakıştırır; İsmail Cem’i de örnek bir devlet adamı olarak hatırlar. Cumhuriyet gazetesine, 14 Mayıs 2023 tarihli büyük çarpışmadan hemen önce yazdığı mektuplardan birinin başlığı “Önce devleti onaracağız”dır ve kapanışını “Çoğulcu, demokratik bir Türkiye inşa etmek ve gelecek nesillere bu değerleri emanet etmek istiyoruz. Bunu toplumu güçlendirerek, devleti onarıp toparlayarak yapacağız” sözleriyle gerçekleştirir.

Altılı Masa’nın yayımlanması beklenirken tırnak bitirilen ancak büyük olasılıkla kimsenin aklında kalmayan balyalar halinde kitapçıkları vardı. 30 Ocak 2023’te ocaktan inen Ortak Politikalar Mutabakat Metni, Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Önce Devlet” diyen sesini yankılamış gibidir. Metnin önsözünden alıntı: “Bu krizin en temel sebebi “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile keyfi ve kural tanımaz yönetim anlayışıdır. Mevcut sistem Devlet için bir beka sorununa dönüşmüştür” Pekala Devlet Bahçeli’den kelime ödünç alınmış olabilir – özellikle de “beka sorunu” ve büyük harfle başlayan “Devlet” kısmında. İnsan sınıf arkadaşıyla yeri gelir notlarını, yeri gelir yemeğini paylaşmaz mı zaten? Nisan 2023’teki bir tweeti: “Biz devlet terbiyesi ile yetişmiş insanlarız. Devleti yönetenin vaadi olmaz, taahhüttü olur.”   

Geriye bakınca ve bu 200 küsur sayfalık metni sekerek de olsa gözden geçirince, insan, aslında ne kadar devlet merkezli bir “reform” programına maruz bırakıldığını anlıyor. O dönemler tabii köprüyü geçiyorduk; ayı-dayı farkı pek yoktu ve safları sıklaştırmak adına birbirimizin ayağına bassak bile susuyorduk.

Anarşizm dışında hiçbir düşünce sistemi, devlet gücünü elde etme meselesiyle yüzleşmekten kaçınamaz. Kemal Kılıçdaroğlu’na – ve 2023’ün yemek masasına – devleti merkeze alırken, onu tanımlamak için kullandıkları alet-edevatın yetersizliği nedeniyle çatmalıyız. Bu masadaki devlet, bir bürokratın anladığı kadarıyla ve biçimiyle bir devletti: Sınıflar üstü/arası bir adalet dağıtım merkezi olarak çalışan güçlü kurumlar bütünü. 14 Mayıs öncesi Cumhuriyet yazılarından birisinde, Kemal Tahir’in Devlet Ana’sıyla yakınlık kurarak dediği de buna yakın düşer: “Vatandaşlarına bir ana şefkatiyle yaklaşan, ayrım yapmayan ve karşılıksız seven, onları işsiz ve aşsız bırakmamanın mücadelesini veren, yemeyen yediren bir devlet anlayışını yeniden yaratmalıyız.” Bu devletçilik tarifinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ekim 2022’de “Türkiye Yüzyılı, şefkat yüzyılıdır” dediği noktadan ne kadar ileriye düştüğünü hesaplamayı ise  okura bırakıyoruz.

ADALETİM NEREDE?

Bürokratik dil, devleti bir şeyin – mümkünse toplumun – üstünde tanımladığı sürece, aynılaşmaya, tek tipleşmeye yazgılıdır: Devletin egemenlik alanı içinde kalan her yerde aynı sesle işitlmesi, aynı kelimelerle konuşulması da egemenliğin tek ve bölünnmez biçimde o devletin olduğunun işaretidir. Üslupları bu yüzden, deyim yerindeyse son derece “gayrı şahsi”dir: Her bir kamu görevlisince kolayca yazılabilir, kopyalanabilir, çoğaltılabilir ve anlaşılabilir. Bu da basmakalıplaşmayı getirir: Kemal Kılıçdaroğlu’nun zaman çizgisi de bu yüzden kendi başına fazla anlam içermeyen terimlerle, kavramlarla dolup taşar.

Bu kavramların en cilalısı “ehliyet” ve “liyakat” idi – mümkünse birbirlerine rapt edilerek kullanılıyordu. Bu, robot-perest iksitatçımız Özgür Demirtaş’ın “meritokrasi” diyerek ünlü ettiği bir sistemdir: Çalışma artı yetenek eşittir sonuç. Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve milyonlarca insanın içinden geçtiği test yoluyla ölçme-değerlendirmeye dayanan eğitim yapısının da kabaca bu ilkeye dayanır ya da dayandığı düşünülür. Bu düşünce o kadar havalı gelmiş olmalı ki Ortak Mutabakat Metni’nin tam 26 yerinde “liyakat esas alınarak”, “liyakate dayanarak” gibi kalıp ifadelerle bir duvarın örülmesine yol açmıştır: Bürokratların sınav ve yıllar geçince kazanılan terfiden oluşan dünyalarının bir ulusun talepleri olarak sunulduğu bir duvardır çünkü.

Duvar, hiç de sağlam değildi fakat bunu kuramsal olarak kanıtlamak, birkaç “çıkıntı” solcunun yapmaya çalıştığı gibi, AKP’den kurtulmaya saatler kala pek yersizdi. Bugün de yersizdir çünkü son derece liyakatli bir atamayla Hazine ve Maliye Bakanlığına getirilen Mehmet Şimşek, kinayesiz olarak, Kemal Kılıçdaroğlu’nun hayal edebileceği – belki de ettiği – tipte bir Devlet Adamıdır.

Kemal Kılıçdaroğlu zamanının önemli ölçü birimlerinden birisi, belki de en önemlisi, “adalet” kavramı. O kadar önemli ki imzasıyla çıkan iki kitabın adında da var (Hakça Bölüşüm İçin Toplumsal Adalet ve Özgür ve Adil Bir Türkiye İçin Yürüyüş) hem de açıklamalarında mutlaka bir yerde belirip ‘Ben buradayım’ demiş. Adalet, ille de adalet.

Adaletin anlamını sorduğunuzda, aldığınız cevap, yanıtın kendi kendini göstermesidir: Adalet, adaletsiz olmamaktır. Adaletsiz olmamak da devletin iyi şeyler yapması, kötü şeyler yapmamasıdır. Bu, size ve sizi dinleyene, teorik olarak, bir uzay boşluğu açmanızı sağlar: Bu boşluğu, istediğiniz her şeyle doldurabilirsiniz ama bunu yapmak için elinizde hiçbir durumda yeterli malzeme olmaz. Sonuç, sloganlaşma ve bürokratik dilin bilek hizasına gelen derinliğinde bir türlü ilerleyememektir: Devlet iyi şeyler yapar, ekonomiyi büyütür, adaletli davranır, yurttaşlarının çıkarını gözetir, eğitime önem verir, güvenlik sağlar. Bu da aslında hiçbir vaadinizin olmadığı anlamına gelir çünkü tarih, bunların aksini yapan bir devleti ve bunu yapacağını söyleyen yöneticileri hiç görmemiştir. Kimse devletin kötü şeyler yapmasını istemez. Platon’dan bu yana devletin nasıl “iyi” olacağını tartışıyoruz. Kemal Kılıçdaroğlu, böylece, felsefeye de el atmış oluyordu aslında.

Ünlü masanın bu “iyi devlet” tanımını, “kurumları güçlü devlet” olarak karşıladığını; bu karşılığı da TÜSİAD’dan ve Daron Acemoğlu’nun o çok ünlü Ulusların Düşüşü’nden borç aldığını hatırlar veya anlarsak, işimiz çok kolaylaşır. Bunun yaldızlı hediye kağıdına sarılmış adı da “kurumsalcılık”tır fakat hem kağıdı hem paketi hazırlayıp masaya koyan TÜSİAD olduğu için, olsa olsa “kapitalist kurumsalcılık”tır. Bu yüzden, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ideal devleti, kapitalist gelişmeyi hızlandıran ve onun rahatsızlıklarını gideren bir tür doktordur. Masanın traji-komik biçimde İkinci İzmir İktisat Kongresi adıyla düzenlediği ve ekonomide ne kadar muhteşem şeyler yapacaklarını duyurdukları toplantıda söz alan Burak Dalgın’ın dediği gibi bir katalizördür.

Hatırlayan kaldı mı bilmiyorum ama Beşli Çete lafı, Ukrayna’nın işgali başladıktan sonra, yine “ithal” bir kavram ile “oligark” sıfatıyla birlikte kullanıldı. Oligark da Rusya’da, SSCB’nin çökertilmesinden sonra kamu işletmeleinin yağma edilmesiyle ortaya çıkan “yanlış”, “mafyatik” kapitalistlerin eş anlamlısı; iyi, rekabetçi, gürbüz ve yavuz kapitalistin zıddı idi. İyi kapitalizm ve kötü kapitalizm arasında bu şekilde ayrım yapmak, son yıllara ait bir uğraştır. “Ahbap-çavuş kapitalizmi” sözünü, Türkiye’deki sermaye rejiminin bu şekilde tanımlanma çabalarını hatırlayın.

Kemal Kılıçdaroğlu zamanına göre, bizim sorunumuz, “gerçek” bir piyasa ekonomimizin olmayışıydı ve bu kavrayış, olsa olsa, eksiktir: Kapitalizm, iyi ya da kötü diye ahlaki bir ayrıma tabii tutulabilecek bir sistem yahut orta yerinde kesme işareti ya da kırılım yerleri bulunan bir broşür değildir.

İlk ortaya çıktığından bu yana; şimdilerde oligarklara, ahbap-çavuş ilişkilerine yıkılan tüm suçlardan sicili vardır.

Kamu kaynaklarından yararlanmak bir “haksızlık” ise, bu haksızlığı o çok övülen, efsanevi bir geçmiş zaman ütopyasına dönüşen Erken Cumhuriyet döneminin iş insanları da işlemiştir, Menderes döneminin ucuza kredi alan toprak sahipleri de. İthal ikame yıllarının gümrük korumasıyla, ithalat yasaklarıyla özel yetiştirilen sanayi sermayesinin “masum”, “bileğinin hakkıyla” bir yere geldiğine bizi kim inandırabilir? Özelleştirmelerin oligark olmayan (!) sermayeye yaramadığını kim iddia edebilir? Masanın etrafına oturanların iddiası buydu – belki de bu yüzden düşündükleri kadar ikna edici olamadılar. 14 Mayıs gününe geri dönemeyeceğimize göre, her zaman bir tahmin bulutu üzerinden konuşmak zorunda kalacağız.

KALKINIYORUM (GERÇEKTEN Mİ?)

Kemal Kılıçdaroğlu zamanı, bir zamanların “Yükselen değer Çin” türküsünün halen okunduğu bir zamandır. Cumhuriyet gazetesine yazdı(rdı)ğı bir yazıda da söz ve bestesi kendine ait olmayan bu eserin içinde Çin’e olduğu kadar, Güney Kore’ye de övgü vardır. İkisinin de Türkiye’de “model” olarak algılandığını bilmek için dahi olmaya gerek yok: Güney Kore, muhafazakar kanaat çevrelerinin bir kısmını çok rahatsız edecek biçimde dizi ihracatıyla bile etkili olmuşken Çin de bir “karşı kutup” olma teziyle, hem sağdan hem soldan gelenlerin uğrak noktası. Buraya kadar alışılmadık bir şey yok.

Bürokrat için devletin kalkınması, iki yönlü sonuç verir: Halkın gönenci artar ama belki daha önemlisi, devlet güçlenir. Bu yüzden kalkınmak da bir tür “mutlak iyi” kavramdır – kimse kalkınmama hedefiyle yola çıkan bir yapıya oy vermeyecektir. Sorumuz, “Nasıl bir kalkınma?” olmadığı sürece, bu kavramın önünde perestiş etmemizin bir anlamı yoktur. Kemal Kılıçdaroğlu ise Çin ve Güney Kore’nin kalkınmasına, teknik becerilerin ve bilgi birikiminin artışı-iyi yönlendirilmesi olarak bakar.

Bakışı, düşünce tarihimizde Ziya Gökalp’e kadar götürülebilecek bir optik yanılsamadır: Kalkınma-gelişme-medeniyet, bu yanılsama içinde birbiriyle sürekli yer değiştirerek birbiri içinde erir. Bunlar da çok özensiz biçimde, sanayileşme-makineleşme-teknoloji ile eşitlenir. (Ziya Gökalp de ünlü medeniyet-hars ayrımını yaparken, medeniyeti, kabaca, teknolojik bilgi birikimi olarak tanımlar.)

Güney Kore’nin “kalkınma mucizesi”‘nin arkasında yıllarca sürmüş askeri diktatörlükleri, sendikalaşma hakkının uzun süre tanınmayışını, her türlü toplumsal muhalefetin Gwangju Katliamı’nda olduğu gibi vahşice bastırıldığını, uzun çalışma koşullarını, tekelleşmeyi görmek bizi, bu optik yanılsamadan kurtarmasa bile uzaklaştırır. Kemal Kılıçdaroğlu zamanında bu uzaklaşma yoktur: Yazısı çok klişe biçimde “Elin adamı bizi geçti, yazıklar olsun bize, ah gençliğim vah gençliğim” dövünmeleriyle sona erer.

Bu dövünme, yoksulluğu es geçemedi ama bunu, çiğlikte benzeri bulunması çok zor bir “Olan-garibana-oluyorizm” şeklinde yaptı. Kemal Kılıçdaroğlu, elbette, yoksulluğun azalmasını, mümkünse ortadan kaldırılmasını istiyordu fakat bunu yoksulluğu Türkiye’deki kapitalist rejimin tercihlerinden kopartarak yapıyordu.

Bu kopartma sırasında da CHP’nin ideolojik kaynak sularından biri olan sosyal demokrasiye nasıl uyuşacağını anlamanın çok güç olduğu başka kavramlar buldu: Yoksulluğun sebebi olarak aşırı zenginliği üreten emek sömürüsünü değil de israf, şatafat, lüks, ahlaksızlığı  ifşa etti.

Cumhuriyet’te yayımladığı “Ahlaksızlığın Kurumsallaşması” başlıklı yazılardan birinde ileri sürdüğü gibi: “Cumhuriyeti kuranlar, ülkelerin parasızlıktan değil, ahlaksızlıktan çöktüğünü biliyorlardı. Osmanlı’nın son dönemlerindeki çürümeyi ve bunun devlet yapısını nasıl yozlaştırdığını gördükleri için bu konuda çok duyarlı davranmışlardır (…) Türkiye, bir an önce siyasetten başlamak üzere her alanda ahlaki bir yenilenmeyi, ahlaki bir rönesansı gerçekleştirmek zorundadır. “Siyasi etik yasası”nı çıkarmak zorundadır. “Yolsuzlukla mücadele yasası”nı çıkarmak zorundadır.”

Yasanın her şeyi, hele ki bir ahlak sorununu çözebileceğini düşünmek, olsa olsa iyimserliktir. Yoksulluğu “iyi davranmakla”, yani israfa, lükse ve şatafata izin vermeyerek azaltabileceğini varsaymak ise tamamen “ideolojiktir” – Altılı masa mutabakat metninde olumsuzluk yüklü bir ifadeydi. “Eğitimin ideolojilerden arındırılması” gibi çok ilginç kullanımları vardı. Bu da dar anlamıyla, tipik bir bürokrat zihniyetidir: Bürokrasi kendisini, bir sihirbazın havada uçuyor gibi göstermesine benzer biçimde, ideolojiden de yukarıda tutar – daha doğrusu öyle olduğunu iddia eder.

Ahlakı, paradan – günlük hayatta olduğu gibi bu yazıda da materyalizmin eş anlamlısı – üstün ve bağımsız görmek, aslında, çok üzücü ve yıpratıcıdır. Yeşilçam’ın “Fakir ama gururlu yoksul” tiplemelerinden, “Zengin ama huzuru yok” klişelerinden; Batı’nın tekniği var ama ahlakı yok avuntusundan çok da ileriye gidilememişse, buna sadece üzülebiliriz: Az gittik, uz gittik ve sonuçta hiçbir yere varamamışız. Bir zamanlar, aldığı oy oranıyla, ülkenin en büyük ikinci – şimdi de en büyük – partisinin liderinin dünya görüşü bir tür iyinin ve kötünün savaşı ikileminden farklılaşmamışsa, iddia edebiliriz ki toplumsal muhalefet ve parti, bir şeylere gerçekten iyi dayanmış demektir.

Zira bu dünya ve toplum okumasının anlamı; yoksulluğun başını çektiği modern toplum sorunlarının neredeyse metafizik bir kökü bulunduğunu örtük olarak kabul ve ikrar etmektir. İsraf, lüks, şatafat ve ahlaksızlığın ölçüsü, herkesin kendi hesap defterine yazdığı kadardır: Bir ekmeği çöpe atmak kimisi için israf, kimisi için değildir. Devletin yeni bürokratik merkezine dönüşmüş – bu nedenle de eski bürokrasinin bir kısmının nefretini kazanmış olan – Cumhurbaşkanlığı Sarayı/Külliyesi kimileri için lüks bir yapıdır ama eski bürokrasiyi temsil eden Çankaya Köşkü’nü daha lüks bulacak – ve bulan – pek çok insan vardır. Bu tartışmayı bitirecek tek şey taraflardan birinin sıkılıp onu terk etmesidir. Bu yüzden verimsiz, kısır ve sonuçsuzdur.

Daha önemlisi, tartışmayı ahlaklı davranmak, israf etmemek, soyut bir iyi olma hali üzerine kurabilirsiniz ama bu sizi sosyal demokrasinin yolundan daha farklı bir yere götürür. Solun/sosyal demokrasinin/sosyalizmin iddiası ve varlık sebebi – ki aynı şeydir – insanı ve toplumu, gerçek eşitsizliklerin yol açtığı toplumsal mücadele içinde görmektir: Bir tür Ahriman-Ahura Mazda çekişmesi ya da Selena dizisindeki gibi iyilik-kötülük savaşı içinde değil.

SONSÖZ NİYETİNE

Bir sol refleksi olarak her şeyin sınıfsal – bu yüzden de ideolojik – olduğunu açıklamanın çok klişe bir uğraş olduğunu kabul ediyorum. Mesele, Kemal Kılıçdaroğlu zaman diliminin bu açıdan incelenmesinden çok – bunu ilk yapan da değiliz üstelik – bunun 14-28 Mayıs’ta yaşananlarla olası ilgisini kurmaya çalışmak. Yukarıda dendiği gibi, bu tarihe geri dönmek ama aynı zamanda muhalefetin söyleminin seçmenin duygu ve düşünce dünyasının hangi teline bastığını, hangisine tam basamamayıp kırık bir ses çıkardığını yahut hiç ulaşamadığını tam olarak ölçmek imkansız. Bu yüzden bu astro-politik inceleme, olasılık hesaplarından ve kulak tırmalayan notaların bir yere not edilmesinden ibaret.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun bürokratik olmayan bir dünya görüşüne ve onun kavramlarına sahip olması durumunda neler yapabileceğini de sadece hayal ve tahmin edebiliriz. Görünen şey, hayatını bürokraside geçirmiş ve bu nedenle her türlü talebini bu zümrenin diliyle ifade eden bir liderin, tüm iyi niyetli çabasına, canhıraş mücadelesine rağmen bu dilin sınırlarına takıldığıdır. “Dilin sınırları, dünyanın sınırlarıdır” Kemal Kılıçdaroğlu’nun dünyası da Eski Türkiye bürokrasisi kadardır.

Eski Türkiye’nin bürokrasisi de pekala “muhayyel” bir kavramdır: Ölçmek, tartmak, incelemek; üstelik bunu burada yapmak gerçekçi olmayacaktı. Ancak Kemal Kılıçdaroğlu gökyüzündeki hareketine devam ettiği sırada, bu yapının neye benzediğine dair az çok iz bırakmıştır: Ne pahasına olursa olsun kalkınma telaşı, sürekli bir yere yetişecekmiş gibi “model” ülkelere otostop çekmek, mümkünse çalışan sınıfların fazla talepte bulunmadığı bir çalışma yaşamı, kimsenin kendi kimlikleriyle var olamayıp evinde ne yaparsa yaptığı bir toplumsal hayat, kağıtlara yazılan maddeler ve atılan imzalar yoluyla her türlü sorunun çözülebileceğine dair umut…

Doğrusu, bir daha asla…

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu