Avrupa’da Toplumsal Değişimleri Anlamak Üzerine – Röportaj: Dr. Metin Koca
Reaksiyoner siyasetin özgül tarafı çözümü geleceğe dair bir kurgu yerine geçmişteki bir tarihsel kesitte araması. Bu nostalji kurgusu onu yakın olduğu diğer alt başlıklardan, mesela, Popülist Radikal Sağ ya da salt Radikal Sağ’dan daha nüanslı kılıyor. Neyin nostaljisini yaptıklarına bakınca reaksiyoner partiler arasında çeşitlilik netleşiyor, çünkü dönmek istedikleri altın çağ aynı değil.
Son yıllarda özellikle hiyerarşi, baskı ve tecrit politikalarıyla öne çıkan aşırı sağ siyasetin giderek toplumsal tabanda yayıldığını görmekteyiz. Avrupa Parlamentosu seçimlerinin ardından kültürel sosyoloji alanında birçok çalışması bulunan Dr. Metin Koca ile bir röportaj gerçekleştirdik. Avrupa’da toplumsal ve siyasal dinamiklerin dönüşümünü anlamak doğrultusunda yaptığımız röportajda; sağ ve sol reaksiyoner hareketlerin yükselişi, merkez siyasetin konumu, farklı toplumsal grupların taleplerinin birleşememesi gibi güncel konular ele alınıyor. Özellikle Fransa’da Sarı Yelekliler hareketi üzerinden yapılan analizlerle, Avrupa’da artan huzursuzlukların ve toplumsal değişimlerin dışavurum biçimleri incelenirken; ideoloji-sonrası siyaset, kimlik siyasetinin hakimiyeti ve reaksiyoner partilerin yükselişi gibi konular bulunuyor.
İVME: Uzun süredir Avrupa’da hem sağda hem de solda reaksiyoner hareketlerin tartışıldığını görüyoruz. Aynı zamanda merkez siyasetin toplumsal temsilinin gerilediğine şahit oluyoruz. Taleplerinin tam olarak ne olduğunu bilemediğimiz veya aynı talepler etrafında birleşemeyen farklı grupları görüyoruz. Mesela, Sarı Yelekliler.
Hem sizi tanımak açısından hem de konuya giriş için Sarı Yelekliler hakkında yaptığınız araştırma üzerinden gidecek olursak Avrupa’da dönüşen toplumsal dinamikler ve oluşan huzursuzlukların dışa vuruluş biçimine ilişkin gözlemleriniz nedir?
Dr. Metin Koca: Girişte işaretini verdiğiniz gibi siyasetin kurgusuna dair birçok soruyu tetikleyen sınır anlarından birindeyiz. Özellikle de Avrupa ölçeğinde yapılan seçimler ülkelerin çeşitlenen tarihi seyirlerine dikkat çekebildiği gibi ortak bir siyasi bağlam da kuruyor. Geleneksel siyaset alanı olarak tarif edilebilecek kesişim noktasını, oradaki eylem alanında kısıtları ve yeni arayışları gözlemleme fırsatımız oluyor.
Sarı Yelekliler de bu ortak bağlamda yerini alan yeni nesil bir hareket: Fransa’ya özgü tarafları da var (örn. şiddetin meşruiyeti konusundaki hakim kanı), Avrupa’ya genellenebilecek tarafları da (örn. küreselleşmeden alacaklı olan kırsalın tepkisi). Sarı Yelekliler hangi huzursuzluğu dışa vuruyor, hangi kimliği temsil ediyor, bu sorularınıza verilecek cevap harekete sahip olma mücadelesi ile yakından ilgili. Onu yeni nesil yapan da bu muğlaklık. Ağa bağlı (networked) bir örgüt, dolayısıyla açık bir hiyerarşi ve resmi bir organizasyondan yoksun, geleneksel olmayan çeşitli otorite yapılarını aynı anda içeriyor.
Dolayısıyla kimliği netleştirilemeyen hareketin başarısını ölçmek de zor: Eğer kırsaldaki Fransız çiftçisini baz alacaksak, Sarı Yelekliler Le Pen’i iktidara taşıyor diyebiliriz mesela. Ekseriyetle “beyaz” olan çiftçiler yakıt zamlarına tepkileriyle hareketi tetikleyen kesim olmuşlardı. Le Pen baştan beri kendilerini destekledi çünkü hareket üzerinden Macron hükümetiyle net bir karşıtlık kurabiliyordu. Ancak partisine yakın örgütler hiçbir zaman hareket üzerinde tekel oluşturamadı çünkü hem radikal sol partiler (örn. Mélenchon yönetimindeki La France Insoumise) hem de Antifa gibi örgütler eylemlerin etkin katılımcıları arasındaydı. Benim çalışmamda sorduğum temel soru da bu şekilde bir araya gelmesi tahayyül edilemeyen grupları bir araya getiren harekete içkin olan muğlaklıktı.
Geleneksel siyaset şu anda seçim yoluyla bu dağınıklığı tekrar bir düzene sokmaya çalışacak: Göç karşıtları için “beyaz yelekliler”, birleşme adımları atan sol için de “kızıl yelekliler”…
İVME: Toplumsal hareketlerin taleplerinin bildiğimiz geleneksel sol ve sağ spektrumun temeline yaslanmayabildiğini görüyoruz. Yani gruplar arası geçişkenlikler mevcut. Bu geçişkenliklerin kök nedenlerini nasıl tanımlarsınız? Bu grupları tutarlı bir pozitif politik programda bir araya getirmenin zorluklarının sebebini neye dayandırıyorsunuz?
Dr. Metin Koca: 21. yüzyılın başından beri literatürde tartışılan “ideoloji-sonrası” siyaset faslında takılı kaldık bence. Burada siyaset yapanların yol haritasında ideolojik bütünlükten ziyade ortak öfkelere hitap etme kaygısı var. Dolayısıyla Wilders mesela Dawkins çizgisinde bir evrimci olmasına rağmen Hollanda’da Ortodoks Kalvinistlerin bile desteğini alabiliyor. Le Pen de küçük burjuvayı, tüccarları ve butik patronları partinin merkezinde tutmasına rağmen kendini işçi sınıfının temsilcisi ilan edebiliyor. Özellikle Mélenchon oylarının Macron ve kendisi arasında dağıldığı ikinci tur Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu oyların talibi olmayı da başarıyor. Bu gelişmeler kimlik siyasetinin hakimiyetiyle de yakından ilgili. Le Pen ve Macron çatışır gibi görünürken meşru siyaset alanını Fransız cumhuriyetçi kimliği üzerinden sınırladılar. Hitap ettikleri tüm kesimler aidiyetlerini bu çerçeve üzerinden yeniden tanımlıyor. Geleneksel sol siyaset kimsenin sadece ve sadece işçi olmadığı bu ortamda, göçten rahatsız olan beyaz işçiye nasıl hitap edeceği konusunda “progressive dilemma” yani ilerici ikilem yaşıyor. Diğer yanda Hristiyan dindarlar mesela, sokaklarında camilerin yükselmesindense özellikle Hristiyan Demokrat geleneğin olmadığı yerlerde radikal sağın bir kimliğe indirgediği Hristiyanlığa razı olabiliyor, ki bu onların ifade özgürlüğü, eşcinsel evlilik, aile değerleri ve daha birçok konuda yönelttikleri ideolojik itirazı köreltiyor. Radikal sağın “Judeo-Hristiyan” medeniyet tasavvuru dediği şeyin bu ideolojik tutumlarla bir ilgisi yok. Aynısı sol kimlik siyaseti için de geçerli: Grup kimliğinin farklı ideolojik temsilleri olabilirken esas amaç grubun biraradalığı ve korunaklı alt-kültür niteliğini koruması. İdeoloji eğer kimliği tehdit ediyorsa arka plana atılması gereken bir düşünüş biçimi olarak dışlanıyor.
İVME: Aslında kimliği, siyasi bir zemin olarak kullanan partiler bir anlamda da reaksiyoner bir dalgayı yakalamayı da başaran partiler. Reaksiyoner partilerde kendi temsillerini bulan seçmen tabanlarının talepleri ne derecede ortaklaşıyor ve ayrışıyor? Sizce burada evrensel bir kategoriye sokulabilecek tek bir reaksiyoner sağ ne noktaya kadar var? Örneğin İspanya’da VOX’un etkinliğine Milei’nin katıldığını ve konuşma yaptığını gördük.
Dr. Metin Koca: Reaksiyoner siyasetin özgül tarafı çözümü geleceğe dair bir kurgu yerine geçmişteki bir tarihsel kesitte araması. Bu nostalji kurgusu onu yakın olduğu diğer alt başlıklardan, mesela, Popülist Radikal Sağ ya da salt Radikal Sağ’dan daha nüanslı kılıyor. Neyin nostaljisini yaptıklarına bakınca reaksiyoner partiler arasında çeşitlilik netleşiyor, çünkü dönmek istedikleri altın çağ aynı değil. Mesela Polonya’da PiS, Kilise’nin geleneksel rolünün geri döndüğü bir dindar toplum hayaliyle siyaset yapıyor. Kısmen benzer bir örnek olarak, Lega’da Salvini kendisini hiç sevmediği Papa Francis’den bile muhafazakâr olmakla övüyor, günümüz kilise hiyerarşisini yeterince dindar olmamakla eleştiriyor. Diğer tarafta Meloni ve Le Pen çocuklu fakat yalnız ve güçlü kadın figürler olarak radikal sağda gelişen sekülerizm dalgasıyla uyumlular. Meloni evlilik dışı ilişkisinden dolayı Hristiyan dindarlarca ayıplanabilirken kürtaj karşıtlığıyla bunu dengeleyen -İtalya’ya uygun- utangaç bir çizgide ancak Le Pen net şekilde kürtaj ve eşcinsel evlilik hakkı gibi konuları sahiplenerek Fransız laikliğini kalkan yapıyor. Onun dönmek istediği yer ne kiliseye özel statü verilen dönemler (ki bu yüzden dindarların oyunu Zemmour’a kaptırdı) ne de 1930’ların korporatist faşist dalgası. O, 1960’ların cinsel özgürlük diyarına yani kitlesel göçten önceki ve Dünya Savaşı’nın ardındaki bir kesite dönmek istiyor.
Büyük farklara rağmen bu partiler bir araya gelebiliyorlar çünkü karşıtlığı göç ve İslam üzerinden uyuma dönüştürmeyi şimdilik başardılar ve merkezdeki partilere de bu başlıkları kabul ettirdiler. Siyaset buraya odaklandığı sürece Avrupa Parlamentosu’nda bir grup oluşturabiliyorlar, birbirlerinin mitingine katılabiliyorlar, Generation Identity gibi ulusaşırı partisiz hareketlerde Batı medeniyeti adına konuşabiliyorlar veya partilerinin gençlik kolları AB’nin Erasmus gibi mobilite programlarından faydalanarak diğer reaksiyoner partiler arasında mekik dokuyabiliyor. O yüzden Milei’nin VOX etkinliğinde konuşması gibi çok örnek var. Milei’nin konuşmasındaki serbest piyasa övgüsüne merkezi hükümet ve milli ekonomi yanlısı VOX mensupları ne tepki verdiler ve çelişkiyi nasıl sümen altı ettiler, incelemeye değer.
İVME: Avrupa’daki toplumsal ve siyasal dönüşüm ile Türkiye’deki gelişmelerin benzerlikleri, eşleşen yönlerini görebiliyor musunuz? Türkiye’de ve Avrupa’da bazı ülkelerde anayasal krizler, demokratik gerilemeler, kurumların içine düştüğü krizler hemen hemen benzer dönemlerde tecrübe ediliyor. Mesela Avrupa’daki ana akım dışında yer alan reaksiyoner sağ partiler ile Türkiye’de reaksiyoner siyasete ve belirli bir kimliğe dayanan partilerin yükselişleri arasında paralellik görüyor musunuz?
Dr. Metin Koca: Türkiye’de kültürel değişimi incelediğim kitap çalışmamda Avrupa ile paralel yürüyen süreçleri tartışmıştım. İdeoloji zemin kaybederken paydaşlar kimliklerini müzakere edilemez değerleri üzerinden doğruluyor. Bunlar yalnızca değer ifadeleri: “cinsiyet eşitliğini destekliyorum”, “kürtaja karşıyım”, “komşum başka dinden olsun istemem” gibi kalıp söz edimleri, pratikle ilgili çok az şey açıklayan basit kodlar ve sinyaller. Bu sırada değerlerin ideoloji yapma süreçlerinde alabileceği karmaşık rollere dair düşünce gelişmiyor. Müslüman göçü alan yerlerde “İslami” ve “Judeo-Hristiyan” değerler arasında zannedilen bir sözde kültür savaşı, Müslüman göçü almayan Polonya gibi yerlerde “Katolik” ve “liberal” değerlere, Müslüman nüfus ağırlıklı yerlerde “dini” değerler ve “aydınlanma” değerlerine, Mahathir Muhammed gibi küresel güney adına konuşanlar dahil olduğunda da “Batı” ve “Asya” değerleri gibi başlıklara indirgeniyor. Herkes kendi kavgasını istisna zannederken müthiş bir homojenleşme var. Tabii demokratikleşme literatürüyle siyasi iklim birbirinden ayrılamaz: Kamusal tartışmalarda daha az olup sosyal bilim literatüründe yerleşen postmateryalist değerler, kendini ifade etme ve hayatta kalma değerleri gibi setler de taslaktaki demokrasi tarifine yakınlıklarıyla ölçülüyor. Sonuçta mesele şu: Demokrasiyi ortak değerler üzerine kurulması gereken bir toplumsal sözleşme zannediyoruz. Bütün buraları düşünerek ve Türkiye’yi derinlemesine inceleyerek kitapta ortaya koyduğum iddia, demokrasinin değerler üzerinde bir anlaşmayı değil, değerler üzerinde anlaşamadığımızı kabul ettikten sonra hakları, özgürlükleri, uygunluk kurallarını, görev ve imkanlarımızı tartışmayı gerektirdiği.
Sorunuzun son kısmındaki parti siyasetine buradan dönersem, algoritma aynı olduğu sürece aktörler küçük farklarla aynı tartışmayı yapmak durumunda hissediyor. Göçü gerektiren uluslararası düzen yerine göç alan ülke, göç veren ülke ve göçmenlerin değerlerini tanımlama kavgası veriyoruz. Bu anlamda göçe karşı tepki Avrupa’dan genişleyip Avrupa’nın göçmen stoku haline getirilen Tunus, Türkiye gibi ülkelere yayıldı. Avrupa’daki reaksiyoner sağ açısından göçmenlerin etnik kökeniyle “İslam sorunu” arasında özdeşlik kurmak kolayken Müslüman çoğunluklu ülkelerde ya farklı bir dindarlık düşüncesi (örn. Kuzey İslamı, Anadolu İslamı vb.) ya da İslam öncesine dayanan milli kimlikler (örn. Türk mitolojisi kurgulayan veya antik Mısır’a ya da Persepolis’e dayanan yeni pagan akımlar) üzerinden inşa süreçleri var. Burada şikayetlerin simetrik olduğunu tespit ederken bu simetrinin siyaset pratiğine taşınamayacağını görmek lazım. Avrupa’daki radikal sağın göç dalgalarını Türkiye’de tutmak üzere propaganda yaptığını unutmamak gerek. Yani bizdeki radikal sağ arada Wilders ile sosyal medyada paslaşıyor ama bu hareketlerin hepsi aynı anda iktidar olsa birbirleriyle anlaşamazlar.
İVME: Uzun süredir bahsettiğimiz siyasi hareketlerin, partilerin yükselişinin önlenemez olduğu dile getiriliyordu. Burada öyle veya böyle istikrarlı bir şekilde siyasetin dönüştüğüne şahit oluyoruz. Mesela, temel olarak söylenen önermelerden bir tanesi sol siyasetin eksik ve hataları sebebiyle bu durumun gerçekleşmesi. Hızlı değişimlere uğrayan toplumsal kavrayışlar ile karşı karşıyayız. Bu durum karşısında sol siyasetin bu kadar temposu yüksek değişkenler ile dolu bir ortama dönük stratejisi ne olmalı sizce?
Dr. Metin Koca: Türkiye’de de Avrupa’da da gördük ki radikal sağı taklit etmek, onun kavramlarını ve eski yüzlerini devşirmeye çalışmak solu güçlendirmiyor. Hatta Macron’un Le Pen ile girdiği sağcılaşma yarışından sonra aldığı mağlubiyet gösteriyor ki bu politika sadece solu değil merkezi de batırıyor. Ancak bunu söylerken içe kapanacak ve kendi geçmişinden beslenme ile yetinecek bir sol repertuarın mevcut siyasi denklemleri çözebileceğini de düşünmüyorum. Bir başka nostaljik ideolojiye ihtiyaç yok. Bana göre gelecek odaklı bir sol siyaset için en önemli adım bahsettiğimiz ilericilik ikilemini çözmek. Bu da kamusal tartışmayı moral değerler üzerindeki kilitlenmeden arındırmayı gerektiriyor. Bunu yapmanın yolu sosyal sınırları yeniden tarif etmek, bizim gibi olanlarla kurduğumuz kurtarılmış bölgelere odaklanmak yerine karşılaşmalar vasıtasıyla mevcut küreselleşmeyi onaracak bir vizyon geliştirmeye çalışmak ve izole edilmiş alanlarda aktivizm temsilleri sunmak yerine günlük hayatın muğlaklığı içinde topluma dahil olmak. Muğlaklık ama Sarı Yeleklilerin yapabildiğinden daha iyisi. Yani atomlarına ayrılmış toplumu başta muğlaklık üzerinden ortaklaştırabileceğini fark eden ancak daha sonraki virajlarda da ortak gelecek hissini kaybetmeden kendini netleştirecek bir kollektif olarak sol.
Dr. Metin Koca, Floransa’da bulunan Avrupa Üniversitesi Enstitüsü’nden (EUI) Sosyal ve Siyasal Bilimler alanında doktora derecesine sahiptir. Çalışma alanları arasında kültürel değişim ve yeniden üretim dinamikleri ile tanınma, tahammül ve farklılık siyasetleri yer almaktadır. Koca, Luiss Akdeniz Platformu’na araştırmacı olarak katkı sunmaktadır. Bunun öncesinde Avrupa Araştırma Konseyi ileri hibe projesi Prime Youth’da tam zamanlı doktora sonrası araştırmacı olarak görev yapmıştır. Doktora çalışmasının bir bölümünü Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Sosyoloji Bölümü’nde, yükseklisans derecesini Jean Monnet bursiyeri olarak öğrenim gördüğü Londra İktisat Okulu’nda (LSE) ve lisans eğitimini Bilkent Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Çeşitli ulusal ve uluslararası dergilerde yayınları bulunan Metin Koca, “Tracing Cultural Change in Turkey’s Experience of Democratization: Unexpected Dialogues on Intolerance” (Londra: Routledge, 2023) başlıklı monografın yazarıdır.