Ekoloji ve İklimGündemPolitikaToplum ve Siyaset

Yok Kanun, Yok Kanun: İklim Kanunu – Erol Akın

Muhalefet partilerinin ve sözcülerinin, kamuoyunda İklim Kanunu olarak bilinen yasal düzenlemeyi tartışırken altını kolay kolay dolduramadıkları bir piyasacılık eleştirisinde bulunması, üslup olarak iyi bir başlangıç noktası olabilir ama devamı getirilmediğinde, bayağılaşma ve anlamsızlaşma olasılığıyla kuşatılmıştır.

Ekolojiyle ilgili herhangi bir kaygı, kolaylıkla bir çiçek-böcek meselesi olarak görülüp küçümsenme tehlikesini haizdir. Bunun nedeni, on yıllar boyunca ülkenin hemen her büyük siyasi aktörünün, sağ-sol çizgisindeki yeri ne olursa olsun, tanımı muğlak ama hedefleri iddialı bir kalkınmacılık etrafında birleşmiş bulunmaları olabilir.

Kalkınmanın, çağı yakalamanın icapları gereğince, ülke ekonomisinin ağaç dalına, dağ yamacına takılıp kalması teklif ve hayal bile edilememiş; bu cesareti gösterenler ise olsa olsa bir tür “duyar kasmakla” suçlanmışlardır. Sürekli bir gecikmişlik/geciktirilmişlik duygusunun toplumun her katına yayılmış olduğu; böylece bir üretim fetişizminin çıktığı ileri sürülebilir. Bu fetişizm, tarihi bir intikam alma ve Batı’yı yakalayıp geçme ihtirasının ifadesi olarak yaşanır. Bu duyguyu, kalkınma düşüncesini paylaşmayanlar da kötü ihtimalle Batı ajanları veya iyi ihtimalle safdil kimseler olarak yaftalanabilmektedir.

Söz konusu akıl yürütmeye göre, Türkiye’nin “çevreci olması” bir lükstür – henüz hak etmediğimiz bir lükstür. Kırılacak üretim/ihracat rekorları, ekonominin kas dokularına dönüştürülecek doğal proteinler/kaynaklar vardır.

Ancak ekoloji mücadelesi, görmezden gelinecek ya da küçümsenecek bir hacmi aşmıştır ve 2025 itibarıyla iktidarın, artan ekolojik kaygıları karşılama konusunda vardığı menzil, basitçe, bir sentezdir: Ekolojik kaygıları ve kalkınma sorununu aynı anda halletmek için piyasaya başvurulmaktadır ancak bu tespit, kendi başına, eksiktir. Muhalefet partilerinin ve sözcülerinin, kamuoyunda İklim Kanunu olarak bilinen yasal düzenlemeyi tartışırken altını kolay kolay dolduramadıkları bir piyasacılık eleştirisinde bulunması, üslup olarak iyi bir başlangıç noktası olabilir ama devamı getirilmediğinde, bayağılaşma ve anlamsızlaşma olasılığıyla kuşatılmıştır.

Şimdilerde yeniden görüşülmek üzere komisyona geri çekilmiş bulunan 2/2927 Sayılı İklim Kanunu, TBMM Çevre Komisyonunun uzun süredir devam eden sessizliğini bozan bir süreç başlattı. İlgili komisyon, 2023 mayıs seçimlerinden sonra sadece bir kez, 2024’ün haziran ayında toplanmış ve komisyon başkanı seçildikten sonra sessizliğe gömülmüştü.

Kanun teklifini görüşen Çevre Komisyonunun tutanaklarına bakıldığında, birkaç küçük değişiklik yapılan teklif metninin 26 Şubat günü kabul edildiği görülür: Teklif metninin TBMM Başkanlığına sunuluş tarihi 20 Şubat’tır. Kanun teklifinin görüşülme hızı ve kabul edilme yöntemi bile, başlı başına bir sorundur. Yöntemdeki hata, içerikteki zayıflığı ima eder gibidir. İçerikteki hata ise kanun teklifinin hem gerekçesinde hem de maddelerinde tercih edilen kelimelerden başlamaktadır.

“Abi bu sefer kesin hallediyoruz”

Teklifin gerekçesi okunduğunda, “iklim değişikliği” kelimesinde gözle görülür bir ısrara tanık oluruz. İklim krizi gibi karşı karşıya bulunduğumuz durumu daha iyi anlatan, bu durumun yıkıcı niteliğini ve olumsuz sonuçlarını açıklayan bir ifadeden kaçınılması, söz konusu bir kanun teklifi olduğunda, elbette “masum” bir tercih değil. Teklifi hazırlayanlar, iklim değişikliğini bir fırsatlar treninin vagonu olarak gördüklerini saklamaz: Genel gerekçe bölümünde “İklim değişikliğinin de etkisiyle değişen ve dönüşen dünyada, bu dönüşümün aynı zamanda fırsatlar sunduğu ve bazı sektörlerde olumlu etkiler yaratabileceği gerçeği de göz ardı edilmemelidir” denilmekte ancak bu olumlu etkilerin ne olduğu kanun teklifinin hiçbir yerinde açıklanmamaktadır. Kanada ve Rusya gibi ülkelerin, küresel sıcaklıkların yükselmesi sonucunda, Kuzey Kutup dairesi içinde kalan topraklarını tarıma açabileceğine yönelik tartışmaların olduğu doğrudur; Türkiye’nin ise iklim krizinin hangi sonucundan nasıl bir kazanç sağlayacağı meçhuldür. “İklim değişikliğinin olası faydaları” ifadesi ise kanunun çeşitli yerlerine serpiştirilmiştir; kanunun hazırlayıcıları tarafından neredeyse heyecanla karşılandığı anlaşılmaktadır.

Bu teklifte, kalkınma ve büyüme kavramlarının merkeze alınmasına yönelik cılız bir teşebbüs bile yer almamıştı. “Yeşil büyüme”, İklim Kanunu’nun sihirli sözüdür: Buna benzeyen başka tılsımlı sözler, kanunun giriş bölümünde, tanımlar olarak verilir. Bir “adil geçiş”ten söz edilmekte ve iklim değişikliğinden olumsuz etkilenecek gruplar sayılmaktadır fakat bu grupların içinde çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve engelliler sayıldıktan sonra, çalışanlar veya işçiler gibi bir ifade kullanılmadan, sadece istihdam kayıplarının önleneceği belirtilmektedir. İşçiye işçi diyememeye yol açan kadim “Bizde sınıf yok” korkusunun İklim Kanunu’na da nüfuz ettiği anlaşılmaktadır.

İklim Kanunun en büyük eseri, Emisyon Ticaret Sistemi ve bunun piyasasını kurması; böylece sera gazı salımını önlemek için bir tür sanal kredi sistemini hayata geçirmesiydi. “Tahsisat” ifadesiyle karşılanan bu kredi, bir işletmeye, bir ton karbondioksit eşdeğerinde salım yapma “hakkı” verilmesini; böylece karbondioksit salımını ölçülebilir, dolayısıyla kısıtlanabilir bir hale getirmeyi hedefler. Bu metnin yazarına Facebook’taki iki boyutlu oyunlarda kullanılan para birimlerinden daha gerçekçi görünmeyen bu krediler, sera gazlarını ticarileştirir, paraya tahvil eder. Bu tahvil sebebiyle kanun teklifi içinde fiyatlama araçlarından, piyasa düzenleme mekanizmalarından, ikincil piyasalardan, finansman kaynaklarından bol bir şey yoktur.

Bu piyasaların, daha doğrusu münhasıran ETS’nin denetlenmesi görevi ise hisseleri alınıp satılan bir şirket olan ve bu hisselerinin yüzde 39’u C grubu özel şirketlerde bulunan EPİAŞ’a verilmiş; böylece piyasanın kesinlikle şeffaf, kamu yararını gözetir biçimde denetlenmesi mümkün kılınmıştır. Kanun teklifinin girişinde sözü edilen şeffaflık ilkesine uygun biçimde davranıldığı tartışmaya kapalı – tartışılmasına gerek olsaydı, komisyonda tartışılırdı zaten.

Bürokratikleşen piyasa, piyasalaşan bürokrasi

İklim Kanunu teklifi; piyasayı ve devleti birbirine zıt kurumlar olarak gören, bu nedenle devletin küçülmesinin piyasanın büyümesine (ve tersine) yol açacağını düşünüp sevinenler için büyük sürprizler saklar. ETS’nin – ve ETS piyasasının – kurulacağını belirten maddeleri müteakip, 7’inci maddede “planlama araçları”ndan söz edilir. İklim değişikliğinin olası sonuçlarına karşı, il düzeyinde, Vali başkanlığında, İl İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu teşekkül edecek; bu kurulun sekretaryasını Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının taşra teşkilatı yürütecektir. Bu, sürprizin habercisidir; Karbon Piyasası Kurulu kurulmasını planlayan 10’uncu maddeye gelindiğinde, büyük sürpriz açığa çıkar.

Bu kurulda yedi bakanlığı temsil edecek birer bakan yardımcısı; Sermaye Piyasası Kurulu ve EPDK başkanları; Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı Başkan Yardımcıları ve İklim Değişikliği Başkanı bulunacaktır. Sivil toplum kuruluşları, meslek kuruluşları, üniversite ve özel sektör temsilcileri ise bu kurulun toplantılarına gerekli görülürse, oy hakkı olmaksızın davet edilebilecektir.

Sürpriz, bir Danışma Kurulunun ihdas edilmesiyle devam eder. Bu kurulun sekretaryası TOBB’a devredilir; karar alıcı üyeler verecek kurumlar olarak da Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı başkanlığında; Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği, Türk Sanayicileri ve İşinsanları Derneği, Uluslararası Yatırımcılar Derneği, Türkiye İhracatçılar Meclisi, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, Türkiye Bankalar Birliği, Türkiye Sigorta, Reasürans ve Emeklilik Şirketleri Birliği, Finansal Kurumlar Birliği ve Türkiye Sermaye Piyasaları Birliği yer alır. Bu kurulun kapısına da sivil toplum ve meslek kuruluşlarının görebileceği biçimde “Gerektiğinde davet edilebilirsiniz” yazılı bir uyarı levhası asılır. “İklim değişikliği/krizi kadar sivil toplumu ve meslek örgütlerini ilgilendiren başka bir konu var mı?” sorusu, burada, bıyık altından gülen bir ağız tarafından alayla karşılanmaktadır. Yüksek bürokrasi ve büyük burjuvazinin güçlükle sığabildiği odada, özellikle çalışan sınıflar için bir yer yoktur. İklim kriziyle mücadele bir locaya, VIP üyelere bırakılmıştır; piyasalaşma=bürokrasiden kurtulma=verimlilik=şeffaflık=iyi şeyler denklemini yazanlar da davetli değiller.

Burada, Polen Ekoloji’nin “yeşil programlar” dediği ve İklim Kanunu’nun çok iyi biçimde temsil ettiği yasal düzenlemelerin farklı sermaye blokları arasında bir uyum ve birliktelik sağlayabileceği tespitine katılmamak imkansız. Türkiye burjuvazisinin iklim krizini kredi çeşmesi başında nasıl sıra bekleyeceği konusunda anlaşmaya varabilmesi için hazırlanan teklif, bu yönüyle, bir tür uzlaşma girişimi veya ateşkes anlaşmasıdır.

Planlara uyalım, uymayanları uyaralım; kavram uydurmayalım

İklim Kanunu’nun giriş bölümündeki tanımlar bölümünde yer almayan ama teklifin içine kaçak yollardan girmiş bir “yeşil iş gücü” kavramı var. MEB ve YÖK, bu iş gücünün yetişmesi için iyi şeyler yapıp kötü şeyler yapmayacak.

Bu kaçak yolcuya benzeyen “yeşil iş” kavramı ise “çevreyi ve doğal kaynakları koruyan, sürdürülebilir kalkınmayı ve yeşil büyümeyi destekleyen iş” olarak karşılanmıştı. Üretim, doğası gereği, aynı zamanda bir tüketimdir; sürekli olarak büyümekten söz edildiğinde de toplam mal ve hizmet üretiminin artmasından söz edilir (başka bir kalkınma ve büyüme tarifi varsa bilmek isteriz). Bu yüzden büyüme, yerçekimine maruz kalan bir nesnenin düşmesi gibi, doğal kaynakların kaçınılmaz ve artan/artacak  tüketimini/tahribini içerir. Kalkınma ve büyüme kavramlarının eleştirisi, AKP’den beklenebilecek son şeylerden birisi; bu nedenle böyle bir tanım eklemenin anlamı da işlevi de yok. Bir zevahiri kurtarma çabası olarak, giriş bölümünde öylece duruyor.

Burada büyümenin ve kalkınmanın rengini yeşile çevirecek şeyin ne olduğunu anlamak da zor: Belirli bir oranın altında ve üstünde bir büyümeden mi söz ediyoruz yoksa yenilenebilir enerji kaynaklarına bağlı/dayalı bir süreci mi kast ediyoruz? Kanunda, ikincisini ima edecek biçimde, kurumlar arasında eş güdüme, planlamaya, koordinasyona – kısacası bir yığın bürokratik zerzevata  – ilişkin hükümler var fakat hükümler, teklif metninin dışında buharlaşır. Tekil bir örnek vermenin sakıncalarını akılda tutarak, Enerji Bakanlığının 2022 tarihli Ulusal Enerji Eylem Planına bakıyor; bu sayede doğal gaz ve kömür ile elektrik üretiminde bir artış hedeflendiği gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Bakanlığın hesabı 2035 yılına kadar 10 GW güçte doğal gaz, 2030 yılına kadar da 1,7 GW güçte kömür santralini devreye alınması; böylece fosil yakıttaki kurulu gücün 45 GW’tan 60 GW’a çıkartılması. Umulan ve hedeflenen, yenilenebilir enerji kaynaklarının toplam güç içindeki artışının, bir Güneş tutulmasındaki gibi, fosil yakıt kullanımındaki artışın önüne geçmesi ve bir ışık oyunu, illüzyonu meydana getirmesidir.

Bir kanunu tek fiske ve iki sayıyla yıkamayacağımızı kabul ediyoruz ancak “Adamın gol diyor” diye bağırmaktan da doğrusu geri durmak istemeyiz. Elektrik üretimindeki kurulu güç içinde fosil yakıtların payını artırarak yeşilin hangi tonunda kalkınılacağı sorusuna ise yanıt beklemiyoruz. DEM Parti Mersin Milletvekili Perihan Koca’nın ifadeleriyle “artıştan azaltma” yoluyla bir PR çalışmasıyla karşı karşıyayız.

Bilerek yapılan hatalar

Kanun teklifinin sonlarına doğru indiğinizde, “greenwashing” denilen sürece uygun olarak süslenmiş ama sonunda Türkiye’ye yararı olmayacak bir mevzuat çukuru kazıldığını anlıyorsunuz. Bu çukurun dibinde, iki adet geçici madde var; benim dikkatimi çeken madde, Geçici Madde 1, ETS’nin kurulması ve işletilmesi sürecinde, yükümlülüklerini yerine getirmeyen işletmelere uygulanacak cezaların yüzde 80 oranında azaltılacağını, yani aslında cezai işlem yapılmayacağını belirtir. Kanun yürürlüğe girdikten 3 yıl sonra, ilgili işletmelerin ETS’ye uygun olarak faaliyet gösterir hale gelmesi yani karbon piyasasına katılmaları gerektiği de söylenmektedir ancak Karbon Piyasası Kurulunun elinde, bu süreyi bitiminden itibaren iki yıla kadar uzatabilen bir değnek var ve yine, “gerekli gördüğü durumlarda” kullanabileceği yazılmaktadır. Buradan, bir şirketin, yine bir şirketler ve onlara yardımcı olacak kurumlar/kuruluşlar yumağına benzeyen Karbon Piyasası Kurulundan “rica ederek”, ETS’ye geçişini sürekli olarak öteleyebileceği tahmin edilebilir.

Eğer okurlarımız ya da muhataplarımız, bunun zorlama bir yorum olduğunu düşünecek, ileri sürecek olursa, onlara reddedemeyecekleri ve yoruma kapalı olan daha büyük bir sorunun varlığını işaret etmek istiyoruz:  Temiz Hava Hakkı Platformu’nun teklif üzerine yaptığı açıklamada belirttiği üzere, İklim Kanunu’nda, yürürlüğe girmesiyle birlikte yaşanacak veya çözülmeden kalacak sorunların insani ve ekonomik maliyetine ilişkin hiçbir kayda değer değerlendirme yoktur. “Türkiye’de sadece bir yılda (2022) 68.440 kişi hava kirliliği nedeni ile yaşamını kaybetmiş durumda. Bu ölümlerin yarıdan fazlasından kömür ve petrol gibi fosil yakıtların neden olduğu hava kirliliğinin sorumluluğu. Türkiye hâlâ ağırlıkla kömüre dayalı bir elektrik üretim modelinde ısrar ediyor. Bugün Kahramanmaraş’ın Afşin-Elbistan bölgesine 688 MW’lik yeni bir santral yapılması için çalışmalar devam ediyor. Bu santral işletmeye alınırsa, her tür baca gazı filtresi Avrupa Birliği (AB) standartlarında en iyi mevcut teknolojiler ile inşa edilse bile tam 2,6 milyar yani 95 milyar Türk Lirası sağlık maliyetine neden olacak. Bu para ile 29 adet 500’er yataklı devlet hastanesi kurulabilir” Kanun metni içinde yutak alanlarının, yani doğaya salınan sera gazlarının emilmesini gerçekleştiren, böylece atmosferdeki dengeyi sağlamakta büyük öneme sahip olan alanların korunmasına ilişkin bir hüküm bulunduğu doğrudur ama bu hüküm, tek başına bir ağırlık oluşturamayacak kadar piyasa kelimesi içeren paragrafların yol açtığı izdihamın altında kalıp ezilmiş. Geriye kalanlar bir ağaca bağlanan çaputlar nevinden iyi dileklerden oluşmaktadır –  muhtemelen kanun teklifi tekrar görüşülse bile oldukları yerde, asıldıkları haliyle kalacaklar.

Bitirirken

AKP icadı herhangi düzenlemenin iyi niyet taşıyabileceğine; böyle bir niyet taşısa bile olumlu ve faydalı sonuçlar vereceğine inanmıyorum. AKP’nin TBMM’de zaten onaylayacağı kanunları, teamül yerini bulsun diye komisyon masalarında ama mutlaka kırılmaz, dokunulmaz bir camın arkasından sergileyişi üzerine fazla düşünmenin ve söz söylemenin de faydalı olmadığını düşünmeye yatkınım. AKP’nin kanunları, kararları müzakere etmek yerine, biz buna karşı çıksak bile, tebliğ etme ısrarı, toplum olarak bu kararlardan göreceğimiz zararla doğru orantılı.

İklim Kanunu’nun bu eleştirisi, açıkça söylemek gerekirse, arka planda halen umutsuzdur: Eleştirilen haliyle, bir noktalama işareti oynamadan komisyon masasından genel kurula geri dönmesi ve burada kabul edilme olasılığı çok yüksektir. AKP’nin kanunu geri çekmesinde de toplumdan gelen eleştirileri değerlendirmeye dönük, dürüst bir istek yerine dikkati tek bir hedefe odaklamak için bir ayıklama yapma gereksiniminin etkili olduğuna inanıyorum. 19 Mart’tan beri CHP’ye karşı yürütülen harekat sırasında ilk gözden çıkartılanın çiçek-böcek konusu olması doğal ve sıradan geliyor: Ekolojik kriz(ler)in kalkınma sorunu karşısındaki önemsizliği, başka alanlar karşısında da talileşmesine yol açar.  Böylece yeni bir piyasa kurulacak olsa bile ekolojik sorunlara, “Hele bir kalkınalım da…” diyen koşullu cümlenin içinde bir yer vermek kolaylaşır. İki kelimeden oluşan, arkasında devletin iri yüzüklerle süslenmiş, kalın yumruğunun durduğu “Gerekli görülürse” kalıbı, burada daha anlamlıdır. Gerekli görülmemiş ki kanun, şimdilik, geri çekilmiştir. Koşullar, CHP’nin soluğunun kesilmesini “gerektirir”; gereken de yapılacaktır/yapılmaktadır.

Bu kanun, paragrafın başında söylediğim gibi, tartışma yoluyla düzeltilmeden, değişiklik yapmak bir yana üzerine şöyle bir üflenmeden komisyondan geçebilir ve büyük olasılıkla geçecek. Böylece Genel Kurul ve komisyon arasında bir volta atmış, bir süre ortalıkta görünmeyip tepki çekmemiş olduğuyla yetinecek. Sonrasında gazetecilerin bulup buluşturacağı evraklardan takip edilecek yolsuzluklar, türlü dalavereler, zaten yeterince “esnek” değilmiş gibi yasanın nereden delineceğini, kırılabileceğini hesaplayan şirketlerin “suistimalleri” ile karşı karşıya kalır; yeterince süre geçerse, gerekli yasal düzenlemeler yapılmadığı için İklim Kanunu’nun yetersiz kaldığına dair sözler işitmeye başlarız: Kimisi kuralların çok sıkı olduğunu, devletin işletmelere kolaylık sağlaması ve kırtasiye işlerini azaltması “ricasında bulunur”; kimisi de liyakatli kişiler tarafından doğru maddelerin yazılmasıyla bütün sorunun çözüleceğini ileri sürer. İklim Kanunu, bu yönüyle, yasama tarihimizin sıradan bir parçasıdır: Evrak duvarındaki yeri hazırdır – muhtemelen hiçbir sorunu çözmeden de orada duracaktır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu