Ekoloji ve İklimToplum ve SiyasetToplumsal Adalet

İklim Apartheidi – Grace Blakeley

Sermayedarlar iklim krizinin en kötü etkilerinden kendilerini koruyabildiğinde, yoksullar sebebi olmadıkları bu krizin bedelini ödemek zorunda kalıyor.

Grace Blakeley’in Jacobin’de yayımlanan yazısının çevirisidir.

Aralık 2023’te Nelson Mandela’nın torunu Ndileka Mandela, zengin dünyayı küresel bir “iklim apartheidi” sistemini desteklemekle suçladı. Birleşik Arap Emirlikleri’nde düzenlenen COP28 zirvesinde konuşan Mandela, “apartheid” teriminin iklim krizinin etkilerini tanımlamak için uygun olduğunu belirtti: “Küresel Kuzey, ekonomik ve hukuki gücünü yoksul ülkeleri boyunduruk altına almak için kullanıyor.”

Birkaç yıl önce, Birleşmiş Milletler aşırı yoksulluk özel raportörü Philip Alston da iklim değişikliği ve yoksulluk üzerine hazırladığı bir raporda “iklim apartheidi” tehlikelerine dikkat çekmişti. Alston, iklim değişikliğinin kalkınma, küresel sağlık ve yoksulluğun azaltılması alanlarında son 50 yılda kaydedilen ilerlemeyi tersine çevirme riskini taşıdığını belirtmişti.

Koordineli bir eylemin olmadığı her geçen yıl iklim krizinin boyutları derinleşiyor. Dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinin yaklaşık %80’i, küresel sıcaklıkların sanayi öncesi seviyelerin 2,5 derece üzerine çıkmasını bekliyor ki bu 2015 Paris Anlaşması’nda kabul edilen maksimum 1,5 derece artış hedefinin çok üzerinde. İklim krizi; aşırı hava olayları, mahsul kıtlığı, jeopolitik çatışmalar ve kitlesel göçlerle dolu “yarı-distopik” bir dünya yaratabilir.

Ancak bu felaketler herkesi eşit şekilde etkilemeyecek. İklim apartheidi, zenginlerin iklim krizinin en kötü etkilerinden kendilerini koruyabildiği, yoksulların ise sebep olmadıkları bir krizin bedelini ödemek zorunda kaldığı bir dünya demektir.

En yoksul yetmiş dört ülkenin dünya sera gazı emisyonlarının yalnızca %10’undan sorumlu olmasına karşın, 1980’lerden bu yana en yoksul ülkelerdeki doğal afetler sekiz kat arttı. Gelişmekte olan ülkeler, küresel karbondioksit emisyonlarının yalnızca %10’undan sorumlu olmalarına rağmen, iklim krizi doğrultusunda açığa çıkan maliyetlerinin %75’ini üstlenecek.

Dünya Ekonomik Forumu, sıcaklıkların 2 – 3 derece artmasının her yıl fazladan 150 milyon sıtma vakasına yol açabileceğini açıkladı. Su kıtlığı, dünyanın birçok yerinde zaten ciddi bir sorun haline gelmiş durumda: Gelecek yıl itibarıyla su kıtlığından etkilenen insan sayısı beş milyara ulaşacak. Ayrıca, kırılganlığı yüksek ülkelerdeki vatandaşlar, tarım ve balıkçılık gibi iklim krizinden önemli ölçüde etkilenecek faaliyetlere daha fazla bağımlı durumda.

Alçak bölgelerde yer alan küçük ada ülkeleri ve çölleşme riski taşıyan, yoksul bölgelerde yoğunlaşmış ülkeler özellikle tehdit altında. Bu bölgelerde, geçim kaynakları ve yaşam koşullarının etkilenmesi nedeniyle milyonlarca insan göç etmek zorunda kalabilir. Dünya Bankası, 2050 yılına kadar 216 milyon iklim mültecisi olacağını tahmin ediyor: Bu sayının 86 milyonunun Sahra Altı Afrika’da, 49 milyonunun Doğu Asya ve Pasifik’te ve 40 milyonunun ise Güney Asya’da yoğunlaştığı öngörülüyor.

Dünya Bankası’na göre, iklim krizinin bir sonucu olarak 2030 yılına kadar ek olarak 68 milyon ila 135 milyon kişi yoksulluğa sürüklenebilir. Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) tahminlerine göre, iklim krizinin etkilerine ilişkin en kötü senaryolar gerçekleşirse, son yıllarda zengin ve yoksul ülkeler arasındaki eşitsizlikte görülen azalma tamamen ortadan kalkabilir. Oxfam’ın yaptığı bir çalışma ile, iklim krizinin 1990’dan bu yana zengin ve yoksul ülkeler arasındaki ekonomik eşitsizliği %25 oranında artırdığını ortaya koyuldu.

Ancak iklim krizinin yoksul ülkeleri refah seviyesi yüksek ülkelerden daha fazla etkileme olasılığı yalnızca bununla sınırlı değil; aynı zamanda yoksul ülkeler, bu etkileri hafifletecek kaynaklardan da yoksun.

Şirketlerin Egemenliği

Zengin ülkeler ve yoksul ülkeler arasındaki servet eşitsizlikleri, sadece yaşamın doğal bir sonucu değil aynı zamanda kapitalist emperyalizmin bir ürünüdür. Önce, hayal bile edilemeyecek bir şiddet barındıran köle ticareti geldi; bu ticaret, dokunduğu tüm ülkelerin toplum ve ekonomilerinde derin ve kalıcı yaralar bırakarak, özellikle Sahra Altı Afrika’da kalkınmayı kalıcı olarak engelledi. Ardından, sömürgecilik dönemi başladı. Bu dönem, kırılganlığı yüksek ülke halklarının sömürülmesi ve kaynakların sömürgecilerin çıkarına, sömürülenlerin ise zararına olacak şekilde çıkarılmasına dayanıyordu. Sömürgeciliğin temelini oluşturan şiddet ve ırkçılık, bugün bile birçok ülkede derin yaralar açmaya devam ediyor.

Kölelik ve sömürgeciliğin yanı sıra, ekonomik emperyalizm de devreye girdi. Zengin ülkeler, yoksul ülkelerden önce sanayileşirken yoksul ülkelerin kendilerini geliştirmesine engel oldu ve bu ülkeleri kalıcı bir azgelişmişlik durumunda bıraktı. Zengin dünya ve tekelleşen çokuluslu şirketler uluslararası rekabeti kolayca alt edene kadar kendi ekonomilerini çevreleyip koruma altına aldı. Bu ülkeler, bu şirketlerin çıkarlarına uygun olduğunda serbest ticaret politikalarını dayattı, ancak çıkarlarına ters düştüğünde korumacılığı sürdürdü.

Güçlü Batılı devletlerin himayesinde olan devasa çokuluslu şirketler, onlarca yıldır dünya ekonomisini kendi oyun alanları gibi kullandı. Yoksul ülkelerdeki daha küçük firmaları kolayca rekabet dışı bırakarak piyasa güçlerini tedarikçilerini sömürmek için kullandılar; bu da maaşların düşürülmesine ve çalışma koşullarının kötüleşmesine neden oldu. Eşitsiz güç ilişkilerinden yararlanarak yoksul ülkelerdeki arazi ve doğal kaynakları ucuza satın aldılar. Üretimi ise düşük işgücü maliyetlerinden faydalanarak yoksul ülkelere kaydırdılar ve elde ettikleri kârları kendi ülkelerine geri taşıdılar.

Bu şirketler, paralarını dünyada diledikleri şekilde dolaştırabilmek için Batılı bankaların hakimiyetindeki bir finansal sistemi kullanıyor. Batılı hükümetlerin desteğiyle sistem, büyük ölçekte vergi kaçırmayı kolaylaştırıyor — dolandırıcılık ve kara para aklamayı da unutmamak gerek. Ancak para istediği gibi hareket edebilirken, insanlar edemiyor. Kapitalist devletler, insanların daha iyi ücretli iş bulmak için hareket etmesini engelleyerek eşitsizliği pekiştiriyor. Ayrıca, Küresel Güney ülkelerinin sanayileşmelerine yardımcı olacak kaynaklara ve teknolojilere erişimini engelleyerek kendi hâkimiyetlerini sürdürüyor.

Herhangi bir hükümetin bu son derece adaletsiz uluslararası sisteme meydan okuyamaması için zengin ülkeler hukuki altyapıyı çoktan oluşturmuş durumda. Örneğin, Texaco Ekvador yağmur ormanlarına büyük miktarda petrol dökerek bölgedeki insanların sağlığını yıllarca ciddi şekilde etkiledi. Bu olayın ardından bir grup Ekvador vatandaşı, şirketi mahkemeye vererek dökülen petrolün temizlenmesini sağlamaya çalıştı. Ancak karar açıklandığında, Texaco’nun yeni sahibi Chevron, ülkedeki tüm varlıklarını çekip kaçtı ve hemen ardından Ekvador hükümetine karşı yasal işlem başlattı.

Şirket, kârlarına zarar veren yasalar çıkarıldığında hükümetleri dava etmelerine olanak tanıyan gizli ve paralel bir hukuk sisteminden yararlandı. “Yatırımcı-Devlet Anlaşmazlıklarının Çözümü” (ISDS) olarak bilinen bu sistem, Batılı ülkeler tarafından oluşturulan ve adil olmayan ticaret anlaşmaları yoluyla dünyaya dayatılan “şirket mahkemelerinde” yürütülmektedir. Örneğin, tütün şirketi Philip Morris, Avustralya hükümeti sigaralarda sade paketleme uygulamasını başlattığında hükümeti dava etmeye çalıştı. Bu davada hükümet kazandı, ancak çoğu zaman Ekvador’un Chevron’a karşı açtığı davada olduğu gibi yoksul ülkeler kaybediyor. Chevron, kirliliği temizleme sorumluluğundan kurtulmayı başardı ve ayrıca gelişmekte olan bu ülkeden milyonlarca dolar tutarındaki yasal masraflarını geri aldı.

İklim krizinin Küresel Güney üzerinde orantısız bir etki yaratacağına şüphe yok. Aynı şekilde, Küresel Güney’in, uluslararası sistemde zengin ülkelere yönelik derin önyargılar nedeniyle iklim tehditlerine etkili bir şekilde yanıt vermek için gereken kaynaklardan yoksun olacağı da açık. Üstelik bu önyargılar, bizzat zengin ülkeler tarafından acımasızca korunuyor. Tüm bunlar son derece adaletsiz görünüyor, ancak gerçekten “apartheid” olarak tanımlanabilir mi?

Kısıtlanmış Demokrasi

“Apartheid” Afrika dilinde “ayrılık” anlamına geliyor. Güney Afrika’da apartheid sistemi, toplumu dört ana ırksal gruba ayırmaya dayanıyor: beyazlar, siyahlar, renkliler ve Hintliler. Apartheid, bu gruplar arasındaki etkileşimlere katı kurallar getirilmesini de içeriyordu. Irklar arası evlilik yasakları ve siyah Güney Afrikalıların “kasabalara” veya “yerleşim alanlarına” zorla taşınması bu ayrılığı dayatmak için uygulanan yöntemlerdendi. Halka açık tuvaletlerden plajların kullanımına kadar sosyal altyapıya erişim ırk temelinde kısıtlanıyordu.

Bu sistem, beyaz politikacılardan oluşan otoriter bir hükümet tarafından yönetiliyordu. Oy kullanma hakkı yalnızca beyazlarla sınırlıydı ve kurallar acımasız polis tarafından katı bir şekilde uygulanıyordu. Sonuç olarak, apartheid hükümeti, siyah Güney Afrikalıları ulusal sınırlarla ayrılığı sağlamak amacıyla Bantustanlara yerleştirmeyi hedefledi.

Bu sistem, 1948’den 1994’e kadar sürdü ve onlarca yıllık mücadelenin ardından sona erdi. Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) liderlik ettiği apartheid karşıtı aktivistler mücadelelerini; gösteriler, sivil itaatsizlik ve grevlerle verdi. Polisin her zaman gösterdiğinin üstünde bir şiddet ile önlemeye çalıştığı mücadele katliamlarla doruk noktasına ulaştı: 1960’taki Sharpeville Katliamı’nda, Güney Afrika’da siyahilerin dolaşımını kısıtlayan geçiş yasalarını protesto eden altmış dokuz kişi polis tarafından öldürüldü; 1976’daki Soweto Ayaklanması’nda ise okullarda Afrika dillerinin zorunlu hale getirilmesini protesto eden yüzlerce öğrenci katledildi.

Güney Afrikalı apartheid karşıtı aktivistler, uluslararası kınama ve yaptırım çağrıları yapmalarına rağmen sınırlı bir destek bulabildiler. Çoğu ülke Güney Afrika’daki apartheid rejimini kınasa da birçok Batılı hükümet apartheid rejimiyle işbirliğini sürdürdü ve yaptırım çağrılarına karşı çıktı. Güney Afrika, hem ağır sömürüye maruz kalan siyahi işçiler tarafından çıkarılan kritik doğal kaynakların kaynağı hem de komünizmle mücadelede bir müttefik olarak görülüyordu.

1980’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nde Ronald Reagan, Güney Afrika ile ilişkileri derinleştirmeye çalıştı. Apartheid rejimine karşı yaptırımlara sürekli olarak karşı çıktı, BM’nin Güney Afrika’ya uyguladığı silah ambargosunu ihlal etti ve milyar dolarlık bir IMF kredisini onayladı. Reagan, ANC’yi bir “terör örgütü” olarak nitelendirdi ve Nelson Mandela, 2008 yılına kadar ABD hükümeti tarafından terörist olarak kabul edildi.

Birleşik Krallık, apartheid rejimini kınamasına karşın, apartheid dönemi boyunca Güney Afrika ile yakın ilişkilerini sürdürdü. Güney Afrika, altın gibi kritik doğal kaynakların önemli bir noktasıydı ve Birleşik Krallık şirketleri, işçilerin sömürülmesinden büyük kazanç sağladı. Apartheid’in ilk yıllarında, Birleşik Krallık uluslararası yaptırım çağrılarına karşı direnişe öncülük etti ve 1990’lara kadar tam kapsamlı bir yaptırım programını desteklemeyi reddetti.

Birleşik Krallık hükümeti, ANC ile 1986’ya kadar iletişim kurmayı da reddetti; çünkü bu kurumun özgür dünyaya karşı komünist tehdidin bir parçası olduğuna inanıyordu. 1987’de Margaret Thatcher, ANC’yi “tipik bir terör örgütü” olarak tanımladı. Thatcher, ANC ile herhangi bir yakınlaşmanın, “IRA ile temas” konusundaki duruşu üzerinde etkileri olabileceğinden endişe ediyordu.

Kısacası, Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık gibi Batılı devletler, Güney Afrika’daki apartheid rejimine karşı mücadelede yardım etmedikleri gibi, zaman zaman bu mücadeleyi engelledi. Ancak apartheid rejiminin artık sürdürülemez olduğu ve komünist tehdidin etkisiz hale getirildiği açıkça anlaşıldıktan sonra, Batılı liderler tam kapsamlı yaptırımları desteklemeye ve apartheid’in müzakere yoluyla sona erdirilmesine yönelik girişimlerde bulunmaya başladı.

Bu desteğin nedenleri, ekonomik çıkar ve siyasi stratejiden öteye gidiyordu. Quinn Slobodian’ın Globalists: The End of Empire and the Birth of Neoliberalism (Küreselciler: İmparatorluğun Sonu ve Neoliberalizmin Doğuşu) kitabında belirttiği gibi, Thatcher ve Reagan gibi politikacıların bağlı olduğu neoliberal hareketin birçok önde gelen düşünürü, Güney Afrika apartheid rejiminin aktif destekçileriydi. Bu desteğin temelinde, apartheidin “ekonomik popülizme” karşı bir koruma sağlaması yatıyordu.

Neoliberal hareketin temel ilkelerinden biri, dünyanın sınırsız demokrasiden korunması gerektiğiydi. Medeni olmayan ve eğitimsiz kitlelere oy hakkı verilmesine güvenilemezdi. Çünkü bu kitleler “piyasa”ya yeterince saygı gösterecek şekilde disipline edilmemişti. Eğer halk hareketleri ekonomik gücü kontrol edebilirse millileştirme, ücretsiz sağlık hizmetleri ve işçiler için daha kapsamlı haklar gibi “popülist” ekonomik politikaları hayata geçirebilirlerdi. Slobodian’ın ifadesiyle, “istikrar ve refahı korumak için bazı halklar için demokrasinin kısıtlanması gerekebilirdi.”

Apartheid sistemi, ekonomik popülizm tehdidine karşı kritik bir koruma işlevi görüyordu. Ancak bu tehdit, dünya ekonomisi düzeyinde varlığını sürdürüyordu. Bu nedenle neoliberaller, dünya genelinde demokrasiyi “kapsama” projesini geliştirdiler. Gerçek bir ekonomik demokrasinin ortaya çıkmasını engellemek ve zengin ülkelerin yoksul ülkeler üzerindeki gücünü pekiştirmek için geniş bir uluslararası kural ve normlar dizisi oluşturmaya giriştiler ve bu kurallar, günümüzde de zengin dünyanın yoksul dünyayı tahakküm altında tutmasını kolaylaştırmaya devam ediyor.

Apartheid Sistemi Temelli Düzen

Güney Afrika’daki apartheid rejimi, gördüğümüz gibi, eşsizdi. Ancak apartheid rejiminin kendisi ne yazık ki eşsiz değil.

İsrail, işgal altındaki topraklarda bir apartheid sistemi yürüttüğü gerekçesiyle birçok devlet, insan hakları grubu ve uluslararası örgüt tarafından suçlandı. Sistem o kadar adaletsizdi ki uygulanabilmesi için atılan adımlar beraberinde büyük bir şiddeti getirdi. Güney Afrika’daki apartheid rejimine karşı mücadele eden ANC hükümeti, İsrail apartheid rejimini kınadı. Nelson Mandela bir zamanlar “Filistinliler özgür olmadan bizim özgürlüğümüz tamamlanmış olamaz” demiştir.

Apartheid suçlamaları, belirli grupları boyunduruk altına almak için hukuki ve polis gücünü kullanan birçok devlete karşı yapılmıştır. Bu sistemler resmi olarak apartheid olarak sınıflandırılsalar da sınıflandırılmasalar da ortak birkaç özelliğe sahip olmaya yatkındır. Bu sistemler, boyunduruk altındaki grupları hakim gruplardan ayrı tutmayı, kaynakların mülkiyetini hakim grupların elinde yoğunlaştırmayı ve bu grupların siyasi güç üzerinde mutlak hakimiyet sağlamasını hedefler.

İlk nokta, ayrılığın yaptırımıdır. Zengin ülkeler, yoksul ülkelerden insanların zengin ülkelere girişini engellemek için giderek daha karmaşık hukuki ve şiddet içerikli mekanizmalar geliştirmeye onlarca yıl harcamıştır. ABD Başkanı Joe Biden’ın ABD-Meksika sınırındaki iltica başvurularını sınırlayan kapatma kararlarından Avrupa Birliği’nin gayriresmi gözaltı kamplarına kadar pek çok örnek, bu çabanın bir parçasıdır. Rishi Sunak’ın İngiltere’ye sığınmak isteyenleri Ruanda’ya sınır dışı etme planı, bu eğilimin en aşırı örneklerinden biri olmuştur. İklim çöküşü insanları evinden ettikçe, zengin ile fakir arasındaki ayrımı denetleme çabalarının daha da artacağı oldukça açık.

Bu ayrılık yaptırımının en açık fiziksel temsili, dünya genelinde sınır duvarlarının şaşırtıcı bir hızla çoğalması olarak gösterilebilir. Bu, Soğuk Savaş’ın sonunda 12 olan sınır duvarı sayısının, 2022’de 74’e yükselmesiyle anlaşılmaktadır. Avrupa’da blok sınırlarında inşa edilen ya da inşaatı devam eden duvar ve çitlerin toplam uzunluğu, 12 Berlin Duvarı’na eşdeğer bir mesafe olan 1.800 kilometreyi buluyor.

Marine Le Pen gibi sağcı fanatikler, iklim inkarcılığından, göçmenleri “vatanları olmadığı için çevreyi önemsememekle” suçlamaya geçti. Batılı demokrasilerde, mültecileri şeytanlaştırma konusunda artan parti ötesi fikir birliği, onların yerlerinden edilmelerinin temel nedenlerini ortadan kaldırmayı reddetmekle birleşince, aşırı sağın göçmen karşıtı söylemini güçlendirme olasılığı daha da artma eğilimine giriyor.

İkinci nokta, kaynakların eşit olmayan dağılımı. Dünyanın en büyük çokuluslu şirketlerinin ve finans kuruluşlarının merkezlerinin Kuzey Yarımküre’de olduğunu ve bu kuruluşların nasıl yoksul ülkeleri az gelişmiş bir durumda tutan emperyalizm sisteminden kazanç sağladığını zaten görüyoruz. Ancak kaynakların eşit olmayan dağılımı, özellikle iklim değişikliği söz konusu olduğunda daha da belirgin durumda.

Dünyanın en büyük özel fosil yakıt şirketlerinin merkezi Kuzey Yarımküre’de ve bu şirketler Batılı yatırımcılara devasa kârlar sağlamakta. Global Witness’a göre bu şirketler, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden bu yana toplamda 281 milyar dolarlık kâr elde etti. 2022 yılında BP, Shell, Chevron, ExxonMobil ve Total, fosil yakıtların genelde yoksul ülkelerden düşük maliyetlerle çıkarılmasıyla elde edilen küresel enerjideki artışla ve bunların tüketicilere şişirilmiş fiyatlarla satılmasıyla kârlarını iyice artırdı. Bu şirketlerin birçoğu ayrıca Batılı hükümetlerden büyük sübvansiyonlar da almakta.

Ancak en büyük fosil yakıt üreticilerinin birçoğu özel Batılı şirketler değil, Suudi Arabistan’ın Aramco’su ya da Çin’in Ulusal Petrol Şirketi gibi devlet şirketleridir. Batı, uzun süredir cinsiyet ayrımcılığı ile suçlanan Suudi Arabistan’ın sert otoriter İslamcı rejimine göz yumuyor, ülkeye petrol rezervlerine erişim sağlama karşılığında silah satıyor. Yıkıcı Irak Savaşı’nın ardından ABD, Irak petrolünü özelleştirilmeye zorlayarak Batılı çokuluslu şirketlerin ülkeye girip kaynakları sömürmesine olanak tanıdı.

Rusya ve Çin gibi diğer büyük fosil yakıt üreticileri, Batı’nın müttefikleri değildir ancak onların hesap vermeyen yöneticileri de Batı tarafından inşa edilen iklim apartheid sisteminden faydalanabiliyor. Örneğin, Rus savaş makinesi, doğal gaz gelirleriyle finanse edilmekte ve bir düşünce kuruluşuna göre, bu çatışmanın neden olduğu emisyonlar Belçika ölçeğinde bir ülkenin yıllık emisyonlarına eşdeğer. Elitler, ülkelerinin doğal kaynaklarından zenginlik ve güç sağlarken, halk çok az fayda görüyor ve hatta savaş ve iklim değişikliğinin maliyetlerini üstlenmek zorunda kalıyor.

Son olarak, siyasi güç meselesi var. “Liberal kural temelli uluslararası sistemin” çokuluslu şirketler ve Kuzey Yarımküre’deki devletler lehine nasıl ağırlık kazandığını zaten gördük. Bu sistemin yasal temelleri, demokrasiyi kuşatmak ve ekonomik popülizm tehdidini baltalamak üzere neoliberal projeyle bağlantılı. Ancak bu eşitsizlikler, iklim değişikliği söz konusu olduğunda daha da önem kazanıyor.

Barbados Başbakanı Mia Mottley, mevcut uluslararası sistemin yoksul ülkelerdeki iklim değişikliği etkilerinin hafifletilmesini engellediğini savunuyor. Bu ülkeler, daha yüksek borçlanma maliyetleriyle yüzleşiyor. Yani daha küçük ekonomilere sahip olmalarına rağmen, karbonsuzlaşma ve iklim değişikliğiyle mücadele için daha fazla harcama yapmak zorunda kalıyorlar. Aslında, yoksul ülkeler, Saint Vincent ve Grenadinler’den bir bakanın ifadesiyle, sürdürülebilir kalkınma ile doğal felaketlerin tahribatından kaynaklı yeniden inşa etme arasında bir “Sophie’nin seçimi” ile karşı karşıya. Mottley, bu sistemi “bağımsızlık sonrası dünyanın adaletsizliği” olarak tanımlıyor.

Birçok kampanya yürütücüsü ve politikacının yanı sıra Mottley ve Küresel Güney’deki pek çok akademisyen, yoksul ülkelerin borçlarının silinmesi, karbonsuzlaşma ve iklim değişikliğinin azaltılması için Bretton Woods kurumlarında reform yapılması çağrısında bulundu. Bu reformların yoksul dünyaya daha fazla sermaye akışını kolaylaştırması hedefleniyordu. Bu Bridgetown Girişimi, IMF ve çok taraflı kalkınma bankaları aracılığıyla yoksul ülkelere yönelik kredi akışının artırılmasını, uluslararası finansal kurumların yönetişiminde bir dönüşüm yapılmasını ve yeşil dönüşümü destekleyen bir uluslararası ticaret sistemi yaratılmasını savunuyor. Ancak dünya liderleri bu çağrılara kulak vermede başarısız oldu. Mottley, COP26’da bir araya gelen dünya liderlerini kınayarak, “küçük ada ülkelerine yeterli kritik fon sağlamadaki başarısızlıklarının topluluklarımızdaki yaşamlar ve geçim kaynaklarıyla ölçüldüğünü” belirtti. Bu başarısızlıklar, onun ifadeleriyle, “ahlaksız ve… adaletsiz”dir. Uluslararası ticaret ve yatırımı düzenleyen kurallarda köklü bir dönüşüm olmadığı takdirde, yoksul ülkeler, neden olmadıkları bir krizle tek başlarına başa çıkmaya terk edilecektir.

Çeviri: Berivan Aras, Erhan Arca

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu