İnsanlıktan Çıkarma Söyleminin Aşırı Tehlikesi – David Livingstone Smith
David Livingstone Smith, dünyanın önde gelen dehumanizasyon uzmanlarından biri olarak, insandışılaştırmanın ne olduğunu, neden buna bu kadar yatkın olduğumuzu ve nasıl karşı koyabileceğimizi anlatıyor.
Nathan J. Robinson’ın Current Affairs dergisinde David Livingstone Smith ile yaptığı röportajın çevirisidir.
David Livingstone Smith, dünyadaki en önemli insandışılaştırma (dehumanization) uzmanlarından biridir. “Less Than Human: Why We Demean, Enslave, and Exterminate Others” (İnsandan Daha Aşağı: Neden Aşağılar, Köleleştirir ve Yok Ederiz?), “On Inhumanity: Dehumanization and How to Resist It” (İnsanlık Dışı: İnsandışılaştırmayla Nasıl Mücadele Ederiz?) ve “Making Monsters: The Uncanny Power of Dehumanization” (Canavar Yaratmak: İnsandışılaştırmanın Garip Gücü) gibi kitapların yazarıdır. Bugün kendisiyle, insandışılaştırma sürecinin nasıl işlediğini ve neden bu tür bir dil kullandığımızda tehlikeli hale geldiğini konuşuyoruz. Smith, bu sürecin herkesin başına gelebileceği konusunda uyarıyor; en kötü vahşetlerin failleri genellikle kendilerinin haklı ve doğru olduklarına inanan kişilerdir. Filistinlilere “hayvan” muamelesinden tarihin en kötü soykırımlarına ve Amerikan sağının solcuları “insan dışı” medeniyet düşmanları olarak göstermesine kadar örnekler üzerinden bu sürecin nasıl işlediğini ve buna nasıl direnebileceğimizi tartışıyoruz.
Nathan J. Robinson:
Çalışmanızın büyük bir kısmı bu insanlıktan çıkarma kavramı etrafında şekilleniyor. Bu tek bir kavram, bu tek fenomen neden sizin için bu kadar önemli oldu ki, üzerine bu kadar çok vakit harcadınız? […] Bu fenomenin insanlık tarihindeki en kötü olayların temelinde olduğunu savunuyorsunuz. Geçmişteki vahşetleri anlamak ve gelecektekileri önlemek istiyorsak, insandışılaştırmanın ne olduğunu, bunu nasıl yaptığımızı ve neden yaptığımızı anlamamız gerektiğini söylüyorsunuz.
David Livingstone Smith:
Bu gezegendeki canlıların refahı için entelektüel kaynaklarımızı dikkatlice kullanmamız gerektiğini düşünüyorum. Genelde felsefede entelektüel kaynakların başka yerlerde daha verimli kullanılabilecekken israf edildiğini görüyorum ve bu, mesleğin teşvik ettiği bir şey. İşte bu yüzden insandışılaştırmaya kendimi adadım. Bu konudaki çalışmalar yeterince iyi yapılmadı ve bu çok önemli. İnsanların birbirlerine karşı işlediği soykırımlar ve savaşlar gibi vahşetlerde büyük bir rol oynadı. Bunu anlamak çok önemli, özellikle de bu tarihsel dönemde ve iklim değişikliğinin yol açacağı sosyal ve politik etkiler düşünüldüğünde. Bu etkiler, insanların birbirlerine karşı yapabilecekleri en kötü şeyleri ortaya çıkaracak bir “kusursuz fırtına” yaratacaktır.
Robinson:
Buna daha sonra programda dönmek istiyorum. Ama önce, insanların popüler insandışılaştırma kavrayışlarına bakalım. Sanırım birine insanlıktan çıkarmanın bir örneğini sorsam, muhtemelen tarihteki en kötü örneklerden biri olan Holokost’tan bahsedecektir. Nazi Almanyası’nın Yahudileri insan altı olarak görmesi, onları “untermenschen” yani insanlıktan daha aşağı olarak değerlendirmesi, muhtemelen ilk akla gelen örnek olacaktır.
Kitaplarınızda insanları rahatsız edebilecek bir içgörü sunuyorsunuz: Evet, bu çok açık bir örnek. Ancak eğer İkinci Dünya Savaşı’ndan bahsedeceksek, aslında sadece Nazilerin değil, savaşa katılan tüm tarafların insandışılaştırma uyguladığını yazıyorsunuz. Naziler Yahudileri insan dışılaştırırken, Sovyetler de Almanları insandışılaştırdı. Naziler söz konusu olunca “Nazileri insandışılaştırmak” garip gelebilir çünkü insanlar genellikle Nazilerin canavar olduklarını ve aslında insan olmadıklarını söyleme eğilimindedir.
Smith:
Evet, bu doğru ve bu büyük bir hata. İnsandışılaştırıcıları insanlık çıkarmak da ölümcül bir hata. Tamamen yanlış bir tutum. Nazilere bakmamız ve onları, bizim de ne yapabileceğimizi gösteren bir ayna olarak görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Onlar, diğer insanlardan o kadar da farklı değillerdi. Evet, insandışılaştırma hakkında popüler fikirler her yerde karşımıza çıkıyor. Bu terim, 19. yüzyılın başlarında İngilizceye girdi ve Auschwitz’ten açık plan ofislere kadar birçok farklı anlam biriktirdi.
Robinson:
Doğru. İnsanlar dehumanizasyonu “bireyselleştirmeme” veya insanları birer sayı gibi görmek, bir bürokrasinin insanlık dışı olması gibi anlatabilirler.
Smith:
Çoğu zaman, insandışılaştırma kavramı daha fazla tartışma yaratır ama fazla anlaşılmaz ve genellikle benim “yakın olgular” dediğim şeylerle karıştırılır. Bunu yapmaktan kaçınmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Irkçılık, sınıfçılık, homofobi, kadın düşmanlığı gibi yakın olguların hepsi gerçekten çok önemli konular ve hepsi doğru bir şekilde incelenmeyi hak ediyor. Ancak hepsini insandışılaştırma gibi belirsiz bir başlık altında toplamak bize bir şey kazandırmaz.
Dolayısıyla, insanlıktan çıkarmaktan bahsettiğimde, çok spesifik bir şeyden bahsediyorum. Bu, kendi koşullarıyla ele alınması gereken çok özel bir fenomen. İkinci Dünya Savaşı’ndan bahsettiğinizde olduğu gibi, evet, tüm taraflar insandışılaştırmaya katıldı. Burada anlamamız gereken en kritik şeylerden biri, bunu yapmamızın bizim için çok kolay olduğudur. Dehumanize edenler ve geri kalan “normal” insanlar gibi bir ayrım yok. Hiç de öyle değil.
Robinson:
Çeşitli noktalarda, ABD’nin Japonya, Vietnam ve Irak ile olan savaşlarından bahsediyorsunuz. Amerikalıların Japonlar hakkında nasıl konuştuklarına bakarsanız, dehumanizasyonun ne kadar hızlı yerleştiğini görürsünüz. Pearl Harbor saldırılarından önce Amerikalıların çoğu Japonlar hakkında güçlü bir fikir sahibi olmayabilirdi. Ancak birden bire Japonlar bir böcek ırkı olarak görülmeye başlandı. O dönemin propaganda dili çok rahatsız edici.
Smith:
Evet, o dönemin dili yok edici bir dildi. Çünkü bu tarz düşüncelere kaymamız çok kolaydır, çünkü belirli psikolojik eğilimlerimiz var ve uygun koşullarda, diğer insanları insan altı yaratıklar olarak görmemiz mümkün oluyor. Elbette propaganda da burada büyük bir rol oynuyor. Maharetli propagandacılar bu tür tutumları nasıl tetikleyeceklerini bilirler.
Dehumanizasyonu tanımlamam gerekirse, benim görüşüme göre bu, başkalarını insan altı varlıklar olarak görme tutumudur. Bu, insanların zihinlerinde oluşan bir tutumdur. Bu bakımdan benim görüşüm, dehumanizasyonu sadece bir retorik fenomen olarak gören diğer pek çok görüşten ayrılır. Dehumanizasyonun sadece aşağılayıcı kelimelerin kullanılması ya da insanlara zalimce davranılması olmadığını düşünüyorum. Bu, insanların kafasında olan bir şey. Ama sadece insanların kafasında olanı anlamak yeterli değildir. İnsanların zihinlerinin içinde bulunduğu sosyal ve politik çevreye de bakmak zorundasınız. İnsan psikolojisi her türlü davranışın açıklaması için gereklidir, ama tek başına yeterli değildir. Bu yüzden bu etkileşimi anlamamız gerekiyor.
Şimdi bahsettiğiniz örneklerde, tümünün ortak bir yanı var: dehumanizasyon ve ırkçılık arasındaki bağ. Irkla ilgili olmayan dehumanizasyon biçimleri de vardır, ancak bildiğimiz büyük ve dramatik örnekler, yani benim çalışmamda yoğunlaştığım örnekler, Avrupa antisemitizmi ve Amerika’daki Siyah karşıtı ırkçılık gibi paradigmatik örneklerdir. Irk ve dehumanizasyon iç içe geçmiş durumdadır.
Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikalılar genellikle Almanları dehumanize etmezken, Japonları kesinlikle insan altı görmüşlerdir. Peki neden? Neden dehumanizasyon bu kadar sık ırkla bağlantılıdır?
Neden? Irkın nasıl işlediğini, ırkçılığın nasıl çalıştığını anlamalısınız. Benim görüşüme göre, en azından bugün ve tarihsel olarak çok yaygın olan ırk kavramı şu unsurları içerir: Birkaç temel farklı insan türünün var olduğu düşüncesi, bu türlerden birine ait olmanın soy yoluyla geçtiği fikri ve üçüncü — ki meslektaşlarımla konuştuğumda en tartışmalı olan kısım budur — ırk kavramının doğasında hiyerarşik olduğudur. Yani, daha yüksek ve daha düşük dereceli insan türleri olduğuna dair bir anlayış vardır.
Dehumanizasyona henüz gelmedik. Elbette, ırkçı düşünceler genellikle kendilerini en üstte konumlandırırlar. Bu bazen çok açık bir şekilde ifade edilir ve köleleştirilen ya da sömürülen halk en alt sırada yer alır. Yani insan kategorisi içinde bir hiyerarşi oluşur. 2020’de yayınladığım On Inhumanity (İnsanlık Dışı Üzerine) kitabımda dehumanizasyonu “hormonlu ırkçılık” olarak tanımladım. Yani, ırkçılıkla insanları insan kategorisinde aşağıya çekiyorsak, dehumanizasyonla onları insan kategorisinden tamamen çıkarıyoruz. Bu, onları daha ilkel, daha değersiz bir şey haline getiriyor. Bu da dehumanizasyonu özellikle tehlikeli ve zehirli hale getiriyor.
İnsanlar sabah uyanıp da “diğerleri farklı görünüyor, farklı konuşuyor, demek ki insan altı olmalılar” diye düşünmezler. Bu böyle işlemez. İnsanlık dışılaştırma süreci, benim epistemik boyun eğme (epistemic deference) dediğim şey üzerinden işler. Biz bazı insanları otorite figürleri olarak görürüz, onların özel bir bilgiye sahip olduklarına inanırız. Bu, insan kültürü için hayati bir unsurdur. Onsuz devam edemezdik. Ve bir kez insanlar bu pozisyona yerleştirildiğinde, ister hak ediyor olsunlar ister olmasınlar, onların söylediklerine boyun eğmek mantıklı ve makul olur çünkü onlar uzmanlardır, bilmesi gereken kişilerdir. Çocukken bu uzmanlar ebeveynlerimiz olabilir. Ben Güney’in derinlerinde büyüdüğümde, bu uzmanlar yerel papaz ya da şerifti.
Bu önemli çünkü bu tür insanlar bizim algılarımızı değiştirmemizi sağlayabilirler. 19. yüzyılın sonlarında Almanya’da en saygın biyologlardan biri Ernst Haeckel’di. Onun biyoloji ders kitabında büyük maymunların bir çizimi vardı ve bu çizimde orangutan, şempanze, goril ve Afrikalı bir adam yer alıyordu. Almanya’daki biyoloji öğrencileri bunu sorgulamak için iyi bir konumda değillerdi. Bu, büyük Ernst Haeckel’di. Yani bu kişi bir bilim insanı olabilir, bir dini lider olabilir, Joseph Goebbels gibi bir siyasi propagandacı olabilir, ya da sağ kanat bir radyo programcısı olabilir. Bu pozisyondaki bir kişi, diğer insanları insan altı olarak düşünmemizi mümkün kılacak bir güce sahiptir, duyarlılıklarımıza ve psikolojik eğilimlerimize oynayabilir.
Robinson:
Bahsettiğiniz şey bana Vietnam Savaşı anılarında okuduğum bir hikayeyi hatırlattı. Vietnam’a giden askerler, başta Vietnamlıları özgürleştireceklerine inanarak giderler, ancak oraya vardıklarında kendilerine “Vietnamlı” terimini kullanmamaları ve bunun yerine belirli ırksal hakaretler kullanmaları söylenir. Onlara insan muamelesi yapılmaz.
Ama bu süreç, askerin doğal eğilimi değildi. Bu, bir otorite figürü tarafından verilen bir talimattı. Askerlik gibi hiyerarşik bir yapıda, bu tür talimatları yerine getirmek daha kolay olabilir. Size verilen emirlerden biri de o insanları insan olarak görmemektir.
Smith:
Evet, doğru. Aynı durumu Einsatzgruppen arasında da görüyoruz, yani Doğu Avrupa’ya ilerleyen Alman ordusunu takip eden ve kurşunlarla gerçekleştirilen Holokost’tan sorumlu olan seyyar ölüm timleri. Toplama kampları inşa edilmeden önce, binlerce, bazen on binlerce erkek, kadın ve çocuk başlarından vurularak öldürülüyordu. Onlara açıkça şu talimat veriliyordu: “Yahudileri insan olarak düşünmeyeceksiniz.” İnsanların bunu yapmaya yönlendirilmesi gerekiyordu. Ve bunu yapmaları gerekiyordu çünkü aşırı sosyal hayvanlar olarak, birbirimizdeki insanlık işaretlerine karşı son derece duyarlıyız. Bu bizim için doğal bir durumdur; bir insan yüzü, bir çift insan gözü gördüğümüzde hemen onları insan olarak algılarız, bu otomatik olarak gerçekleşir.
Robinson:
Bu, aslında bir bakıma cesaret verici bir bulgu. Yani, insandışılaştırmanın doğal bir fenomen olduğunu söylemek yerine, bunun karşısında güçlü bir eğilim olduğunu, insanileştirme eğiliminin de olduğunu gösteriyor.
Smith:
Evet, insanlar bunu çoğu zaman anlamaz. Ama ironik olarak, insanları insanlaştırma eğilimimiz, dehumanizasyonun en tehlikeli ve toksik sonuçlarını üretir.
Robinson:
Bunu biraz daha açmalısınız.
Smith:
İlk kitabım Less Than Human‘ı 2011’de yazdığımda, insandışılaştırma hikayesinin şöyle işlediğini düşünüyordum: Başkalarını insandışılaştırdığımızda, onlara insan olmayan bir hayvanın özünü atfederiz. Yani, dış görünüşlerinden bağımsız olarak, onların içlerinde bir sıçan, hamamböceği ya da kana susamış tehlikeli bir yırtıcı gibi bir şey olduğuna inanırız.
Ancak yıllar sonra, arka arkaya çıkan iki kitabımda bu görüşümü biraz değiştirdim. Bu görüşün tam olarak doğru olmadığını fark ettim ve bunun iki nedeni var: Birine “canavarlık sorunu” diyorum, diğerine ise “insanlık sorunu.” İnsanlık sorunu ile başlayalım. Gerçek tarihsel örneklere baktığımızda, başkalarını insandışılaştıran kişilerin genellikle onları hem insan hem de insan altı olarak gördüğünü fark ediyoruz. Bazen bu, aynı cümle içinde bile oluyor ve bu oldukça açık bir durum. Bu durum ayrıca örtük olarak da gerçekleşiyor. İnsandışılaştırılan gruplar, örneğin, genellikle suçlu olmakla itham edilir. Bu çok yaygın bir durumdur.
İki paradigmatik örneğimde de bunu görüyoruz: Siyah insanlar, özellikle Siyah erkekler, doğuştan suçlu olarak kabul edilirken, Naziler de Yahudileri doğuştan suçlu olarak tasvir etmiştir. Aynı şeyi Myanmar’da Rohingyalar için de görüyoruz. Dünyanın dört bir yanında bu durumu bulabiliriz. Ancak sadece insan varlıklar suçlu olabilir. Hamamböcekleri suçlu olamaz, fareler de olamaz. Dolayısıyla, insandışılaştırmanın herhangi bir iyi teorisi, bu durumu açıklamak zorunda ve bu gözlem, bazı insanların insandışılaştırma kavramına karşı çok şüpheci olmasına neden olmuştur. Şöyle bir düşünce ortaya çıkıyor: “Onlar hakkında insanmış gibi konuşuluyor, öyleyse insandışılaştırıcılar onları hamamböcekleri olarak adlandırdıklarında gerçekten bunu kastetmiyorlar, sadece aşağılamak için kelimeler kullanıyorlar.”
Ben böyle olduğunu düşünmüyorum. Canavarlık sorunu ise şudur: İnsandışılaştırmanın en korkunç biçimlerine, örneğin soykırımla bağlantılı olanlarına baktığımızda, genellikle insanlıktan çıkarılanların yalnızca insan olmayan bir hayvan olarak değil, aynı zamanda canavar ya da şeytani bir varlık olarak tanımlandığını görüyoruz. Orta Çağ’da insanlar şeytanlar hakkında konuşmaya alışıktı. 14. yüzyıldaki antisemitik yazılarda Yahudiler düzenli olarak şeytani varlıklar olarak tanımlanıyordu. Günümüz seküler dünyasında bu söylem pek yer bulmaz. Ancak dindar muhafazakarlar arasında bu hâlâ geçerlidir. Bu tür söylemlerin modern eşdeğerleri vardır. Örneğin, birine “Nazi” demek, onun tamamen bozulmuş, özünde kötü biri olduğunu söylemek anlamına gelir.
Peki, bu iki durumu — insanlık sorunu ve canavarlık sorunu — nasıl açıklayabiliriz? En iyi açıklama şu olabilir: Bir akademik mini-endüstri olan Canavar Teorisi’ne bakmalıyız. Canavar Teorisi, çoğunlukla edebiyat çalışmalarında yer alır, ancak beni en çok etkileyen teorisyen, filozof Noël Carroll’dır. Carroll, korku filmlerine bakar ve bir canavarın ne olduğunu tanımlamaya çalışır; korku filmlerindeki türden canavarları ele alır.
Carroll, bir canavarın iki temel özelliğe sahip olması gerektiğini söyler: Birincisi, canavar fiziksel olarak tehdit edici olmalıdır — canavarlar size zarar vermek ister. Ancak bu, onları sıradan seri katillerden ayıran bir özellik değildir. İkinci özellik ise — burada onun dilinden sapıyorum — metafiziksel bir tehdit olmalıdır. (Carroll bu durumu “bilişsel tehdit” olarak tanımlar, ancak benim terimimin daha iyi olduğunu düşünüyorum.) Metafiziksel tehdit, uyumsuz türlerin imkansız bir kombinasyonudur.
Örneğin, zombi filmlerini düşünün. Zombiler hem canlı hem ölüdür. Bu, imkansız bir durumdur. Zombi, yaşam ve ölüm kavramlarını aşar. Onlar kısmen canlı ya da kısmen ölü değildir. Tamamen canlı ve tamamen ölüdürler. Çürüyen cesetler gibi dolaşırlar. Ya da kurt adamları düşünün; onlar hem kurt hem de insandır.
Şimdi canavarlığı biraz daha iyi anladık. İşte bence ne oluyor: İnsanlık sorunu ve canavarlık sorununa dair en iyi açıklama şu olabilir: Bir yandan, son derece sosyal varlıklar olarak başkalarının insanlığını algılamaya son derece duyarlı varlıklarız. Bir insan yüzü ya da bir çift insan gözü gördüğümüzde, tak diye, onları insan olarak algılarız — bunu engelleyemeyiz, durduramayız. Ancak diğer yandan, başkalarını insan altı varlıklar olarak düşünmemizi sağlayan uzmanlara boyun eğen varlıklarız. Bu olduğunda, insandışılaştırdığımız kişilere dair çelişkili bir temsile sahip oluruz.
Uzmanları dinlediğimizde, onlar Yahudilerin “untermenschen” olduğunu veya Siyah erkeklerin “canavarlar” olduğunu söylediklerinde, bunu kabul ederiz. Ancak aynı zamanda, diğerlerinin insan olduğuna dair algımız da devrededir. Böylece bu iki temsilin üst üste binmesi durumu ortaya çıkar ve bu da onları canavarlara dönüştürür. Bu, gördüğümüz en korkunç şiddetleri ortaya çıkarabilir çünkü eğer canavarlarla savaşıyorsanız, merhamet göstermezsiniz, aman tanımazsınız.
Robinson:
Kendi yazılarınızda da değindiğiniz güncel bir örnek aklıma geldi. 7 Ekim’deki İsrail’e yapılan saldırıların ardından, İsrail Savunma Bakanı ünlü (veya kötü ünlü) bir şekilde “insan hayvanlarla savaşıyoruz ve ona göre karşılık vereceğiz” dedi. İsrail’de genel olarak Filistinliler, özellikle de Hamas hakkında kullanılan söylemlerin çoğu, bazen Filistinliler ile Hamas arasında bir ayrım yapılabilse de (ki her zaman yapılmaz), Hamas’tan bahsedildiğinde insan formunda canavarlar gibi konuşulduğunu gösteriyor.
Smith:
Evet, aslında bu iki aşamalı bir süreçti. Ekim 7 saldırılarının hemen ardından gelen “insan hayvanlar” açıklaması, hemen sonrası için canavarlık söyleminin bir öncüsüydü. Kısa süre sonra, Savunma Bakanı Yoav Gallant, “canavarlarla savaşıyoruz” dedi. Bu geçiş tamamen öngörülebilirdi. Bu tür bir söylem olduğunda, peşinden korkunç vahşetlerin geleceğini bilirsiniz.
Robinson:
Bu durumun kısmen hayvanları ne kadar değersizleştirdiğimizle ilgisi var. Siz, eğer hayvanlara iyi davransaydık ve hayvanların statüsünü yükseltseydik, bir insanı hayvanla kıyaslamanın bu kadar büyük bir vahşet için gerekçe olmayacağını yazıyorsunuz. Ancak bir kişi tam bir insan yerine bir yaratık olarak görüldüğünde, kendinizi savunduğunuz bir durumda onlara her şeyi yapabilirsiniz.
Beni sık sık etkileyen bir durum da, bir tarafın kendini savunmada haklı olduğu durumlarda, bu durumun aslında onların vahşet işlemelerine nasıl katkıda bulunabileceğidir. İkinci Dünya Savaşı’ndaki Müttefiklerden bahsetmiştiniz.
Smith:
Evet, hemen hemen her soykırımda — her soykırımda failler, dünyayı kötülükten kurtardıklarını düşünerek hareket ederler. Soykırım çoğu zaman çok ahlakçı bir iş olarak görülür ve bu insandışılaştırmayla tamamen uyumludur. Canavarları öldürmek.
Robinson:
İsrail örneği üzerinde biraz daha duracak olursak, bu durum gerçekten şaşırtıcı çünkü insandışılaştırma dinamiği konusunda en hassas ve en bilinçli olması beklenen bir devlet, Holokost’tan doğmuş bir devlet. Tarihte bunun en ünlü örneğini yaşamış bir halkın siyasetçilerinden, Nazi söylemine benzer söylemler duyuyorum. Mesela Himmler’den duyabileceğiniz türde şeyler: “Çocuklar da gelecekteki teröristler, bu yüzden çocukları da ortadan kaldırmamız gerekebilir.”
Smith:
Evet, bu tamamen doğru. Bu, hiçbir halkın ya da hiçbir grubun, dehumanizasyonun failleri olma ya da mağdurları olma konusunda bağışıklığı olmadığını bize gösteren çok faydalı bir uyarıdır.
Robinson:
Çünkü faillerin insan olmadığını düşünme eğilimindeyiz. Sizin çalışmanızdaki temel içgörülerden biri, failleri de insanlıktan çıkarmamamız gerektiği. Failleri insanlıktan çıkardığınızda, sıradan bir insanın nasıl dehumanizatöre dönüştüğünü anlamak için gerekli öz-eleştiriyi yapma yeteneğinizden yoksun kalırsınız.
Smith:
Kesinlikle doğru. Bu yüzden Nazilerin bize tuttuğu aynaya bakmamız gerektiğini söylüyorum. Elbette, Hitler’in bir canavar olduğunu söylemek insana iyi hissettirir. Ben Yahudi olduğum için bunu belirtmem önemli. Bu, bir tür kendini haklı çıkarma akışı yaratır ve Adolf Hitler’in temelde, özünde farklı olduğunu düşünerek kendinizi rahatlatırsınız. Bu, ahlaki bir mesafe yaratır ve bu iyi bir şey değil. Bu, hepimizin en azından sınırlamaya, hatta mümkünse tamamen ortadan kaldırmaya çalışmamız gereken fenomeni devam ettirir.
Robinson:
Dehumanizasyonu özel bir kategori olarak düşünmeye başladığınızda, onu gördüğünüzde daha net bir şekilde tanımlayabiliyorsunuz. Örneğin Donald Trump’tan bir örnek verdiniz. Bir mitingde, hemşirelik öğrencisi olan bir kadının yasa dışı bir göçmen tarafından öldürüldüğünü anlattı. Ve şöyle dedi: “Demokratlar bana göçmenlere hayvan demememi söylüyor. Ben de diyorum ki, hayır, onlar insan değil, hayvan.” Bunu tehlikeli bir dil olarak görüyor musunuz? İnsanlara “hayvan” ya da “canavar” demek, birini psikopat ya da suçlu ilan etmekten daha tehlikeli mi?
Smith:
Evet, ama bu çok incelikli bir konu. “Nazi” terimi seküler dünyada şeytan kelimesinin bir eşdeğeri olarak kullanılabilir. Ama genel olarak doğru bir noktaya işaret ediyorsunuz. Eğer Trump “yasadışı göçmen” demek yerine “hayvan” diyorsa, çok daha tehlikeli bir dil kullanmış oluyor.
Robinson:
Evet, Trump açıkça şunu söylüyordu: “Bana onların insan olmadığını söylememi istemiyorlar, ama ben yine de söyleyeceğim. Hayvan olduklarını açıkça ifade edeceğim.”
Smith:
Bu tipik Trump, evet. Çünkü çoğu zaman insanlar bunu açıkça söylemenin toplumsal olarak kabul edilemez olduğunu düşünür. Ama Trump bunu açıkça dile getirdiği için, bu tarz söylemleri daha kolay tespit edebiliyoruz ve kendimizi buna karşı korumamız daha kolay hale geliyor.
Robinson:
Yakın zamanda Ulusal Muhafazakârlık Konferansı’nda yapılan bir konuşmadan alıntı yapmak istiyorum:
“Küreselci Neo-Marksistlerle pazarlık yapmıyoruz. Otoimmün hastalığın politik versiyonuyla pazarlık yapmıyoruz. Kısacası, bayanlar ve baylar, insan olmayanlarla pazarlık yapmıyoruz… çünkü bu savaşın temelinde bu yatıyor: İnsanlık ile insan dışılık. Popülist milliyetçiler ile ateist Marksist küreselciler. Güç, güzellik ve deha ile zayıflık, çirkinlik ve aptallık. Medeniyet ile barbarlık.”
Medeniyet ile barbarlık arasında bir karşılaştırma yapmak klasik bir söylemdir, ancak konuşmacı burada özellikle “insan dışı” diyerek bir adım öteye gidiyor. Ve “insan olmayanlarla pazarlık yapmayacağız” diyerek insanlıktan çıkarmanın bir fark yarattığını söylüyor.
Smith:
Evet, bu kesinlikle doğru. “Küreselci Neo-Marksistler” gibi kavramlar, bir nevi insandışılaştırmanın başlangıcıdır. “Otoimmün hastalığın politik versiyonu” demek, insandışılaştırmayı daha da ileri bir aşamaya taşır. Bu konuşmayı kim yaptı?
Robinson:
Jack Posobiec. “Unhumans” (İnsan Dışı) diye bir kitap yazdı ve sol hakkında böyle bir kategori yarattı.
Smith:
Aman tanrım, bunu incelemem gerekecek.
Robinson:
Bu sizin çalışmalarınıza katkı sağlayacak gibi görünüyor.
Smith:
Evet, birkaç Substack yazısı çıkar bundan.
Robinson:
Amerika’daki siyasi söylemler sıklıkla serttir. Sol, sağın demokrasiyi tehdit ettiğini düşünürken, sağ ise solun Batı medeniyetinin temellerini aşındırdığını savunuyor. Ancak Posobiec’in yaptığı şeyde, Trump’ın yaptığı şeyde olduğu gibi, bu tarz söylemler tehlikeli bir noktaya taşınıyor çünkü bu söylemler, insanlara zarar verme hakkını sağlıyor.
Smith:
Evet, bu benim görüşüme göre bir faşist siyaset tarzıdır ve bu tarz siyaset, özellikle dehumanizasyonla ilişkilidir. Bunun gibi örnekler, oldukça tehlikeli bir yol izlediğimizin göstergesi.
Robinson:
Evet, bu adım adım işleyen bir süreç üzerine çok düşünmüşsünüz. Bu sürecin bir yönü olarak “epistemik boyun eğme” dediğiniz kavramdan bahsettiniz. Otorite figürleri var ve onlar bizim için dünyayı tanımlamamıza yardımcı oluyorlar. Eğer Ulusal Muhafazakârlık Konferansı’na katılan biri olsaydık, konuşmacılar bize insanları insan altı olarak görme yetkisi veriyor olurdu. Bu sürecin nasıl işlediğine karşı nasıl dikkatli olabiliriz, bundan biraz daha bahsedebilir misiniz?
Smith:
İlk olarak söylemem gereken şey, bu duruma karşı bir “aşı” olmadığıdır. Bu, sürekli bir tetikte olmayı gerektirir. Dehumanizasyona karşı birçok cephede mücadele edebiliriz ve bunların bazıları kendimizi bilmekle ilgilidir. Bu, herkesin eğitiminde yer almalıdır; sadece Psikoloji 101 dersinde öğrenilen şeyler değil, bir tür “öz-savunma kılavuzu” olmalıdır. Bizim nasıl düşündüğümüz ve bizi neyin savunmasız hale getirdiği hakkında bilgi sahibi olmak, kendimizi izleyebilmemiz açısından çok önemlidir.
Bir diğer önemli nokta tarih eğitimi. Bu en önemlisi bence. Dünya genelinde baktığımızda, uluslar genellikle şiddetle doğar ve şiddetle varlıklarını sürdürürler. Herkesin bir şekilde ellerinde kan vardır. Hangi grup olursa olsun, her insan topluluğu bir noktada bu tür olaylara karışmıştır. Bu yüzden insanların, kim olurlarsa olsunlar, ne yaptıklarını bilmeleri çok önemlidir. Amerika’da bu durumun eğitim sistemine pek girmediğine emin olabilirsiniz. New England’daki bir liberal sanatlar kolejinde okuyan lisans öğrencilerimin çoğu, ırk tarihine dair hiçbir şey bilmiyorlar, ırk ve sömürgeciliğin insanlık dışılaştırmaya nasıl dönüştüğüne dair hiçbir fikirleri yok.
Bu tür şeyler, bir tür koruyucu önlemdir. Ancak bence süper önemli olan bir şey de, bizi dehumanizasyona götüren propagandayı tanımlayabilmektir. Burada, 1941’de Britanyalı bir psikanalist olan Roger Money-Kyrle’nin yayımladığı bir makaleden çok etkilendim. Kendisi bir psikanalistti ve aynı zamanda felsefe ve antropoloji alanlarında iki doktorası vardı, yani oldukça zeki bir adamdı. 1932’de Almanya’ya gidip Hitler ve Goebbels’in meydan konuşmalarını dinlemişti ve makalesi bu deneyim üzerine yazılmıştı. Makalenin bazı bölümleri pek anlaşılır olmasa da, bence çok önemli bir noktayı vurguluyor ve bu, aslında Freud’un çalışmalarının bir uzantısıdır.
Şöyle diyor: Hitler ve Goebbels’i dinlediğimde, her zaman aynı şeyi yapıyorlardı. İlk adım, izleyiciyi çaresiz, tehlikede hissettirmekti. Bunu daha detaylı bir şekilde ele alıyor. İlk olarak, izleyiciyi depresyona sokmak: “Versay Antlaşması tarafından aşağılandık; ekonomik kriz içindeyiz; hukuk ve düzen çöktü; bir karmaşa içindeyiz; Almanya’yı yüzüstü bıraktık” gibi söylemler kullanıyorlardı. Sonra, Money-Kyrle’nin deyimiyle, izleyici kendine acıma girdabına kapıldığında, paranoid bir noktaya geçiyorlardı. “Aslında suç sizin değil. Gerçek suçlular Sosyal Demokratlar ve Yahudiler. Onlar düşman.” Sonrasında izleyici korku içinde harekete geçerdi. Bence korku, sağlam bir siyasi güç olarak fazlasıyla hafife alınıyor. Ve ardından Hitler iki şey yapıyordu. Biri, Nazi Partisi’nin küçüklükten nasıl güçlü bir harekete dönüştüğüne dair bir sunum yapmaktı. Diğeri ise Alman birliğine yapılan bir çağrıydı. Eğer en başta bu tuzağa düştüyseniz, son aşamada kolayca etkilenirsiniz.
2015 yılında, Trump’ın başkanlık adaylığını açıkladığı konuşmayı izledim ve gerçekten şaşkına döndüm. Adeta bu yöntemi kelimesi kelimesine izledi. İlk olarak, “Herkes bizimle alay ediyor, herkes bizi sömürüyor, bir zamanlar büyük bir ulus olan Amerika, zor günler geçiriyor” söylemi vardı. Ardından bilindik temaya geçiyordu: “Meksikalılar ülkemize akın ediyorlar—tecavüzcüler ve katiller.” İşte bu, paranoyak anın başladığı yerdi. Sonrasında ise “Amerika’yı yeniden harika yapabilecek tek kişi var: Donald J. Trump” diyordu.
O an fark ettim ve düşündüm ki, “Aman tanrım, bu çok tehlikeli bir adam.” Ne yaptığını biliyor. Bence onun olayı şu: İnsanları neyin harekete geçirdiğine dair bir içgüdüsü var ve bunu kullanıyor. Ama elbette, iyi niyetli liberal arkadaşlarım bana mecazi anlamda kafamı okşayıp, “Aptal çocuk, o sadece bir palyaço, bu sadece eğlence” dediler. Ancak bu tür şeyleri fark edebilmek, olup biterken tanıyabilmek ve geri adım atabilmek çok önemli. Bu güçlü bir şey ve bu tür söylemlere karşı kendinizi koruyabilmeniz için bunu anlamak gerektiğini düşünüyorum.
Robinson:
Bu tür retoriklere karşı korunmak için bir aşı yok, ancak son olarak şunu söyleyebiliriz ki, insanlar gerçekten çok zor bir şeyi kabul etmeliler: Herhangi birini insanlıktan çıkarmayacaklarına dair bir taahhüt vermek. Bu, bir seri katil ya da Nazizm gibi korkunç şeyler okuduğunuzda çok zor olabilir. Veya Hamas ya da Netanyahu’ya karşı bir pozisyon aldığınızda. Ancak, dehumanizasyonu tamamen reddetmek belki de bir aşıya en yakın olanı.
Smith:
Evet, doğru. Bunu etkili bir şekilde yapabilmek için bazı şeyleri önceden yakalamalısınız. Mesela, dilin belirli biçimleri bizi dehumanizasyona kaydırır. Bu, filozofların ve dilbilimcilerin “genellemeler” dediği bir şeydir. “Köpekler havlar” demek gibi bir şey. Burada bazı köpekler ya da tüm köpekler havlar demiyorsunuz, sadece köpekler havlar diyorsunuz. Araştırmalar gösteriyor ki bu tür bir söylem, insanları özcü düşünmeye teşvik eder. Politikada bu tür söylemler çok sık karşımıza çıkar: “Demokratlar”, “Cumhuriyetçiler.” Bunlar tehlikelidir.
Robinson:
“Demokratlar”, “Cumhuriyetçiler” demek yerine, “bazı Demokratlar” veya “bazı Cumhuriyetçiler” demek daha doğru olabilir.
Smith:
Evet, “bazıları” veya “tümü” diyebilirsiniz.
Robinson:
Ya da tek tek isimleri söyleyebilirsiniz.
Smith:
Kesinlikle, isim verebilirsiniz. Ama bu geniş fırça vuruşlarıyla yapılan genellemeler, tehlikeli olabilir.
Robinson:
“Geniş genellemeler” yapmadan konuşmak, günlük dilde zor olabilir ama bazı durumlarda kesinlikle bunu yapmalıyız.
Smith:
Evet, ama “köpekler havlar” gibi genellemelerde bir sorun yoktur. Ama “Yahudiler açgözlüdür” gibi genellemeler kesinlikle zararlıdır.
Robinson:
Bir de Thomas Friedman’ın kısa süre önce yazdığı makaleyi hatırlattınız bana. Yakın zamanda, Orta Doğu’daki ülkeleri hangi hayvanlarla ilişkilendirdiğini belirlediği bir makale yazdı.
Smith:
Aman tanrım, evet, hatırlıyorum.
Robinson:
İran’ı parazitik bir yaban arısına, ABD’yi aslana ve Hamas’ı örümceğe benzetmişti.
Smith:
Bu gerçekten çok aptalca.
Robinson:
Bu elbette aşırı bir örnek, ama kendisi ülkenin en saygın Orta Doğu muhabirlerinden biri. Böyle bir insan bile bu tür bir dile kolayca kayabiliyor.
Smith:
Evet, bu gerçekten çok önemli.
Robinson:
Çalışmanızın bu konuda bir uyarı olduğunu düşünüyorum ve bu yüzden bu konuda yazmaya devam etmeniz çok değerli. Son olarak, geleceğe ve iklim değişikliğinin yaratacağı döneme dair ne düşündüğünüzü sormak istiyorum. Bu durum bizi nereye götürebilir? Bunu biraz daha açar mısınız?
Smith:
Söyleyeceklerim aslında oldukça basit ve bariz. İklim değişikliği kaçınılmaz olarak sosyal, politik ve ekonomik sonuçlar doğuracak ve bu durum büyük göç hareketlerine yol açacak. Yaşanabilir alanlardan kaçınılmaz olarak yaşanamaz alanlara geçişler olacak. Ulusların kapılarını kapattığını göreceğiz. Zaten göçmenler söz konusu olduğunda dehumanizasyonun ne kadar yaygın olduğunu görüyoruz. Ama bu durum, tahminler doğru çıkarsa, çok daha kötü hale gelecek. Bunun yanı sıra altyapıların çökmesi ve siyasi güç merkezlerinin kayması gibi durumlar da olacak. Bu da bana göre, soykırımcı vahşetlerin artmasına ve insandışılaştırmanın bu vahşetleri körüklemesine neden olacak bir “kusursuz fırtına” yaratacaktır. Yani, bu duruma hazırlıklı olmamız gerekiyor.
Robinson:
Hazırlıklı olmak için umarım olabildiğince çok insan sizin çalışmalarınızla ilgilenir. İlk adım, her zaman belirgin olmayan şeyleri fark edebilmek. Söylemlerimize bu tarz dilin girmesine izin vermemek için eleştirel düşünmeye ve bu tür şeyleri gündelik konuşmalarımıza sokmamaya dikkat etmemiz gerekiyor. Ulusal Muhafazakârlık Konferansı’ndan alıntı yaptım. Dört yıl önce bu konuşmalar bu kadar aşırı olmayabilirdi. Bu konuşmalar giderek daha da aşırı hale geliyor. Bir yolda ilerliyoruz.
Smith:
Evet, bu kesinlikle doğru. Çok endişe verici bir gidişat izliyoruz.
Çeviri: Kemal Büyükyüksel