Kendi Kuyusunu Kazanlar ve İkiyüzlüler: İsrail’in Sınır Tanımaz Saldırganlığı ve Neo-Faşizmi Mazur Görmek – Kemal Büyükyüksel
İsrail, sadece “kendini savunma” iddiasıyla yerle bir ettiği Gazze sonrasında, birçok kişinin uyardığı gibi, orada durmayarak Lübnan’a doğru da saldırılar gerçekleştirdi ve ilhak pratiklerini Filistin ötesine taşımayı arzuladığını ortaya koydu. Olanları umursamayan ya da mazur gören herkes, sadece ahlaki açıdan tamamen çürümüş bir çizgide değil, kendi güvenliklerini tehdit edecek karanlık gelişmelere karşı da duyarsızlar. Türkiye’de bile çokça karşılaşılan oryantalist eğilimlerin yaygınlığıyla ise olanlara duyarsızlaşmak kolaylaşıyor, nitekim küresel medya da bunu kullanıyor. Sürekli olarak belli bir çerçeveleme yapılarak olay İsrail’in güvenlik kaygıları ve karşı karşıya kaldığı tehditler üzerinden tartışılıyor, İsrail’in haklılığı ve meşruluğu da böylece daha çok pekiştiriliyor. Ama bu İsrail’in gerçek yayılmacı ve saldırgan eğilimlerini örtbas etmeye yarıyor. Bu örtbas etme çabası üzerinden kimseye hesap vermeden girişilen eylemlerin gitgide daha da radikalleşmesiyse sadece bölgeye değil tüm dünyaya zarar verecek dinamiklerin güçlenmesine sebep oluyor. Türkiye’de de bu yönde bir duyarsızlık belli kesimlerde göze çarpıyor. Bu da İsrail’in genişleme politikalarını insanların önyargılı eğilimlerine oynayarak propaganda yoluyla ne denli etkili pazarlayabildiğinin bir göstergesi.
İsrail hayranlığı ve irrasyonel boyutlara ulaşan bir Arap düşmanlığına sahip ırkçı sağcı Türkler, mezhepçilikten dolayı Lübnan’a yapılanları kutlayan dinci faşistler, İsrail’in varlığını çıkarlarına ters görmediği için yaptıklarına susan veya mazur gören sahte solcu, özde sağcı Kürtçü klik birlikte hizalandı. Bu gruplar belki İsrail’in yaptıklarını işlerine geldiği için mazur görüyorlar ve hatta çıkarlarına hizmet edebileceğini düşünüyorlar ancak asıl tehlikeyi de görmezden geliyorlar, ya da umurlarında değil: İsrail kendisini savunmak değil, çevresine genişlemek isteyen ve ilhak pratiklerini devreye sokarak tüm yakın coğrafyasını gelecek projeksiyonuna göre şekillendirecek adımlar atıyor. Bu genişleme politikaları ne kadar acıdır ki bir zamanların Nazi Lebensraum politikalarının tınılarını taşıyor, benzer bir uçuk ideolojik arkaplanla meşrulaştırılıyor. Bu dinamik, Türkiye dahil tüm bölgeyi ateşe atacak bir süreç. Ve tüm bunlar olurken birçok grup, kendi perspektifinden İsrail’in eylemlerini meşrulaştırırken, aslında daha büyük bir küresel sorunun oluşmasına katkı sağlıyor. Rusya’ya benzer eylemlere girişince haykıranlar birden susuyor.
Kentli seküler Türk orta sınıflarımız da Kenan Evren rejiminin 1980 sonrası beslediği vitrin Atatürkçülüğü ve tüm apolitikliğiyle, aslında dinci neo-faşist bir yönetime sahip olan İsrail’i, yanındaki Müslüman ülkelerdeki gruplara göre daha “medeni” gözüküyor diye bu güruha katılıyor. Bu “medeniyet” algısı, derin bir yanılgıya dayanıyor. İsrail her ne kadar Batı’da bir demokrasi olarak lanse edilse de bu yine oryantalist bir bakış açısının karakterini taşıyor. Neden? İsrail Batı’ya yakın, beyaz ve “uygar”, yanındaki ülkelerse kahverengi, Müslüman ve “geri kalmış”. Oysa bu algı, İsrail’in bölgede uyguladığı otoriter ve dinci politikaları göz ardı ediyor. İsrail’in, Batı destekli bir modernleşme hikayesi anlatılırken, aslında içerideki derin otoriterleşme ve milliyetçi-dinci neo-faşist eğilimler görmezden geliniyor. İnsanlar ya derin ideolojik motivasyonlarından ya da cehaletlerinden körleşmiş durumda, bu körlük, İsrail’in bölgedeki baskıcı politikalarının ve yayılmacı heveslerinin üstünü örtüyor. Hatta İsrail’i cesaretlendiriyor. İsrail ve onun şiddet uyguladığı Arap topluluklar arasında böyle bir ikililik oluşturulurken bir yandan da ABD ve İsrail’in gayet uyumlu çalıştığı diğer Arap ülkeleri, mesela Suudi Arabistan’ın varlığı, ise görmezden geliniyor. Ortada bir medeniyetler çatışması varmış gibi lanse edilen bir hikaye falan yok aslında. Küresel bloklaşmalar içerisinde de İsrail’in çıkarlarıyla uyumlu olan bir sürü dinci selefi rejim ve grup gayet rahat küresel bloklaşmalar içerisinde ABD-İsrail cephesi yanında açıktan veya üstü örtülü şekilde yer alabiliyor.
O sırada İsrail, çevresindeki ülkelere doğru genişliyor, bunu dümdüz mesihçi neo-faşist bir Lebensraum ideolojisiyle birleştiriyor, bu genişleme, yalnızca stratejik bir zorunluluk değil, aynı zamanda bir misyonerlik görevi gibi sunuluyor. İsrail’in sınırlarını genişletme çabasının Nazi Lebensraum ideolojisiyle benzerlikler taşıma gerçekten ürpertici. Neredeyse babasından şiddet görmüş travmatik bir çocuğun aynı travmayı taşıyarak bir diğerine aktarması gibi, geçmişte yaşadığı şiddetin bir diğerini bugün yaratıyor. Nazi Almanyası, daha geniş bir alanda ‘yaşam alanı’ yaratma amacıyla savaşa ve ilhaka başvurmuştu; İsrail ise bölgesel güvenlik bahanesiyle ve mesihçi bir dinci-milliyetçi anlatıyla bu genişleme politikasını sürdürerek aynı yolu izliyor. Bir yandan da tüm dünyada radikal sağı hem cesaretlendiriyor hem maddi manevi destek sunuyor. Bu destek, yalnızca radikal sağın ideolojik yükselişiyle sınırlı değil, aynı zamanda bu hareketlere lojistik ve stratejik yardım da sağlanıyor. İsrail’in kabinesindeki bakanlar dünyadaki diğer radikal sağ partilerin ve grupların düzenlediği küresel konferanslara katılıyor, orada hem bu grupları cesaretlendiriyor hem de bu grupların İsrail üzerinden kendi şovenizmlerini aklama fırsatı bulmalarını sağlıyor. İsrail’in bu faşist eğilimleri normalleştirmesi, dünya genelinde radikal sağın yükselişine katkıda bulunuyor. Her normalleşen adımla, her verilen karşılıklı destekle tüm dünya karanlığa savruluyor, çünkü her normalleşme hamlesi, faşizmi ve otoriterliği sıradanlaştırarak daha geniş çaplı kabul görmesine yol açıyor.
Bu genişleyen karanlık sadece tüm dünyanın siyasi iklimini karartmıyor. Bir yandan gayet kişisel olarak Türkiye’deki insanların, kimlik fark etmeksizin güvenliğini de tehdit ediyor. Türkiye, İsrail’in bu yayılmacı ve radikal politikalarının doğrudan etkisi altında. Hem göç dalgaları hem de mezhepçi çatışmalar Türkiye’nin iç dengelerini tehdit ediyor. Ancak her koldan hizalanan ve hatta birçoğu vatanseverlik naraları atan tipler bunu görmekten aciz, maalesef milliyetçilik kisvesi altında bu gruplar, aslında kendi ülke güvenliklerini riske atıyorlar.
Bölgede her kaosa sürüklenen ülkeyle birlikte Türkiye’ye göç akımları hızlanıyor, Türkiye iç çatışmalara daha da müsait hale gelecek karmakarışık bir kalabalık içinde debelenme riski taşıyor. Bu göç akımları, Türkiye’nin demografik yapısında ani ve derin değişikliklere yol açarken, sosyal uyumu da tehdit ediyor. Ülkede daha önce görülmemiş toplumsal gerginlikler doğabilir. Buna bir de İran’ın kaosa sürüklenmesiyle yaşanabilecek göçlerle mezhepçi bir eksenin girme riski var. ABD ve İsrail’in fırsat bulsa kaosa sürüklemekten memnuniyet duyacağı İran’dan gelecek bir göç dalgası, Türkiye’deki mevcut mezhep gerilimlerini daha da keskinleştirebilir ve bu gerilimler, sosyal huzuru tehdit eden ciddi bir faktöre dönüşebilir.
Bir yandan, kullanışlı aparat görülen sahte solcu özde sağcı bir Kürtçü klik bu gelişmelerden kendisine bölgede alan açılır diye medet umuyor. Bu Kürtçü klik, kendi çıkarları doğrultusunda bölgedeki kaostan fayda sağlamaya çalışıyor; insanlık dramını ise bir fırsat olarak görüyor. Bu grupların, bölgede yaşanan zulümleri görmezden gelip kendi menfaatleri için bu durumu kullanmaları, büyük bir ikiyüzlülüğü ortaya koyuyor. Günümüzün yaşanan en büyük insanlık faciasını göz ardı edip, sonra da kendisine gelince en büyük adalet savunucusu pozu kesenlerin maskesi düşüyor. Adalet söylemleri, bu grupların çıkarlarıyla örtüştüğünde kullanılabilir hale geliyor, aksi takdirde göz ardı ediliyor. Bazıları tarafından üstü örtülü, bazıları tarafındansa basbayağı üstü açık şekilde “Filistinlilerden bize ne, Arapların bize ne hayrı dokunmuş, İsrail’le birlikte olalım” deniyor. Ne kadar ironiktir ki sağcı Türkçü grupların bir kısmı ile bu sağcı Kürtçü gruplar tamamen aynı lafı söyleyerek Filistin’den kendilerini uzaklaştırmak istiyorlar, bir yandan da birbirlerini düşman belliyorlar. İki sözde büyük hasım gözüken grup içerisindeki birçok kişi aynı soykırım yürüten ülkeye yanaşmaya aynı anda razı gözüküyor.
Tüm bu dinamikler sadece tüm dünyayı daha karanlık bir iklime sürüklemiyor, bir yandan biz dahil her yerde insanların güvenliğini ve huzur içinde bir arada yaşayabilme ihtimalini tehdit ediyor. Yayılmacı politikaların tek etkisi hükümetler arasında düşmanlıklar yaratması da değil. Asıl büyük sorun halklar arasında, hatta aynı ülke içerisindeki halklar arasındaki düşmanlıkları derinleştirmesi. Türkiye de bu dinamikler karşısında, birçok kişi fark etmese de, toplumsal huzurunu ve barışını yitirme riskiyle karşı karşıya. Yaşananlar Türkiye’nin de bizzat güvenlik risklerini genişletiyor, çünkü bu bölgesel kaos, İsrail’in Lübnan’a ve ötesine ilerlemesi ihtimali, Türkiye’yi daha kırılgan ve savunmasız bir noktaya itiyor. Her yeni kriz, Türkiye’yi bölgesel çatışmaların içine daha da çekiyor. Bunu görüp ellerini ovuşturan çok, ve bu sürecin bir parçası olmak isteyen gruplar, kendi çıkarları uğruna kaosu daha da derinleştiriyor.
Bu noktada şunu sormalıyız: Tüm bu olup biteni mazur görüp, bu politikaları sıradanlaştırmak neden bu kadar büyük bir tehlike? Bu basit soruya yanıt, karmaşık bir gerçeklikle karşı karşıya kaldığımızda apaçık ortaya çıkıyor. Çeşitli ideolojik gruplar, İsrail’in saldırgan politikalarını, milliyetçilik ve mezhepçilik kisvesi altında kendi çıkarlarına hizmet eden bir çerçeveye oturturken, aslında aynı zehirli kaynağı besliyorlar: İsrail’deki şovenist ve dinci motivasyonlarla Türkiye’deki şovenist ve mezhepçi unsurların bu kadar benzer olması, sadece bir tesadüf değil. Bu gruplar, farklı cephelerde olsa da, dünyayı karanlığa sürükleyen aynı faşizan eğilimleri güçlendiriyorlar.
Şovenist milliyetçi retorikler altında ‘vatansever’ gözüken ırkçı Türkler, mezhepçi dinciler ve sağcı Kürtçüler aslında aynı körlüğe teslim olmuş durumda. Kendi dar çıkarlarını koruma adına, bu gruplar Türkiye’yi ve dünyayı daha büyük güvenlik tehditlerine açık hale getiriyorlar. Aynı şekilde, Filistin meselesine gelince susan ve adalet naraları atan sahte solcu Kürtçü klik de kendi ikiyüzlülüğüyle bu döngüye katkı sağlıyor. Bu körleşmiş gruplar, birbirlerine ideolojik olarak zıt görünse de, aslında hepsi aynı aşırı sağ, faşizan ve yayılmacı eğilimleri besliyorlar. Ve bulundukları her yerde toplum içerisindeki çatışmacı dinamikleri güçlendirmeye hizmet ediyorlar.
Bu nedenle, bu meselelere basit gözle bakmak, olayları sığ bir çerçevede değerlendirmek büyük bir tehlike. Bu derin bağ kavranılamazsa, bizi ve tüm dünyayı bekleyen tehlikelere karşı daha da körleşme riski taşıyoruz. Radikal sağın farklı veçhelerinin, şovenist milliyetçiliğin veya radikal dinciliğin dünyaya oluşturduğu tehditlerin farkına varmak için de çok uzaklara gitmek gerekmiyor. Türkiye’ye baktığımızda da ırkçı eğilimlere sahip radikal sağcı Türkler, mezhepçi dürtüleri sürekli tetiklenen radikal dinci gruplar ve Kürtler arasında kendisini sol gösterip sağ vuran Kürtçü klikler arasındaki bu tehlikeli örtüşme de bir toplumun nasıl ateş çemberine atılabileceğinin somut bir göstergesi. Bu gruplar tabii ki de açık bir “işbirliği” yapmıyorlar, ancak bu tarz grupların yaşananlara olan yaklaşımları (sadece Türkiye’de değil) toplumların birliğini ve insanlığın huzurunu dinamitlemeyi hedefleyin dinamikleri besliyor. Birbirlerinin düşmanı olabilecek gruplar da günün sonunda aynı emele hizmet edebiliyor farkında bile varmadan. Ve bunları kullanarak toplumları kendi çıkarları için birbirine düşürmek isteyen çok fazla oluşum sırada bekliyor. Huzurun, sulhun ve bir arada yaşam sürdürmenin erdemini, bizleri parçalayabilecek ve büyük insanlık dramlarına sebep olabilecek çatışma dinamiklerini beslemeye tercih etmemiz gereken bir yol ayrımındayız.
Bu politik körlüğü besleyen herkes, farkında olmadan dünyayı daha büyük bir karanlığa sürüklüyor. İsrail’deki şovenist milliyetçilik ve dinci fanatizmin dünyaya yaydığı bu karanlık, Türkiye’deki benzer grupların körü körüne sarıldığı ideolojilerle birleşiyor. Bu tehlikeli örtüşme, sadece bölgesel değil, küresel bir tehdidi temsil ediyor ve bunun farkında olmadan bu süreçlere destek vermek, uzun vadede dünya için çok daha büyük felaketlere yol açacak. Aklın uykuya yattığı ve canavarlar türediği bu dünyada, kritik bir yol ayrımında olduğumuz günlerde, bu politik dürtüleri beslemek yerine başka bir yol seçmemiz gerekiyor. Beraber yaşamı savunan, ayrıştırıcı ve insandışılaştırıcı söylemleri reddeden, insanlar arası eşitsizliği savunan yaklaşıma karşı eşitliği koyan, vatanseverliği hamasi sloganlara hapsetmek yerine milletin birliğinin ve beraberliğinin bu yaklaşımla sağlanabileceğini görebilen, ekonomik ve siyasi toplumsal adaleti hedefleyen halkçı bir yolu seçmemiz ve şovenist dinci yayılmacılığa karşı durmamız gerekiyor.