DünyaPolitika

Antisemitistler Neden İsrail’i Seviyor: Kısa Bir Tarihçe – Zachary Foster

Bu kucaklaşma ideolojik, stratejik ve dinsel temellere dayanıyor.

Zachary Foster’ın Palestine Nexus adlı sitede yayınlanan yazısının çevirisidir.

Mayıs 2019’da, Almanya’daki aşırı sağ partilerin destekçileri Dresden’de Alman erdemine dair sloganlar atarak toplanırken, miting liderlerinden biri Nazi sempatizanlarının bir zamanlar benimsediği mavi peygamber çiçeğini takmış, diğerleri de büyük İsrail bayrakları sallıyordu. Bu, antisemitik Siyonizmin yeniden dirilişinin bir işaretiydi.

21. yüzyılda, Yahudi Devleti ile Yahudi düşmanları arasındaki ittifak altın çağını yaşıyor. Bugün, dünyada en antisemitik ya da Nazilere sempatik yaklaşan hareketler ve siyasi partiler İsrail’e âşık oluyor.

Bu kucaklaşma ideolojik, stratejik ve dinsel temellere dayanıyor. İdeolojik çünkü Siyonizm etnik saflığı ve Müslümanlara karşı düşmanlığı savunduğuna işaret ediyor. Stratejik çünkü Siyonizm, aşırı sağ partilerin cazibesini artırmak için Nazizm’den (sahte bir şekilde) mesafeleniyormuş gibi görünmelerini sağlıyor. Ve dinsel çünkü Siyonizm, birçok Hristiyan’ın kutsal kitaplara dayanan coşkusunu ve kıyametle ilgili hayallerini harekete geçiriyor. Bu, İsrail severler arasındaki Yahudi nefretinin kısa bir tarihidir.

Bu ittifakın uzun bir geçmişi var. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında, ünlü birçok antisemit aynı zamanda Siyonistti. Bu kişiler arasında Macar antisemitik hareketinin sözcüsü Győző Istóczy, Britanya Başbakanı Arthur Balfour ve “antisemitizmin patriği” olarak bilinen Alman gazeteci Wilhelm Marr vardı.

Onlar, Yahudilerin orantısız bir güce sahip olduklarına ve topluma asalakça bir etki yaptıklarına; fiziksel olarak uygunsuz, hastalıklı ve zayıf olduklarına; ticarette hilekâr ve güvenilmez olduklarına; Bolşevik veya Komünist tehditlerle ilişkilendirildiklerine ve sadakatsiz vatandaşlar olduklarına inanıyorlardı. Dönemin ifadesiyle “Yahudi sorunu” yani Avrupa’da Yahudilerin var olması meselesi, Siyonizm ile çözülebilirdi: Yahudileri Avrupa’dan çıkarıp atmak.

Bu kucaklaşma 1910’larda, 1920’lerde ve 1930’larda da devam etti. 1919’da Nazi lider Alfred Rosenberg, “Siyonizm kararlılıkla desteklenmeli… Alman Yahudilerinin Filistin’e veya başka yerlere gitmeleri teşvik edilmeli…” demişti. Bu nedenle Nazi SS ve Bavyera polisi, Siyonist Yahudi örgütlerine destek verirken, Siyonist olmayanların faaliyetlerini büyük ölçüde kısıtladı. 1920’ler ve 30’larda İtalyan faşist hükümeti de İtalyan Siyonist Federasyonunu destekledi. 1930’larda Polonya hükümeti de aynı şekilde Siyonist hareketi destekledi çünkü Polonya’daki Yahudilerin dışarı çıkmasına “kabul edilebilir” bir gerekçe sağlanmış oluyordu. Antisemitizm ve Siyonizm adeta cennette—ya da daha doğrusu cehennemde—yapılmış bir evlilikti.

Aslında destek sadece söylemsel değil, aynı zamanda maddiydi de. 1933’te, dünya Yahudileri Nazi Almanyası’nı kendiliğinden boykot ettiğinde, Filistin’deki Siyonist topluluk, Ha’avara olarak bilinen gizli bir anlaşmayı Nazilerle imzaladı. Bu anlaşmaya göre, Alman Yahudiler Filistin’e taşınabilir ve hatta oraya bir miktar nakit de aktarabilirlerdi, yeter ki bu parayı Alman ürünlerine harcadıkları sürece. 1933-1939 arasında bu anlaşma sayesinde yaklaşık 140 milyon RM değerinde Nazi Almanyası malı Filistin’e ihraç edildi ve bu da Yahudi Filistin’ine yapılan toplam yabancı yatırımın %60’ını oluşturdu. Program, Almanya’nın 1939’da Polonya’yı işgal etmesiyle çöktü.

Sonrasında Naziler 6 milyon Yahudi’yi katletti. Bu katliam antisemitizmin o döneme dek sahip olduğu her türlü kabul perdesini yok etti. Nazi sempatizanları yeraltına çekildi. Siyonistler ile antisemitistler arasındaki ittifak da bu yüzden çöktü.

Buna rağmen Avrupa’daki bazı antisemitler savaş öncesi olduğu gibi Siyonizm’i desteklemeye devam ettiler. Örneğin neo-Nazi Britanya Ulusal Partisi’nin (BNP) kurucusu John Bean, 1961’de “Avrupa’yı Yahudilik illetinden kurtarmak için” Siyonizm’i desteklediğini söylüyordu.

Ancak bu partiler, kenarda kalmaya devam ettiler ve popülaritelerini artırmak için Siyonizm’i stratejik bir koz olarak kullandılar. Neo-Nazilerin çalışmalarına övgüde bulunan Amerikalı beyaz milliyetçisi Richard Spencer, 2017’de kendisini “beyaz Siyonist” olarak nitelendirdi ve “benim halkım” için, tıpkı Yahudilerin İsrail’de sahip olduğu gibi güvenli bir vatan istediğini söyledi. Beyaz bir etno-devlet, Spencer’ın Theodor Herzl’in bir romanından ödünç aldığı “Altneuland” yani “eski, yeni ülke” olacaktı. Sonuçta Yahudiler vatanlarında güvende olmayı hak ediyorsa, beyazlar neden hak etmesin?

Siyaset bilimci Emma Rosenberg’in de belirttiği gibi, beyaz üstünlükçü hareketler son on yıllarda yeniden canlanıyor. Avrupa’daki aşırı sağ ise kendisini medeniyet, kültür ve din temelinde konumlandırarak, ulusu “tehditkâr” yabancı unsurlardan korumayı ve etno-ırksal ayrımcılığı savunmayı amaçlıyor. İsrail’e bu kadar hayran olmalarına şaşmamalı, çünkü İsrail de kendisini medeniyet, kültür ve din temelinde tanımlıyor; varlık nedeni de “tehditkâr” ve “yabancı” (aslında yerli) unsurlardan ulusu korumak ve etno-dinsel ayrımı savunmak olarak görülüyor.

Birleşik Krallık’ta politikacı Tommy Robinson, Rosenberg’in tezinin neredeyse karikatür gibi bir örneği. Polonya’da düzenlenen ve katılımcıların “Yahudsuz” bir ülke isteyip “Yahudiler Polonya’dan dışarı” diye bağırdığı bir yürüyüşe katıldığını övünerek anlatmış, aynı zamanda Kanye West’in antisemitik hezeyanlarını savunmuştu. Hiç şaşırtıcı değil ki kendisini Siyonist olarak tanımlıyor ve sözde İslam’a karşı “Yahudi halkı”nın müttefiki olduğunu söylüyor.

İttifak bazı ülkelerde en tepede de karşımıza çıkıyor; mesela Macaristan’da Başbakan Viktor Orban İsrail’in yakın müttefiki. Orban için Netanyahu, özgür basından, sivil toplumdan ve bağımsız yargıdan hoşlanmama gibi ortak zevkleri paylaştığı doğal bir suç ortağı. İkisi de ötekileştirmeyi besleyen bir etnik milliyetçiliği savunuyor.

Orban’ın antisemitizmle ilgili sicili de, antisemitizme karşı sert görünme çabasına rağmen hayli kabarık. Örneğin, 400.000 Yahudi’yi Auschwitz’e gönderen Macar Nazi Miklos Horthy’nin adını bir kamu alanına verdi. 1944’te Budapeşte’de 10.000 Yahudi’yi katleden Ok Haç Partisi’nden Jozsef Nyiro’yu onurlandırdı. 2018’de yaptığı bir konuşma ise “Siyon Liderlerinin Protokolleri’nden” alınma bir kontrol listesi gibi, diyor bazı gözlemciler. Partisinin medya kanadı ise açıkça antisemitik ve yakın çevresindeki Zolt Bayer ile Maria Schmidt de Holokost’u yeniden yorumlamaya (revizyonizm) yelteniyor.

Bir de Romanya’nın cumhurbaşkanı adayı Calin Georgescu var. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu hakkında çıkardığı tutuklama kararına saygı duymayacağını söyledi ve ülkesinin büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyacağını vadetti. Netanyahu’ya desteğini coşkuyla açıklaması muhtemelen Yahudileri sevmesinden kaynaklanmıyor; çünkü Nazi Almanyası’yla iş birliği yaparak yüz binlerce Yahudi’yi katleden eski Romanya diktatörü Ion Antonescu’yu övdüğü biliniyor.

Antisemitik Siyonizmin en büyük ve en güçlü kaynağı beyaz milliyetçiler veya İslam karşıtı aktivistler değil; dindar Hristiyanlar. Tarihçi Daniel Hummel’e göre, Evanjeliklerin ve Yahudilerin tarihini inceleyen araştırmalar, bu topluluklardaki antisemitizm, Yahudileri liberal, kozmopolit, ulusötesi, her şeye hükmeden elitler olarak görme eğiliminden ve Amerikan Hristiyan kimliğine tehdit oluşturduklarına inanılmasından kaynaklanıyor. “Bu tür düşünceleri, tuhaf bir şekilde, İsrail’e destek açıklamalarıyla yan yana bulacaksınız,” diyor Hummel. “Böyle birisi muhtemelen genel hatlarıyla ya da güçlü bir şekilde antisemitik olabilir ama aynı zamanda İsrail yanlısı da olabilir.”

Ancak bu, sadece kültürel bir antisemitizm meselesi değil; aynı zamanda teolojik. Amerikalı televanjelist John Hagee, Jerusalem Countdown: A Warning to the World (Kudüs Geri Sayımı: Dünyaya Uyarı) adlı kitabında Adolf Hitler’in “yarı Yahudi” olduğunu ve Tanrı tarafından Avrupa’daki Yahudileri “avlayıp” onları Tanrı’nın Yahudiler için öngördüğü tek yurt olan İsrail’e doğru sürüklemek için gönderildiğini iddia etti. Hagee’nin antisemitizmi kışkırtma konusunda da uzun bir geçmişi var.

Tesadüf eseri, Amerika’nın en büyük Siyonist örgütü olan ve 10 milyona yakın üye saydığını iddia eden İsrail için Hristiyanlar Birliği (Christians United for Israel) adlı yapıyı da o kurdu. Bu insanlar, İncil’in Yahudilerin kendi ülkelerine sahip olması gerektiğini ve İsa’nın ikinci gelişinden önce mutlaka İsrail’de toplanmaları gerektiğini söylediğine inanıyor. Amerika’daki 40-50 milyon Evanjelik Hristiyanın yaklaşık üçte biri, İsrail’in Mesih’in ikinci gelişinde merkezi bir rol oynayacağını düşünüyor.

Bu topluluk ayrıca televanjelist Pat Robertson’ın öğretilerinden de büyük ölçüde etkilendi. Robertson da Yahudi karşıtı klişeleri yayarak hayatını idame ettiriyordu. Eski İsrail Başbakanı Ariel Şaron felç geçirdikten sonra, Robertson bunu “Tanrı’nın toprağını böldüğü” için ilahi bir ceza olarak yorumlamıştı. Pek de şaşırtıcı olmadığı üzere, “Nehirden Denize” kadar Yahudi üstünlüğüne inanan katı bir sağcı Siyonistti. Sonuçta, Tanrı Yahudileri sever ve İbrahim’in soyuna, yani modern Yahudilere, İsrail topraklarını vaat etmiştir. İşte Tekvin (Yaratılış) 15. bölümde yazıyor!

Hagee ve Robertson gibi popüler ilahiyatçılara göre Hristiyan teolojisi, Yahudiler için bir “master plan”a sahiptir. Yahudiler birey değildir; bir kolektiftir ve kıyamet gününde toplu halde yerine getirmeleri gereken bir rolleri vardır. Bu nedenle bu tür Protestanlık anlayışlarının takipçileri arasında, Yahudilere yönelik bu kadar çok antisemitik klişenin dolaşmasına şaşmamak gerekir; bu söylemler adeta teolojinin içine işlemiştir.

Son birkaç on yıldır, Yahudi düşmanları İsrail’e âşık oluyor. Bu ilişki, ortak bir düşman algısına —Müslümanlara, yani bir akademisyenin ifadesiyle “Avrupa’nın yeni Yahudileri”ne— dayanıyor. Ayrıca etnik saflık ve ayrımcılık inancını paylaşmaya ve daha geniş kabul görmek için Siyonizm’i stratejik bir silah gibi kullanmaya dayanıyor. Batı’da Siyonizm bu kadar ana akım olmuşsa, beyaz milliyetçiliği de ana akım olmalı, şeklinde düşünüyorlar! Son olarak, bu ittifak muhafazakârlığa, dini fanatizme ve Kitab-ı Mukaddes metinlerine kelimesi kelimesine bağlı inanca da yaslanıyor. Bu eğilimlerin her biri son on yıllarda güçlendi ve muhtemelen önümüzdeki on yıllarda güçlenmeye devam edecek.

Çeviri: Kemal Büyükyüksel

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu