Harcanabilir Bedenler ve Seçici Haklar: Ankara’daki Olaydan Yola Çıkan Bir Zihniyet Analizi – Kemal Büyükyüksel

Bugün bir trans bireyin uğradığı kötü muamele tam da kimliğine atıfla dolaylı yoldan normalleştirildiğinde, yarın başka bir aidiyet grubuna, bir sosyoekonomik kategoriye ya da bir siyasal duruşa sahip bireylerin de aynı kaderi paylaşması kaçınılmaz hale gelir.
Bir Anın Taşıdığı Yapı
Ankara’da 25 Nisan 2025 günü, ülkede yaşanan adaletsizliklere karşı gençler yine sokaklara döküldü ve polisin sert bir muamelesine maruz kaldılar. Bu olay sırasında özellikle bir kare öne çıktı: Yaka paça polis tarafından alınan bir gencin kıyafetlerinin soyulması ve giydiği sütyeni gözükerek yerlerde sürüklenmesi. Toplumda hızlıca infial yaratan bu olay, yüzeyde sert bir polis müdahalesi görüntüsü taşıyor olsa da, gerçekte çok daha katmanlı bir yapının işaretlerini barındırıyor. Bir bireyin kamuya açık bir alanda gözaltına alınırken maruz kaldığı sert muamele, beden bütünlüğünün ihlal edilmesi, giysilerinin çekiştirilmesi ve mahremiyetinin yok sayılması, salt fiziksel bir olaydan ibaret değil. Demokratik toplum düzenlerinde bireylerin en temel haklarının başında elbette beden dokunulmazlığı, insan onuruna saygı ve işkence sayılabilecek kötü muamele yasağı gelir. Ancak olayın vahametini artıran yalnızca yaşanan kötü muamele değil, ona eşlik eden siyasal ve bürokratik dilin açığa çıkardığı normatif düzenin doğası.
Eylemler sonrasında gecenin ilerleyen saatlerinde Ankara Valiliği tarafından yapılan resmi açıklamada, gözaltına alınan kişinin “sözde kadın” olduğu, “kadın iç çamaşırı giyen bir erkek” olduğu vurgulanarak, gösterilen muamele tali bir mesele haline getiriliyor. Bunun yerine mağdurun trans/queer kimliğine yapılan vurguyla, dolaylı biçimde yapılanların gerekçelendirilebildiği bir zemin oluşturma riski beliriyor. Bu açıklama, bu tekil olayın kendisinden çok daha endişe verici bir dünya tasavvurunun ipuçlarını veren bir metin olarak karşımıza çıkıyor. Ve bu metin, yaşanan olayla birlikte daha derinlemesine bir incelemeyi hak ediyor.
İnsan haklarının evrensellik ilkesine göre, bir bireyin haklara sahip olabilmesi kimliğine, aidiyetine, yaşam tarzına veya görünüşüne bağlı olamaz. Ancak burada yaşanan, tam tersi yönde işleyen bir zihniyet örneği. Bireyin kimliğinin, uğradığı muamelenin meşruiyetini belirleyen bir faktör haline getirilme eğilimi ortaya çıkıyor. Mağdurun kimliği, onu korumaktan kaçınmanın, yaşadığı onur kırıcı muameleyi hafif göstermenin dolaylı bir aracı haline getiriliyor, toplumsal vicdan bu şekilde hizalanmaya davet ediliyor. Böylece olay, yalnızca bir hak ihlali tartışması olarak kalmıyor, bireylerin haklara erişiminin nasıl kimlik bazlı bir değerlendirmeye tabi tutulduğunu gösteren bir zihniyet formasyonunun açığa çıkış anına dönüşüyor.
Kötü Muamelenin Kimlik Üzerinden Gerekçelendirilmesi
Ankara Valiliği’nin açıklamasıyla, kötü muamelenin varlığı tamamen reddedilmeyip, mağdurun kimliği üzerinden yapılan bir sınıflama yoluyla toplumun bu muameleyi daha kolay sindirmesi riski doğuyor. Burada kötü muamele, sanki makbul olmayan bir kimliğe yöneltildiği için daha az sorunlu bir hale gelme ihtimaliyle karşı karşıya. Böyle bir yaklaşım, insan haklarının evrensel doğasına karşı doğrudan bir meydan okuma anlamı taşıma riskine sahip.
İnsan hakları, bireyin yalnızca “insan olması” nedeniyle sahip olduğu haklardır, herhangi bir kimliğe, toplumsal normlara uyuma ya da görünüşe bağlı olarak değişkenlik göstermezler. Oysa bu tür olaylarda, hak sahipliğinin makbul kimlik kalıplarına uyumla ilişkilendirildiği ve kimlikten sapmanın üstü örtülü biçimde hakların askıya alınmasına zemin hazırladığı görülebiliyor.
Bu tür bir mekanizma, Giorgio Agamben’in “çıplak hayat” kavramıyla birebir örtüşüyor. Agamben, modern egemenliğin, bazı bedenleri hukuki ve siyasal koruma ağlarının dışına atarak onları yalnızca çıplak biyolojik varlıklar olarak bırakma yetisine sahip olduğunu anlatır. Bu çıplak hayatlar, yaşamakta olan ama hiçbir hakka gerçek anlamda erişemeyen, yalnızca var olan ama korunmayan bedenlerdir. Ankara’da gözaltına alınan birey de, cinsiyet kimliği dolayısıyla bu tür bir dışlanmanın nesnesi haline getirilme durumuyla karşı karşıya kalıyor.
Beden, bu tür örneklerde yalnızca kamusal bir alanda kötü muameleye maruz kalmıyor, aynı zamanda siyasal ve toplumsal korumanın sembolik sınırlarının da dışına itiliyor. Bu açıdan bakınca, haklardan mahrum bırakılmak, yalnızca hukuki bir statü kaybı değil, aynı zamanda bireyin toplumsal görünürlüğünü, meşruiyetini ve onurunu da zedeleyen bir durum haline dönüşüyor.
Toplumsal Cinsiyet Rejimleri ve Normatif Şiddet
Olayın açığa çıkardığı bir diğer katman ise, toplumsal cinsiyet rejiminin nasıl işlediğine dair net bir örnek sunması. Judith Butler’ın toplumsal cinsiyetin inşası hakkındaki teorisi burada açıklayıcı bir perspektif sunuyor. Butler’a göre cinsiyet, bireyin doğal bir özelliği değil, toplumsal normlar çerçevesinde sürekli olarak inşa edilen bir kimlik. Bu inşa süreci, tanınan ve makbul görülen bedenler ile norm dışı kalan, dolayısıyla korunmayan bedenler arasındaki ayrımı da beraberinde getiriyor.
Mevzubahis açıklamada da bu ayrımın izlerini görmek mümkün. Bireyin, geleneksel cinsiyet normlarına uymadığı ima edilerek, uğradığı kötü muamelenin bir tür olağanlaştırılması ihtimali ortaya çıkıyor. Bu durum, toplumsal normlardan sapmanın yalnızca kültürel bir farklılık olarak değil, korunmaya değer olmanın önünde bir engel olarak konumlandırıldığını çok açık biçimde gösteren bir örnek. Böylece de toplum, norm dışı olanın daha az korunmaya layık olduğu bir anlayışa sürüklenme ve kötü muamele karşısında duyarsızlaşma riskine sahip.
Bu işleyiş biçimi, şiddetin yalnızca fiziksel bir eylem olarak değil, aynı zamanda tanıma ve tanımama mekanizmaları yoluyla da üretildiğini hatırlatıyor. Bir beden, yalnızca maruz kaldığı kötü muameleyle değil, ona yönelik tanımanın askıya alınmasıyla da daha kolay hedef haline geliyor. Ve bu görünmezleştirme, günümüz dünyasında farklı toplumlarda şiddetin sürekliliğini sağlayan en güçlü mekanizmalardan biri.
Harcanabilirlik Mantığının İnşası: Makbullük Ölçütleri ve Seçici İnsanlık
Yani Ankara Valiliği’nin açıklamasında açığa çıkan refleks, yalnızca bireysel bir olayla sınırlı kalmıyor, çok daha geniş bir normatif tasavvurun ipuçlarını veriyor. Bu tasavvurun temelinde, toplum içindeki bireylerin belli bir “makbullük” skalasına göre sıralandığı, bu skalaya uyum gösterenlerin haklarının korunmaya değer bulunduğu, sapma gösterenlerin ise korunaksız hale gelme riskiyle karşı karşıya kaldığı bir sınıflama mantığı yatıyor.
Bedenlerin, kimliklerin ve hayatların bu şekilde değer skalasına göre tasnif edilmesi, insan haklarının koşulsuzluk ilkesinin altını oyma riski taşırken, aynı zamanda toplumun kendi içinde görünmez bir hiyerarşi üretmesine yol açıyor. Bu hiyerarşi, yalnızca bireysel önyargıların ya da münferit ayrımcılık pratiklerinin değil, kurumsal söylemlerin, kamu politikalarının ve kamusal dilin içselleştirilmesi yoluyla toplumun dokusuna işleniyor.
Bu süreçte “makbul vatandaş” ya da “makbul beden” figürü, toplumun normatif merkezinde inşa edilirken, bu merkezin dışında kalan her beden, daha az korunmaya değer, daha kolay göz ardı edilebilir, daha rahat kötü muameleye maruz bırakılabilir bir kategoriye itiliyor. Bu mekanizma yalnızca cinsiyet kimliği üzerinden değil, etnik köken, sosyoekonomik statü, göçmenlik durumu ve hatta bireysel yaşam tarzı gibi pek çok eksende de işleyebilir. “Fakir” birinin öldürülmesinin, “hamal” bir inşaat işçisinin iş cinayetine kurban gitmesinin, “açık giyimli” bir kadının tacize uğramasının, “kara kuru” birinin aşağılanmasının, “içki içenin” eziyete uğramasının daha olağan gözükmesi gibi örneklerle çeşitlendirebiliriz bunu sonsuz şekilde.
Dolayısıyla burada söz konusu olan şey, yalnızca bir transfobi örneği ya da bireysel kimlik ayrımcılığı değil, toplumun bütünündeki insanlık algısının seçici bir yapıya dönüştürülmesi. Bu seçicilik, görünmez ama işleyen bir hiyerarşi yaratır. Toplumlar böylelikle, kimlerin onurunun korunmaya değer olduğuna, kimlerin kötü muameleye maruz kaldığında duyarlılık gösterilmesi gerektiğine dair sessiz ve sözsüz mutabakatlar üretirler. Bu mutabakat içinde bazı kimlikler (makbul vatandaş figürüyle örtüşenler) görünmez bir koruma zırhına sahipken, diğerleri (sapma gösterenler, normları ihlal edenler) korunaksız ve harcanabilir hale gelir.
Toplumsal Dışlamanın Kurumsallaşması: Tanınmama, Değersizleştirme ve Meşrulaştırma
Harcanabilirlik mantığının işlemesi için yalnızca kötü muamelenin varlığı yeterli olmaz. Aynı zamanda bu muamelenin görünmez kılınması, doğallaştırılması ve meşrulaştırılması gerekir. Bu süreçte de bireyler yalnızca fiziksel olarak zarar görmezler, aynı zamanda sembolik olarak silinirler. Toplumsal tanınmadan, hukuki korumadan ve siyasal görünürlükten mahrum bırakılarak, sessizce bir “artık nüfus” kategorisine itilmiş olurlar. Bu durumu kavramsallaştırmak için yine Giorgio Agamben’in “istisna hali” kavramı da son derece açıklayıcı olabilir. Agamben, modern iktidarın, istisna yaratarak kimi bireyleri hukukun koruması dışına çıkarma yetkisini elinde tuttuğunu ve bu bireyleri siyasal topluluğun dış sınırlarına sürdüğünü anlatır.
Mevzubahis olayda da, trans kimliği taşıyan birey, yaşadığı kötü muameleye uğrarken aynı zamanda bir istisna figürüne dönüştürülme riski taşıyor. Bu figür bir istisna figürüne dönüştürülürse, hak iddia edemeyen, koruma talep edemeyen, kötü muameleyi hak ettiği ima edilen bir varlık formuna indirgenir. Böylelikle toplum, kötü muamelenin öznesiyle duygusal ve siyasal bir bağ kurma yükünden de azade edilir. Bu birey, toplumsal sorumluluk alanının dışında bırakılmış bir “öteki” olarak konumlandırılır, hatta ileri safhalarda da insandışılaştırma riskiyle karşı karşıya kalma ihtimali doğar. Hak kaybı yaşadığında, bu kaybın normatif sınırların ihlali dolayısıyla zaten meşru olduğu algısı toplumun geneline yayılır. Ve bu algı, sadece o bireyi değil, bütün bir farklılık alanını hedef alır, hak, hukuk ve hürriyetler mefhumunu bütünüyle herkes için aşındırır.
Makbuliyet Hiyerarşisi ve Seçici İnsanlık
Bu aşamada bu tür vakaların artık yalnızca bireysel ve münferit hak ihlalleri değil, daha sistematik bir yapının tekrarlayan bir dinamiği olduğunu sanıyorum ki anlamışızdır. Toplumlar ve onları yöneten iktidarlar, kimliklere göre değişen bir değerler skalası üretirler. Bu skala, belirli normlara uyan bedenlerin daha çok korunmasını, normlardan sapan bedenlerin ve canların ise daha az korunmasını doğal ve olağan bir sonuç olarak kabul eder. Makbul beden ile harcanabilir beden arasındaki ayrım, hukuk önünde değilse bile toplumun bilinçaltında güçlü bir şekilde kurulur.
Böyle bir sistemde, insanlık algısı seçici hale gelir. Hakların evrenselliği aşınır, bedensel dokunulmazlık, onur, mahremiyet gibi değerler herkes için değil, yalnızca makbul görülenler için işler hale gelir. Ancak mesele sadece seçicilikle sınırlı kalmaz. Bu seçicilik aynı zamanda fevri ve keyfi hale de gelir. Otoriter, baskıcı ve keyfi yönetimler altında kriterler sürekli iktidarların tercihlerine ve yönelimlerine göre değişebilir, yeni ötekiler eklenip çıkarılabilir. Sonuçta herkes her an potansiyel olarak harcanabilir hale getirilir ve yaşamını bunun gölgesinde insandan daha düşük bir form olarak yaşamak zorunda bırakılır.
Ve bu süreçte kötü muamele, yalnızca bir güvenlik pratiği değil, aynı zamanda bir ideolojik eğitim aracına dönüşür. Topluma, kimlerin korunmaya değer olduğu, kimlerin kötü muameleye açık olduğu sezgisel olarak öğretilir. Bu sezgiler, bireylerin birbirine bakışını, dayanışma pratiklerini ve kamu vicdanının işleyişini dönüştürür. Makbuliyet hiyerarşisi, böylece yalnızca iktidarların değil, toplumun kendisinin de taşıyıcısı haline gelir. Her birey, normlara uyduğu ölçüde görünmez bir güvenlik çemberi içinde, saptığı ölçüde ise sessiz bir harcanabilirlik riski içinde sürekli bir hizada kalma çırpınması içinde yaşamaya başlar.
Seçici İnsanlık Rejimi ve Faşist Özne Formunun Üretimi
Bedenlerin, kimliklerin ve yaşamların makbullük ölçütlerine göre tasnif edildiği bir toplum yapısında, kaçınılmaz olarak belirli bir özne formu da üretilir. Bu özne, insan haklarının koşulsuzluğunu içselleştirmek yerine, hakları kimliklere, davranışlara ve normlara bağlı olarak dağıtan bir bilinç yapısına sahip olur. Böyle bir bilinç, yalnızca farklı olanı görmezden gelmeyi değil, aynı zamanda farklı olanın yaşadığı kötü muameleyi doğal, olağan ve bazen de hak edilmiş olarak görmeyi öğrenir. Bu noktada artık bireyler kötü muameleyi yalnızca iktidar aygıtlarının uyguladığı bir eylem olarak görmezler, kendi gündelik algılarında da kimi bedenlerin daha fazla korunmaya, kimilerinin ise sessizce harcanmaya layık olduğu bir dünyayı normal kabul etmeye başlarlar.
Toplumların içinde barındırdığı özelliklerden dolayı sürekli oluşma riski taşıyan bu özne formu, doğrudan ismi konmasa da, tarihsel ve teorik bağlamda faşist öznenin temel özellikleriyle örtüşür. Faşist özne, hakların evrenselliğini reddeden, bireyin değerini onun sınıfsal statüye, toplumsal normlara, ulusal kimlik kalıplarına, cinsiyet rollerine ya da kültürel kodlara uyumuyla ölçen bir bilinç halidir. Bu özne için, insan onuru herkes için geçerli bir ilke değil, normlara uygunluğun ödüllendirilmesi gereken bir statüdür. Uyum sağlayan korunur, sapma gösteren dışlanır. Hatta “insanlık” statüsü bile herkes için otomatik olarak geçerli bir ilke olma vasfını yitirebilir. Dışlanmanın ileri boyutlara taşınması durumunda ise insandışılaştırma eğilimleri de başlama riski taşır. Bu ileri faşist safhada ise şiddetin en sistematik ve kitlesel biçimi olan toplu imha pratiklerinin fikren normalleştirildiği kapkaranlık bir patikaya sürüklenme ihtimali doğar.
Bu zihinsel yapı, hemen doğrudan şiddet pratiğini üretmese bile, şiddetin seçiciliğini, kötü muamelenin doğallaştırılmasını ve toplumun sessiz onayını sürekli yeniden üretir. Faşist özne, aynı zamanda kendi aidiyetini güçlendirmek için sürekli olarak bir “öteki” yaratmak ve bu ötekiliği olumsuzlamak zorundadır. Normdan sapan bedenler, bu öteki figürünün taşıyıcılarıdır. Ve onların varlığı, çelişkili bir biçimde makbul olanın tanımını yeniden ve yeniden kurmak için de gerekli hale gelir.
Bu mekanizma içinde, ötekilerin uğradığı kötü muamele yalnızca sıradanlaşmakla kalmaz, aynı zamanda makbul kimliklerin varlığını pekiştiren bir göstergeye dönüşür. Bundan dolayı her kötü muamele vakası, normlara uygun olanın görünmez bir potansiyel zaferidir, vasatın toplumu yeniden fethetmesidir. Ve böylece toplum, şiddetin, dışlamanın ve harcanabilirliğin üzerine kurulu bir normatif düzeni içselleştirir.
Harcanabilirler Kümesi ve Distopik Toplum Tasavvuru
Harcanabilir bedenlerin üretilmesi, yalnızca bireysel düzeyde sonuçlar doğurmaz. Zamanla bütün bir toplumsal yapıyı dönüştürür. Hakların eşit dağılmadığı, korumanın kimliklere göre seçici biçimde işletildiği bir düzen, yalnızca marjinal grupları değil, tüm bireyleri potansiyel bir güvensizlik alanı içinde yaşamaya zorlar.
Çünkü bir kez hakların koşulsuzluğundan vazgeçildiğinde, artık hiç kimsenin hakları tam anlamıyla güvence altında değildir. Bugün bir trans bireyin uğradığı kötü muamele tam da kimliğine atıfla dolaylı yoldan normalleştirildiğinde, yarın başka bir aidiyet grubuna, bir sosyoekonomik kategoriye ya da bir siyasal duruşa sahip bireylerin de aynı kaderi paylaşması kaçınılmaz hale gelir.
Toplum, bu koşullar altında kendi içinde bir “harcanabilirler kümesi” üretir. Bu küme, sabit değildir.
Güncel siyasal ihtiyaçlara, kültürel çatışmalara ve toplumsal korkulara göre genişler ya da daralır. Bugün kimlik temelinde dışlanan bir grup, yarın sınıfsal ya da siyasal gerekçelerle başka gruplarla birlikte aynı harcanabilirlik statüsüne itilmiş olabilir. Bu nedenle, seçici insanlık rejimi yalnızca belirli kimliklerin sorunu değildir. Bu rejim, bizzat insanlık düşüncesinin bütününe yönelik bir tehdittir.
Bu tehdit, sadece hukuk normlarının ya da bireysel hakların aşınması anlamına gelmez. Daha derin ve daha tehlikeli bir şekilde, toplumun değer sistemini dönüştürür. Adalet, dayanışma ve eşitlik gibi kavramlar, yerlerini uygunluk, sadakat ve normatif itaat gibi kriterlere bırakır. Ve böyle bir ortamda, hak ihlallerine karşı toplumsal refleksler zayıflar, dayanışma ağları çözülür, bireyler yalnızlaşır ve korku toplumu yapıları güçlenir.
Bir Olayın Gösterdiği Büyük Resim
Ankara’daki olay, yüzeyde tekil bir kötü muamele vakası gibi görünse de, dikkatlice bakıldığında toplumların içinde her zaman uykuda bekleme ihtimaline sahip olan çok daha geniş ve karanlık bir yapının hatırlatıcısı olma işlevi görüyor. Bedenlerin, kimliklerin ve yaşamların makbuliyet skalasına göre sıralandığı bir dünyada, hakların evrenselliği, onurun dokunulmazlığı ve dayanışmanın zorunluluğu aşınır. Bunun yerini, seçici insanlık, normatif uygunluk ve harcanabilirlik kategorileri alır.
Çağımızın otoriterleşme eğilimlerinin toplumsal cinsiyet ve trans kimlikler tartışmasını bu kadar merkeze koyması tüm bunlardan dolayı pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Çünkü otoriter popülistlerin yaratmak istedikleri yeni düzen için çok stratejik bir hedef olma özelliği taşıyor. Bu hedef üzerinden açılan gedik sonrasındaysa tüm hak, hukuk ve hürriyetler mefhumu adım adım çökertilmeye başlanıyor.
Bu nedenle bugün, yalnızca bir bireyin yaşadığı kötü muameleye değil, o muameleyi mümkün kılan, doğallaştıran ve yeniden üreten bütün bir zihniyet yapısını anlamak ve buna karşı çıkmak gerekiyor. Çünkü aksi halde, inşa edilen dünya yalnızca farklı olanların değil, bir bütün olarak insanlık tasavvurunun çöküşüne sahne olacak. Ve bu çöküş, sessiz onaylarla, görmezden gelişlerle ve seçici korumalarla adım adım her yerde inşa ediliyor. Bertolt Brecht’in zamanında dediği gibi: “Kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden. Ya hep beraber ya da hiç birimiz.”