Kapitalizmin Demokrasi İle Her Zaman Bir Sorunu Oldu – Jean Batou

Güney Kore’den Amerika Birleşik Devletleri’ne kadar, bugün dünyada demokratik krizin işaretleri çoğalıyor. Bu sorunun kökeninde, kapitalizm ile ancak büyük halk mücadeleleri sonucu var olabilen demokratik özgürlükler arasındaki kalıcı gerilim yatıyor.
Lozan Üniversitesi Uluslararası Tarih Profesörü Jean Batou’nun Jacobin’de yayınlanan yazısının çevirisidir.
Fransa’dan Güney Kore’ye kadar, birçok yerde demokrasinin krizine dair belirtiler çoğalıyor. Donald Trump ikinci kez göreve gelirken etrafı Elon Musk ve Peter Thiel gibi aşırı sağcı milyarderlerden oluşan bir klik tarafından sarılmış durumda. Bu, kapitalizm ile demokrasi arasındaki ilişkiyi tekrar düşünmek için uygun bir an.
Marksizmin kaba bir yorumu, demokrasiyi monarşinin ilahi haklarına ve ancien régime’e (eski rejim) karşı mücadele eden burjuvazi tarafından kazanılmış bir dizi politik hak olarak sunar. Bu bakış açısından, sosyalizmin görevi, özel üretim araçlarının mülkiyetiyle sağlanan hak edilmemiş güce karşı ekonomik düzlemde bu mücadelenin sürdürülmesinden ibarettir.
Ne var ki, birçok sözde demokratik devlet endişe verici otoriter eğilimler ortaya koyarken, burjuvazinin her zaman demokratik özgürlükleri kendi çıkarlarının korunmasına bağlı kılmaya çalıştığını hatırlamak gerekir. Bu nedenle, bu özgürlüklerin savunulması ve genişletilmesi daima büyük halk ve feminist mücadelelerin ürünü olmuştur.
Tam da bu nedenle, sosyalizm demokratik haklar uğruna verilen bu mücadele mirasını sahiplenebilir, bunu daha da geliştirebilir ve gerçek bir içerikle donatabilir. Zira insanın kendi kendini özgürleştirebilmesi için demokratik özgürlüklerin kullanımı elzem bir koşuldur.
Liberal Düzen ve Zenginlerin İktidarı
Eski rejim döneminde (ancien régime), burjuvazinin öncelikli ilgi alanı özel mülkiyetin kutsallaştırılması ile ticaret ve sanayi özgürlüğüydü. 17. yüzyılda liberal düşüncenin öncülerinden olan İngiliz filozof John Locke, kişisel hak anlayışını, beden, mülk, eş, köleler ve sömürgeleştirilmiş topraklar üzerindeki özel mülkiyet haklarından türetiyordu (kendisi Royal African Company’de hissedardı).
1789’dan 1792’ye kadarki Fransız Devrimi döneminde, oy hakkı vergi mükellefi olan azınlıkla sınırlı tutuldu ve kral, parlamentonun çıkardığı yasaları altı yıla yakın bir süre veto etme yetkisine sahipti. Anayasal monarşi döneminde, Yasama Meclisi, üretimin ve ticaretin önündeki engelleri kaldırdı: ortaklaşa kullanılan topraklar satışa çıkarıldı; ticari tekel, fiyat denetimi ve gümrük vergileri, Mart 1791 tarihli Allarde Kararnamesi ile kaldırıldı; Haziran 1791 tarihli Le Chapelier Yasası ise esnaf loncalarını lağvederek ilk işçi örgütlerini de yasakladı.
Bu dönem, sonrasına örnek oluşturacaktı. Burjuvazi, genellikle daha temsili bir yönetim biçiminden yana olsa da, temsil hakkının ayrıcalıklı bir seçkin kesimle sınırlandırılmasını istiyordu. 19. yüzyılın büyük bölümünde, anayasal monarşilerin ve cumhuriyetlerin kurucu belgeleri demokratik özgürlükleri ciddi biçimde kısıtladı. Vergi temelli oy sistemleri kuraldı.
1795’te, Fransız Termidorcu milletvekili Boissy d’Anglas bu durumu şu sözlerle savundu:
“Zenginlerin mülkiyeti güvence altına alınmalıdır. . . . En iyi insanlar tarafından yönetilmeliyiz: En iyi insanlar ise yasaları korumakta en bilgili ve en çok çıkarı olanlardır; ancak çok az istisna dışında, bu tür insanları sadece mülk sahiplerinin, mülklerini barındıran toprağa, onu koruyan yasalara ve onu muhafaza eden huzura bağlı kesiminde bulursunuz.”
Fransa’da (erkekler için) “genel” oy hakkı, Paris Komünü’nün 1871’de bastırılmasından sonra, Üçüncü Cumhuriyet döneminde kökleşti. Almanya’da da 1871’den itibaren ulusal parlamento seçimlerinde genel oy hakkı vardı. Ancak Almanya’nın en büyük ve en güçlü devleti olan Prusya başta olmak üzere, eyalet düzeyinde oy hakkı hâlâ vergi ödemeye bağlıydı. Ayrıca 1878–1890 yılları arasında Otto von Bismarck’ın sosyalistlere karşı uyguladığı yasalar, federal düzeyde bu hakkı daha da kısıtladı.
Britanya’da tam erkek oy hakkı 1918’de, İtalya’da ise 1919’da tanındı. Kadınlara oy hakkı Avustralya, Yeni Zelanda ve İskandinav ülkelerinde 1914’ten önce verilmişti, ancak Almanya ve Britanya’da I. Dünya Savaşı’ndan sonra tanındı (Britanya’da 1928’e kadar yalnızca otuz yaş üzerindeki ve belirli miktarda mülke sahip kadınlar oy kullanabildi). Fransa ve İtalya’da kadınlar 1945’e kadar oy hakkından mahrumdu.
Her yerde oy hakkı, burjuvazinin bir lütfu değil, halkın seferberliğiyle elde edilen bir kazanımdı. İlerici Norveçli yazar Henrik Ibsen, Şubat 1871’de bunu çok iyi dile getirmişti: “Özgürlüğü, aranan bir hedef olarak sahip olmayıp da başka şekilde elinde tutan kimse, onu ölü ve ruhsuz olarak tutar; çünkü özgürlük düşüncesinin şu özelliği vardır ki, o her elde edilişinde genişler.”
Öte yandan, oy hakkının genişlemesi burjuvazi açısından da bazı yararlar sağladı. Genel oy hakkı, burjuva demokrasisi sistemine, çoğunluğun iradesini temsil ediyormuş izlenimini vererek daha fazla meşruiyet kazandırdı. Hele ki 19. yüzyıl sonundan 20. yüzyıl başına kadar pek çok ülkede işçi partilerinin de devletin yürütme organlarına katılmış olmasıyla bu meşruiyet daha da pekişmiş oldu.
Ancak bu, kapitalist seçkinler için tek avantaj değildi. Genel oyla seçilen parlamento, burjuvaziye kendi farklı fraksiyonları arasında uzlaşma arama olanağı verdi. Çok partili sistem de, toplumsal düzen üzerindeki egemenliğini tehdit etmeden, eğer gerekirse iktidara alternatifler sunmayı mümkün kıldı.
Genel Oy Hakkı ve Ekonomik Feodalizm
Genel oy hakkının genişlemesi, küçük bir azınlığın zenginliğinin genel çıkarla giderek daha fazla çeliştiği bir dönemde, tekelleşmiş kapitalizmin yükselişiyle aynı zamana denk geldi. Bu noktadan itibaren, bankacılık ve büyük sanayinin yarattığı yeni ekonomik feodalizm, demokratik ilkeleri ayaklar altına aldı. Siyasal iktidarın ekseni parlamentodan yürütmeye ve devlet aygıtının üst kademelerine kayarak, sermayenin baskın fraksiyonlarına ayrıcalıklı erişim imkânı tanıdı. Hukukçular, bu bağlamda “rasyonalize olmuş parlamento” kavramından söz ederek, yürütmenin özerkliğini ve istikrarını güvence altına aldığını belirtir.
Burjuva demokrasisi, hiçbir zaman küçük bir ayrıcalıklı sınıfın iktidarı olan bir oligarşi yönetimi olmaktan çıkmadı; sadece halkın periyodik olarak rızasını almayı gerektirdi. Demokratik haklara sahte övgüler düzdü. Jacques Rancière, Demokrasi Nefreti (Hatred of Democracy) adlı kitabında bu sistemi, “oligarşiden doğmuş, demokratik mücadelelerce başka yöne çekilmiş ve sürekli olarak oligarşi tarafından yeniden fethedilen” bir “karma biçim” olarak adlandırır.
Bu tür bir yönetim biçiminin başlıca sınırlamaları şunlardır:
- Seçmen kitlesini aktif bir azınlık ve pasif bir çoğunluk olarak ayırır; siyaset, çoğunluğun dışlandığı bu azınlığın alanı olarak görülür. Çoğunluğun politik yabancılaşması, onların ekonomik yabancılaşmasıyla el ele gider.
- İşçi sınıfını seçim sistemleri, seçim bölgeleri ve göçmenlerin dışlanması yoluyla yeterince temsil etmez.
- Temsili olmayan bir üst meclise (160.000 kişinin seçtiği Fransız Senatosu, ömür boyu üyelerden, kalıtsal soylulardan ve İngiltere Kilisesi’nden dolayı hak sahibi din adamlarından oluşan Britanya Lordlar Kamarası gibi) blokaj yetkisi verir.
- Özellikle halkoyuyla seçildiğinde, devlet başkanını parlamentonun denetimine tabi olmayan bir tür monark konumuna getirir.
- Yönetim ve üst düzey devlet bürokrasisi tarafından kesintiye uğratılır; fiilen tüm yasaları bunlar önerir ve parlamentoya devredilmiş olan yasama yetkisini, anayasal araçlarla hükümet lehine aşındırabilirler. Böylece parlamento “onay makamına” indirgenir.
- Kısmen ya da tamamen halkın denetimi dışında kalan uluslararası yapılara (Avrupa Birliği, Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu vb.) tabi kılınır.
- Sermayenin (bugün “piyasalar” diyoruz) denetimi altında kalır. Sermaye; kamu borcu, yatırım ve istihdamın yanı sıra medyayı da kontrol eden gücün direksiyonundadır. Bu durum, demokrasinin biçimsel olmasına yol açar ve özsel bir karakter kazanmasını engeller.
- Düzenli veya istisnai özgürlükleri kısıtlayıcı yasalar ve baskı aygıtları (polis, ordu, gizli servisler) tarafından tehdit altındadır.
Otoriter Devletçilik ve Faşizm
Nicos Poulantzas, 1978 tarihli Devlet, İktidar, Sosyalizm adlı kitabında “otoriter devletçilik” kavramını ortaya attı. Bunun, bir polis, askerî ya da faşist diktatörlükten farklı olduğunu, ancak demokratik hakları azaltma eğilimi gösterdiğini savundu. Yürütmenin yasamaya neredeyse mutlak üstünlüğüne ve bunun kararname, yargısal yorumlar ve bürokrasi düzenlemeleriyle “yürütme memurları”na yetki devri şeklinde somutlaştığına dikkat çekti. Bu mekanizmalar, talimatnameden (“memorandum”) hukuki düzenlemelere üstünlük tanıyacak ölçüde uygulanır. Böyle bir düzende, devlet politikası dar çevrelerde, gizlilikle ve özel uluslararası ağların (Üçlü Komisyon gibi) müdahalesine açık bir biçimde formüle edilir.
Bu modelde cumhurbaşkanı, “çeşitli idari iktidar merkezleri ve ağlarının odak noktası” olup, bunlar “tekelci sermayenin egemenliği altında bütün burjuvazinin etkili siyasi partisi” işlevini görerek “egemen devlet-parti”ye yol açar. İktidardaki partiler arasındaki dönüşüm “dikkatleri başka yöne çeken” bir hileye dönüşür ve sonuçta “egemen devlet-parti”ye kapı aralanır.
Poulantzas’a göre bu otoriter devletçilik, “ne gerçek bir istisnaî devletin yeni biçimidir ne de kendi başına böyle bir devlete giden yolda geçiş biçimidir; aksine, kapitalizmin mevcut aşamasında burjuva cumhuriyetin ‘yeni demokratik’ biçimidir.”
Bu yönetim biçimi faşizmden farklıdır: Faşizm, Poulantzas’ın ifadesiyle, bir “devlet krizinden” doğar ve “asla soğukkanlılıkla” kurulmaz. Onun varlığı, “işçi sınıfının ve halk hareketinin tarihsel bir yenilgisini” gerektirir.
Bununla birlikte Poulantzas, otoriter devletçiliğin “totaliterliğin dağınık unsurlarını” barındırdığını ve “onları resmî devletin yanında, kalıcı bir yapıda organik şekilde kristalize ettiğini” vurgular. Bu yüzden, toplum hareketinin derin bir yenilgisi sonrasında, “faşist türden bir sürecin” tarihteki klasik faşizmde olduğu gibi dışarıdan değil, “devletin içinden, bugünkü yapısının daha şimdiden çizdiği hatlar üzerinden gelişebileceği” ihtimal dışı sayılamaz.
Doğrudan Demokrasinin Modern Kökenleri
Modern çağın kurucu devrimlerine baktığımızda, burjuvazinin ve siyasi temsilcilerinin sonradan benimsediğinden çok daha radikal demokrasi anlayışları görebiliriz. 17. yüzyılda, 1642–1651 arasındaki Birinci İngiliz Devrimi sırasında, Parisli “sanskülot”ların atası sayılan Levellerlar, Avam Kamarası seçimlerinde bütün erkekler için tam oy hakkını ve Lordlar Kamarası’nın kaldırılmasını talep etti. Aynı zamanda, aşar vergisinin (tithe), dolaylı vergilerin ve borç sebebiyle hapis cezasının kaldırılmasını istediler.
Fransa’da 10 Ağustos 1792’de, başkentte yoksul yığınlarının Tuileries Sarayı’nı ele geçirmesi, monarşinin lağvedilmesine, Konvansiyon’un genel erkek oy hakkıyla seçilmesine ve 24 Haziran 1793 Anayasası’nın onaylanmasına giden yolu açtı. Söz konusu anayasa, temsilî demokrasinin tarihindeki en ileri metin olsa da, komşu ülkelerle savaş ve ardından gelen Termidorcu gericilik nedeniyle asla uygulanamadı.
Ekonomik açıdansa, bu daha radikal eğilimler hâlâ özel mülkiyet hakkını, özellikle de zanaatkârların kendi aletlerine sahip olma hakkını savunuyordu. İşadamlarının ölçüsüz servetini ise, istifçilik (hording) ve tekel gibi yasanın yasaklaması gerektiği “kötüye kullanım” örnekleriyle ilişkilendiriyorlardı. Öte yandan, Fransa’nın ekilebilir arazisinin yaklaşık yüzde 10’unu kapsayan kilise mülklerinin 1789 sonunda kamulaştırılması ve yurt dışına kaçan aristokratların topraklarına el konmasıyla, topraksız köylüler doğal olarak aynı özel mülkiyet “dinini” benimsemiyordu.
1793 Anayasası ayrıca tam ifade özgürlüğü, toplanma özgürlüğü, basın özgürlüğü ve inanç özgürlüğü tanıyor, “hükümet edenlere karşı halk özgürlüklerinin korunmasını” öngörüyordu. Çalışma hakkını ve sosyal yardımı “ulusun üyelerine borçlu olduğu kutsal bir yükümlülük” olarak sunuyor, hükümet halkın haklarını çiğnediğinde isyan etmeyi “hakların en kutsalı ve görevlerin en vazgeçilmezi” kabul ediyordu.
Devrim ve Aşağıdan Gelen Demokrasi
Daha az dikkat çekmiş bir nokta ise, 1793 Anayasası’nın halk egemenliğini yalnızca genel erkek oy hakkına (yirmi bir yaşından itibaren, en az bir yıldır oturan yabancılar dâhil) değil, aynı zamanda 200 ila 600 vatandaşlık birimine ayrılmış Birincil Meclislerin (Primary Assemblies) periyodik toplanmasına da dayandırmasıdır (bu meclisler, üyelerinin beşte biri tarafından toplantıya çağrılabiliyordu). Bu sisteme göre, her kademede (belediye, ilçe, il) yönetim organları o bölgede yaşayan halk tarafından seçilecekti. Jakoben lider Louis Antoine de Saint-Just bu modelden, halk egemenliğinin “komünal temeli” olarak söz ediyordu.
Bu metin, binlerce komünde kendiliğinden ortaya çıkan doğrudan demokrasi (halk dernekleri, devrim komiteleri) biçimlerini kodlama amacı taşıyordu. Ulusal Yasama Organı’na seçilecek milletvekilleri, halk meclisleri tarafından bir yıllığına seçilecek, yasa taslakları bu meclislere sunulacak ve bu taslaklara itiraz imkânı tanınacaktı. Anayasanın revizyonu da benzer bir yolla gerçekleştirilecekti.
Belgeye göre ayrıca, yirmi dört üyeli bir Yürütme Konseyi, Yasama Organı tarafından atanacak ve her yıl yarısı yenilenecekti. Askerî rütbeler, sadece fiilî askerlik hizmeti sırasında geçerli olmak üzere korunacaktı.
Bununla birlikte, bu anayasa iki temel demokratik ilkeyi içermiyordu. Birincisi, Fransız kolonilerinde köleleştirilmiş olanların durumuydu. Konvansiyon, 4 Şubat 1794’te köleliği ancak Toussaint Louverture’ün liderlik ettiği köle ayaklanması ve İngiliz ile İspanyol güçlerinin Fransız Saint-Domingue’ini işgal etme tehlikesi nedeniyle kaldırdı.
İkincisi ise kadın haklarıyla ilgiliydi. Anayasa hazırlayanlar, kadınların politik haklarını tanımayı hiç düşünmedikleri gibi, 30 Ekim 1793’te kadınların halk derneklerini ve topluluklarını yasaklayan bir karar aldılar.
Bu cinsiyetçi uygulamayı, 23 Mayıs 1795’te, Paris’teki Ekmek İsyanları’ndan üç gün sonra, kadınların evlerine kapanmasını öngören karar izledi. Bu isyanlar aynı zamanda 1793 Anayasası’nın uygulanmasını talep ediyordu. Bu iki demokratik hak yoksunluğu, Fransa’da ve ötesinde özgürlük hareketlerinin geleceği üzerinde ağır bir yük olarak kaldı.
1871 Paris Komünü deneyiminden sonra Karl Marx, Fransız Devrimi’ni “geçmiş çağlardan kalma kalıntıları süpüren devasa bir süpürge” olarak görmüştü; Napolyon ise monarşinin başlattığı, ahtapot misali genişleyen devlet inşası işini devralmıştı. Friedrich Engels, 1885’te, Marx’la birlikte 1850’de Almanya’da gerçekleşecek bir devrimden sonra iktidarın “en sıkı merkeziyetçiliği” benimseme çağrılarını geriye dönük olarak eleştirdi. Bunu, Fransız Devrimi’nin tarihine dair yanlış algıya bağlayarak şöyle dedi:
“Fakat şimdi artık iyi biliniyor ki, 18 Brumaire’e kadar bütün devrim boyunca, vilayetlerin, kazaların ve belediyelerin tamamının idaresi, bizzat o bölgelerdeki seçmenler tarafından seçilen otoritelerden oluşuyor ve bunlar genel devlet yasaları çerçevesinde tümüyle özgür hareket ediyordu; tam da bu Amerikan benzeri yerel özerkliğin, devrimin en güçlü kaldıraçlarından biri olduğu artık bilinmektedir.”
Özörgütlenme ve Özgürlükleri Kullanma
Uzun yıllara yayılan demokratik mücadeleler, 1848 Avrupa devrimleriyle canlanarak, Rosa Luxemburg’u, Rusya’da Ekim Devrimi’nden sonra iktidara gelen Bolşeviklerin uygulamalarını eleştirmeye sevk etti. Luxemburg, Bolşevik liderlerin “Kurucu Meclis, genel oy hakkı, basın ve toplanma özgürlüğü — kısacası halkın temel demokratik özgürlükler mekanizması karşısında — oldukça soğukkanlı bir kayıtsızlık” gösterdiğini savundu.
Rusya’daki iç savaş koşullarında hayata geçirilen 1918 Sovyet Anayasası’nın, oy hakkını “yalnızca kendi emeğiyle yaşayanlarla” sınırlamasına karşı çıktı. Bu kısıtlamanın, “sadece kapitalist ve toprak sahibi sınıfları değil, geniş bir orta sınıf kesimini ve hatta işçi sınıfının kendisini” de vuracağını ileri sürdü; çünkü Rusya’da üretici aygıtın büyük ölçüde yıkılması yüzünden “giderek büyüyen işçi kesimleri” informel faaliyetlere yönelmek zorunda kalıyordu.
1930’ların başında faşizm tehlikesiyle karşı karşıya gelindiğinde, Lev Troçki, işçi sınıfının örgütlenme kaleleri ile mevzilerinin (sendikalar, siyasal partiler, eğitim ve spor kulüpleri, kooperatifler vb.) ve sosyal mevzilerin (sosyal yasalar ile sivil ve politik hakların) savunulmasının önemini vurguladı. Bu mevzilerin tümü, “burjuva devletin içindeki işçi demokrasisi kaleleri” olarak görülmeliydi.
Bugün, insanların büyük çoğunluğunun sosyalizm ufkunu gözden kaybettiği bir dönemde, demokratik özlemler, hayatımızı kapitalist karların pençesinden ve kamusal yaşamı oligarşik hükümetlerin boyunduruğundan geri almakta merkezi bir rol oynuyor. Bu, 2011’deki sokak işgalleri — yalnızca Arap coğrafyasında değil, İspanya ve ABD’de de, ayrıca Fransa’daki Nuit Debout ve Sarı Yelekliler hareketlerinde — “gerçek demokrasi, şimdi!” çağrısının neden bu kadar etkili olduğunu açıklıyor.
Bugün herhangi bir ciddi muhalefet politikası, siyasi rejimi değiştirme sorusunu merkeze koymak zorunda. 1934’te Troçki, ekonomik kriz ve aşırı sağın yükselişiyle belirli benzerlikler taşıyan bir dönemi ele alırken şunları demişti: “Demokrasiyi savunmak yetmez; demokrasiyi yeniden kazanmak gerekir”.
Çeviri: Kemal Büyükyüksel