GündemToplum ve Siyaset

Döngüler -Nil Hanedan

Sizce bu döngü yarın kırılacak mı?

Çünkü biliyorum, hiç kimse kendini gerçekten güvende hissetmediği hiçbir denklemde bulunmaz. Ne dersiniz, sizce o döngü gerçekten kırıldı mı? İnsanlar güvende hissetmemelerine rağmen Millet İttifakı’na oy verecek mi? Tek başına Kılıçdaroğlu’nun varlığı, tüm bu insanların güven duymalarına yeter mi? Sence ülkemizin beyaz kibirden yapılma bu vitrin sekülerleri, hayatın öğretmeye çalıştığı o narsistik kırılmayı yaşadı mı?

Merhaba, seçim öncesi toplum tarafından çok da kayda değmeyen kritik bir sorun üzerine kalem oynatmaya geldim. Bu yazıda bilimsel değerlendirmeler, anketler, veriler, parti ve seçmen istatistikleri, yıllara göre dağılımlar ve ne oldu bittilere yer vermeyeceğim. Aksine “ne, neden olamadı” sorusu üzerine sosyo-psikolojik, biraz daha havalı olsun dersek sosyo-siyasi birtakım mülahazalarda bulunacağım. Bu tabii ki az önce saydığım istatistik merkezli yazıları değersizleştirmiyor, bana kalırsa onlar biraz nicel çalışmalar. Nicel çalışmalar genelde sonuçlarla ilgilenir, nitel sorular ise süreçte olup bitenlerle. Halihazırda nicel kısımda ilgilenen arkadaşlarımız olduğundan ben de nitel bir uçtan sürece ayna tutmak istedim. Sorum şu; Erdoğan girdiği hiçbir seçimi kaybetmedi, kendisi ve partisi ne yaparsa yapsın ona oy veren kesim ondan vazgeçemedi, mahalleden şahit olduğum için iyi biliyorum; birçoğu Erdoğan ve takım arkadaşlarının siyasi performansından rahatsız hatta karşı çıkıp ağır bir muhalefet yapmasına rağmen sandıkta yine Erdoğan’ı destekledi, neden?

Şimdi hayatlarınızda yaşadığınız bir döngüyü düşünmenizi rica ediyorum, vardır ya hani bir döngüye hapsolursunuz ve ne yaparsanız yapın o döngü tekrar eder ve “ben bu döngüden neden çıkamıyorum” diye yalpalarsınız. İşte onlardan birini düşünerek okumaya devam edin.

Hayat en iyi mürebbiyedir, bize öğreteceği ve öğrenmemizi istediği bir şey varsa eğer; zaman zaman şefkatle zaman zaman da hırpalayarak öğretmeye çalışır ve biz öğrenene kadar peşimizi bırakmaz. Eğer öğretmek istediği şeyi ilkinde idrak edemezsek; farklı bir zamanda, farklı bir mekânda, farklı insanlar ve farklı şartlarda yine karşımıza çıkarır. İlkinde kuvvetle muhtemel hayatın bize bir şey öğretmeye çalıştığını anlamıyoruz, bir şey yaşadık, sevdiklerimizle bazı sorunlar tecrübe ettik, çözdük ya da çözemedik, bedeli ağır oldu ya da olmadı fark etmez, ilk seferde genellikle öğrenmemiz gereken o dersi sadece bir yaşantı şeklinde deneyimliyoruz. Yani öğrenmemiz gereken şeyi ilk gördüğümüzde tanımıyoruz ve bu çok normal.

Aynı ders bu defa farklı insanlar ve farklı bağlamlarda karşımıza çıkıyor. Genelde bu sorunla ikinci ya da üçüncü karşılaşmamızda, kendine ve ne yaşadığına dikkat eden akıl sahibi her insan şunu düşünür: “Bunu geçen defa da yaşamıştım, yine aynı sorunla karşılaştım, Ahmet de bana bu cümleyi kurmuştu, Ayşe de bu takdirde kırıldığını söylemişti, o olayı yaşarken de kendimde aynı böyle bir huzursuzluk hissetmiştim…” Bu noktada birey, artık benliğinde bir değişim yaratacak o muhtemel döngünün farkına varmış demektir, “Hayat bana bir şey öğretmeye çalışıyor, bu döngüyü dört defa yaşadım, hepsinde insanlar farklıydı, bağlamlar farklıydı ama ortaya çıkan sorun ve sonuç hep aynıydı. Tüm bu deneyimlerin tek ortak noktası benim, demek ki değişmesi gereken, bir yerde hata yapan benim. Burada her ne olup bitiyorsa benim anlayamadığım bir şey var, muhtemelen kendimi korumak için narsistik paternim işliyor ve benim gözümü kör ediyor, haliyle ben adil ve objektif bir şekilde süreci değerlendirip kendimden kaynaklanan o sorunu göremiyorum.”

Bu yazıyı bireysel döngü paradokslarımızdan bu aralar hiç sıkılmadığınız siyasi meselelere getireceğim merak etmeyin ama önce döngü paradoksumuzu ilmek ilmek işlemeye devam etmemiz gerekiyor.

Yukarıda bahsettiğim evre, insanın aynayı kendine tutabildiği nadir görülen bir evredir. Eğer birey aynayı kendisine tutmaya başladıysa, geçmişte yaşadığı döngüler üzerine düşünür ve de yeterince erdemli bir yetişkinse kendisindeki o pıhtıyı bulur. Bunun için belki bir döngü daha yaşaması gerekecektir ama olsun, bu defa ne yaşadığının farkında olarak deneyimlediği için bu son tecrübesi, döngünün kırıldığı yer olur çünkü sorun her neyse tecrübe ederek fark etmeye çalışır. Canlı canlı ameliyat olmak gibi bir evredir bu; acısı büyüktür, yüzleşmesi ağırdır, kan kaybı çoktur, döngünün büyüklüğüne göre depresyonu şiddetlidir ve tüm bunlara bağlı olarak enkazı korkunçtur. Zaten bu kadar korkunç olduğu için egomuz bir savunma mekanizması geliştirip bizi o döngüdeki almamız gereken dersten uzak tutar. Tabiri caizdir; “Sen eğer bu yüzleşmeyi yaşarsan biz çok sarsılırız, bazı faydalarımızı kaybederiz ve yerine yenilerini koyamayabiliriz.” der ego. Kısacası her döngü, ardında büyük narsistik kırılmalar saklar. Sağlıklı olan; bir döngüye girdiğini fark ettiğin an nasıl bir narsistik patern işlettiğini bulmaktır. Demek ki hayat seni o konuda örselemek istiyor, demek ki o konuda dengeli değilsin, demek ki bencillik gösterip birilerine zarar verebiliyorsun… Şu raddeden sonra yapılması gereken tespit edilen narsistik paterni kırmak, tedavi etmek ve ötekimize zarar vermeyecek kadar dengeli bir hale getirmektir. Bu tedavi süreci kişiden kişiye değişir, günler de sürebilir yıllar da ve hatta bu süreçte yine o döngülere defalarca girilebilir. Hayat, bireye o narsistik kırılmayı yaşatmadan peşini bırakmaz, dedik ya hayat en iyi mürebbiyedir diye.

Şimdi buraya kadar yazdıklarımızda, bu döngüler karşısında olağan ve sağlıklı vaziyet alabilen, değişebilen ve ne yaşadığı üzerine düşünebildiği bir muhakeme gücüne sahip olabilen insanları merkeze aldık. Büyük ve kronik sorunlar genellikle bu insanlardan çıkmaz, evet sorun çıkar fakat o sorunlar kronik bir hal almaz; akut olur, zamanla iyileştirilir. Şimdi gelelim bu döngünün hakkını veremeyip kronik bir şekilde hem kendisi hem de hayat için sorun olmaya devam eden narsist versiyonlara…

Onarılmaz narsistler, hayatın kendisine bir şey öğrettiği ihtimalini içten içe reddeder, onlar her şeyin en iyisini bilir ve her şeyin en iyisine layıktır çünkü. İnsanların ve hayatın onu terbiye etmesi söz konusu olamaz, her ne olup bitiyorsa tek suçlu ötekidir; yani hayat ve insanlardır. Hayat ona sürekli aynı acıları yaşatıyordur, başına hep çok kötü şeyler geliyordur, hayatın ona merhameti yoktur, insanlar işi gücü bırakmış sürekli onu kırmak ve üzmek için uğraşıyordur, herkes bir olmuş sürekli ona işkence etmek için örgütlü bir proje geliştiriyordur, mütemadiyen haklı ve mağdurdur narsistimiz. “Ayşe bana bunu söyledi, Ali de bana aynı şeyi söyledi, sorun bende olabilir mi?” demek yerine “Ayşe’ye de yazıklar olsun Ali’ye de ikisi de beni kıskanıyor, bana zarar vermek istiyor.” şeklinde bir telkin mekanizması geliştirir. Bu arkadaş aynı döngüyü sittin sene yaşayacaktır, her defasında bir şeyleri tespit edip bundan sonra aynı hatayı yapmayacağını düşünür ama yine de yaşayacaktır çünkü hayatın arzuladığı o narsistik kırılmayı yaşamamıştır… Öğrendiğini zannettiği şeyler hep başkalarıyla ilgilidir, kendiyle ilgili olduğunda çözülecek bir sorunken sürekli başkalarına tuttuğu aynada iyileşme ihtimalini ıskalar durur.

Ben hayatım boyunca bu döngüler üzerine düşünüp narsistik kırılmalarımı yaşayacağım diye kan revan içinde kalmış biri olarak yazıyor ve bu olguyu çok iyi tanıyorum. Biri “bir döngünün içinde hissediyorum” der demez orada bitiyorum çünkü biliyorum o birinin yaşaması gereken narsistik bir kırılma var ve ben bu konuda şayet şartlar elverişliyse ona ayna tutabilmeliyim.

Bu yazıyla da bir ayna tutmak istiyorum, ülkecek hapsolduğumuz bu döngüye bir de bu açıdan bakalım istiyorum. Biliyorum çok haklısınız, biliyorum en iyi, en eğitimli, en asil, en entelektüel, en ahlaklı, en idealist ve en ilkeli olan sizlersiniz. Her seçimde Erdoğan’ı iktidara getirenler en kötü, en cahil, en varoş, en bilgisiz, en ahlaksız, en oportünist ve en ilkesiz olan insanlar. Böyle düşünüyorsanız o döngü paradoksumuzla karşılaştırmalı bir şekilde kalem oynatmaya devam edelim. Lütfen sinirlenmemeye, “offf başlıycam aynana, sen de onlar gibisin” diyerek egonuzun narsistik paterninizi korumak için geliştirdiği o savunma mekanizmasına koşmadan önce okumaya devam edin, bir yoklayın bakalım içinizde bir yerde ülkenin yarısının varlığına karşı tarifi mümkün bir hor görme zerresi kalmış mı? Hor görmek biraz politik doğrucu doktrine ters bir söylem oldu. Şöyle sorayım; ülkenin yarısını hoş görmeye devam ediyor musunuz?

Hoşgörü kelimesi çok tuzak bir bagaja sahip. Hoş gören genelde üst akıldır, mazur görendir, hoş görüleni tanımlayan ve yerli yerine koyarak ondan gelecek her şeyi kontrol edendir. Dedik ya üst akıldır, üst akıl olmak default kuşatıcı olmayı gerektirir ve alt akıl olarak tanımlanan tüm aktörleri kuşatabilmeyi beraberinde getirir. İşte ben bu hoşgörünün döngünün kırılmasını engelleyen nirengi noktası olduğuna inanıyorum. Bu yazıyı da o yüzden yazdım. “Sen kim oluyorsun da beni hoş görme hakkını kendinde görüyorsun? Senin deden şehre benimkinden önce geldi diye mi bu haklılığın? Ülkenin yarısını kendinle denk görmeyip tüm ülkenin, kültürün ve tarihin hakimi nasıl olabiliyorsun? Ben de buradayım, beni yok sayamayacağını öğrendin, şimdi beni hoş gören o üst akıl olmadığını da öğren.” Aynada bunlar yazıyor, bu yüzden Erdoğan her “Sen kimsin ya?” dediğinde ülkenin yarısında yankı bulabiliyor.

Yılardır Erdoğan’ın karşısında konumlanan herkes, çok haklı bir şekilde başladığı kaybetme serencamında seçim seçim örselendi. “Neden kazanamıyoruz” sorusunu sormaya başladı, kimileri kendince bulduğu sebepler ekseninde bakış açısını değiştirebildi. Ülkenin geri kalanını tanımaya ve anlamaya çalıştı, onlarla aynı masaya oturdu, ailelerini ve hayatlarını öğrendi, onların da saygın ve kendisinin verdiği makul, ahlaklı ve başarılı bir insan olma mücadelesini kendi parametrelerinde vermekte olduğuyla yüzleşti, değişmesi gerekti ve değişti. Çok haklı başladığı bu sınıfsal kırılmada dengeli bir çizgiye gelmeyi başardı. Böyle devinen her bir kimseye müteşekkirim. Açıkçası onların hatırına sipere çekilmiyorum, birlikte hem rakı masasına hem çay sohbetine düşebildiğimiz ve masada ne içilirse içilsin ne konuşulursa konuşulsun, insan olarak birbirimize duyabildiğimiz saygının hatırına, yorgunluktan ölsem de sipere çekilmiyorum. Hakkaniyetli bir değişim süreci yaşamış ve ötekisini tanıdıkça paşa dedesinden miras kalan haklılıklarını örselemiş olması, yazının başından beri yazdığım narsistik kırılmanın en güzel örneği.

Şimdi bu örnektekiler gibi değişemeyenlere ayna tutalım. Onlar, ilk kayıplarda döngünün fark edilmediği performansları sergilediler. Neden kaybediyoruz sorusunu ortalama üçüncü hezimetten sonra sorabilmeyi kabullendiler. Bu kabullenişte politik doğrucu evrensel mobingin ve palazlanarak güçlenen karşı tarafın payı vardı şüphesiz. Kabullenip değişmek kendi iradelerinin bir sonucu değil, maruz kaldıkları şartların bir gereği olarak şekillendi. Evet kabullenmek zorunda kaldılar ve içlerindeki değişebilenler, neden kazanamadıklarına dair hakkaniyetli ayna tutmaya başladı. Her ne şekilde olursa olsun, kazanabilmek ve değişebilmek için kabullenmek zorunda olduklarını idrak ettiler. Bundan sonraki süreç, yazının başında da anlattığımız üzere aynayı kendine tuttuğu narsistik kırılmayı gerektiriyordu. Bu kırılma herkesin sadece kendi eliyle yaşayabileceği bir deneyim, ikinci bir kişinin asla ve asla etkisi olamaz. Sosyoloji iki kişinin olduğu yerde toplumu başlatır, ikinci bir kişinin olduğu yerde narsistik arzular değil, süperegosal kolektif kabuller masaya oturur. Yani narsistik kırılma yaşamamışsa bile makbul olan hoşgörü masaya oturur. Bugün şartlar, hakim söylemi bu hoşgörüye bıraktı. Bir arada olmak zorundayız, aynı masada oturmak zorundayız, başka türlü Erdoğan karşısında seçim kazanmıyoruz, tüm bunlar herkes tarafından seve seve kabullenildi. Peki buna rağmen neden kazanamadık?

Ekonomi aldı başını gitti, bir gün geçmiyor ki siyasal yönetim tarafından canımızı sıkan bir hadise yaşanmasın, herkes inim inim inliyor ama buna rağmen neden Erdoğan kaybetmiyor?

Halk, her ne kadar spesifik muhalefetler yapsa da sandığa gittiğinde oyunu yapısal kolonlara bakarak verir. Bunlardan biri yerlilik ve millîliktir; muhalefet yerli ve millîyse tamamdır, bu yapısal kolonu hallettik. Fakat bana göre bundan bile daha önemli olan yapısal bir dinamik var; var oluşunun görülmesi.

İnsanın hayattaki en büyük idesi güvenlik arayışıdır. Dinler de bu yüzden vardır; kendimizi ontolojik olarak güvende hissetmek içindir. Şehirleri bu yüzden kurduk; vahşi doğadan ve tabiat olaylarından bir arada kalarak korunmak ve güvende hissedebilmek için. Tüm bu güven arayışının ardındaki en büyük dinamik varoluştur. Ben varım, beni gör ve birlikte güvende hissetmeyi sağlayalım. Bana kalırsa tüm insanlık hikayesinde olup biten her şeyin ardında yatan gerçek bu; var olduğunun görülmesi, tanınması ve ona güvenlik alanı inşa edilmesi…  Bir insan bunu hissetmediği hiçbir denklemde durmaz, bunu vadeden her kimse, ona hakkıyla inanmadığında da o denklemde durmaz.

Şimdi yazının başındaki “ne, neden olmadı?” sorusuna dönelim. Daha önceki yazılarımı okuyanlar bilir; ben iki mahallenin ortasına kamp kurmuş, hangi mahalleden misafir ağırlarsa masayı ona göre kuran biriyim. Seçimin arife gününde, size Fatih’teki arkadaşlarımın kaygılarını yazmak istedim çünkü belli ki yıllardır hayat tarafından cebren ve hile ile kırılmalar yaşadığımız o döngünün sonuna yaklaştık. Hepsi bu döngünün kırıldığına inanmak ve bu ihtimale bir şans vermek istiyor. Birçoğu “değişmediklerini biliyorum, köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyorlar, bize saygı duymadıklarını hissediyorum, bana güven vermiyorlar” demesine rağmen Millet İttifakı’nı destekleyeceğini söylüyor. Şimdi ben bir sosyolog gözüyle bu diyalogları dinlerken tedirgin hissediyorum. Çünkü biliyorum, hiç kimse kendini gerçekten güvende hissetmediği hiçbir denklemde bulunmaz. Ne dersiniz, sizce o döngü gerçekten kırıldı mı? İnsanlar güvende hissetmemelerine rağmen Millet İttifakı’na oy verecek mi? Tek başına Kılıçdaroğlu’nun varlığı, tüm bu insanların güven duymalarına yeter mi? Sence ülkemizin beyaz kibirden yapılma bu vitrin sekülerleri, hayatın öğretmeye çalıştığı o narsistik kırılmayı yaşadı mı?

Bunların cevabı bende yok, seçmen hayatımın en ön göremediğim seçimine gidiyorum. Hayatımda hiç bu kadar devasa bir kaygı hissetmemiştim çünkü iki cephenin ortasında olmanın manzarası her ne kadar güzelse de savaş anında muharebenin yapıldığı cenk meydanıdır aynı zamanda. Bir aydır uyku ilaçlarımın dozunu arttırdı doktorum, ona rağmen uyuyamıyor, uyuyakaldığımda ise kabuslarla uyanıyorum. Döngünün kırılmamış olma ihtimali beni çok korkutuyor. Şu an bu yazıyı okurken “aman her zamanki mağduriyet dili, sizin ben endişeli muhafazakarlığınıza tüküreyim, yeter bir bitmediniz, canımızı mı verelim…..” cümleleri geçmişse içinizden, Fatih’teki arkadaşlarımın korku ve kaygılarında ne kadar haklı olduğunun resmidir. Yarın oy kullanmaya giderken tek haklının ve en haklının siz olmadığınızı, herkesin kendi gerçekliğinde bir haklılığa sahip olduğunu unutmayın lütfen. Yazıyı döngünün kırılmış olma ihtimalini umarak sonlandırıyorum, okuduğunuz için teşekkür ederim.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu