Demokrasi ve SolToplum ve Siyaset

Karl Marx Nasıl Komünist Oldu?

Bruno Leipold yeni kaleme aldığı Karl Marx biyografisinde öznesini tarihsel bağlama oturtuyor. Jacobin’e anlattığına göre Marx, ütopyacı komünistlere ve özgürlük ile kapitalizmin uyuşmazlığını kavrayamayan cumhuriyetçilere karşı siyasi bir mücadele içerisindeydi.

Bu röportaj Jacobin’de yayımlanan Bruno Leipold röportajının Türkçe çevirisidir.

Karl Marx’ın çalışmalarını genellikle üç geleneğin etkilediği düşünülür: Alman felsefesi, Britanya ekonomi politiği ve Fransız sosyalizmi. İlginçtir ki, Marx’ın döneminde işçi sınıfının desteği için sosyalizmle rekabet eden bir ideoloji ve siyasi oluşum olan cumhuriyetçiliğin etkisine çok daha az vurgu yapılmıştır. Ancak son zamanlarda cumhuriyetçiliğin Marx’ın fikirlerini şekillendirmedeki rolünü vurgulamak için çeşitli çabalar sarf edilmiştir. Bunlar arasında Bruno Leipold’un yeni çıkan kitabı Yurttaş Marx: Cumhuriyetçilik ve Karl Marx’ın Sosyal ve Siyasi Düşüncesinin Oluşumu (Citizen Marx: Republicanism and the Formation of Karl Marx’s Social and Political Thought) yer almaktadır.

Leipold, Marx’ı kendi tarihsel bağlamına yerleştirmenin onun düşüncesinin karmaşıklığını ve günümüzdeki alaka düzeyini anlamak için elzem olduğunu savunuyor. Leipold, başlangıçta Marx’ın keyfi iktidarın yokluğu olarak tanımlanan cumhuriyetçi özgürlük kavramına bağlı olduğunu ve yurttaşların aktif halk egemenliğini kullandığı demokratik bir cumhuriyeti savunduğunu iddia etmektedir. Ancak zamanla cumhuriyetçi mirasının ana unsurlarını korumasına rağmen Marx komünizme yönelmiştir.

Leipold, Marx’ın düşüncesindeki bu gelişmeleri ve bunların sosyalistlerin hala kapitalist tahakkümün keyfiliğiyle şekillenen bir dünyada kurtuluş mücadelelerini nasıl anlamaları gerektiğine dair daha geniş anlamlarını tartışmak üzere Jacobin ile bir araya geldi.

HUGO DE CAMPS MORA: Kitabınızın adı “Yurttaş Marx: Cumhuriyetçilik ve Karl Marx’ın Sosyal ve Siyasal Düşüncesinin Oluşumu”. Kitabın içeriğine geçmeden önce, neden bu başlığı seçtiğinizi açıklayabilir misiniz?

BRUNO LEIPOLD: On dokuzuncu yüzyılda tüm radikaller birbirlerine “Yurttaş” sıfatıyla hitap ediyordu. Bunun Fransız Devrimi’ne kadar uzanan cumhuriyetçi bir arka planı vardır. Aslında bu aristokratik unvanların yerine eşitlikçi bir alternatiftir. Ancak on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru “Yurttaş”ın yerini “Yoldaş” almaya başlamıştır. Örneğin Uluslararası Emekçiler Komitesi’nin tüm zabıtlarında kendisinden Yurttaş Marx olarak bahsedilmektedir. Bana göre bu sosyalizmin unutulmuş cumhuriyetçi geçmişini yansıtıyor. Yani bu aslında sadece Yurttaş Kane’e bir gönderme değil, Marx’ın zamanındaki gerçek bir tarihsel pratiktir.

HUGO DE CAMPS MORA: Cumhuriyetçiliğin ve ona özgü özgürlük anlayışının Marx’ın çalışmasını anlamak için elzem olduğunu savunuyorsunuz. Cumhuriyetçilik terimi çeşitli biçimlerde kullanılmıştır, siz bu terimi argümanınızda nasıl kullanıyorsunuz?

BRUNO LEIPOLD: Gerçekten de cumhuriyetçi kelimesi çok çeşitli şekillerde kullanılmıştır. Bugün bu kavramı genellikle çağdaş terimlerle düşünüyoruz: Amerika’da genellikle Cumhuriyetçi Parti, İngiltere’de ise sadece monarşi karşıtlığı anlamına geliyor; Fransa’da ise sağ tarafından benimsenmiş durumda. Dolayısıyla çok çeşitli anlamları var. Açıkçası, bunların hepsi terimin eski anlamıyla ilgili ancak zaman içinde oldukça farklı anlamlar kazandı.

Benim için asıl önemli olan Marx’ın yazdığı ve siyasi olarak aktif olduğu dönemde cumhuriyetçiliğin ne anlama geldiğine geri dönmektir. Bu da tıpkı şu anda Muhafazakârlar, Liberaller ve Sosyalistler gibi Cumhuriyetçiliğin de yaşayan bir siyasi oluşum ve ideoloji olduğu anlamına gelmektedir. Cumhuriyetçilik, ki bu çok kolay unutulmaktadır, Marx’ın zamanında işçi sınıfı desteği için başlıca rakipti. Kitapta ortaya koymaya çalıştığım şey ise Marx’ın bu siyasi hareketten yararlandığı, öğrendiği ve aynı zamanda ona karşı çıktığı noktalar.

HUGO DE CAMPS MORA: Peki on dokuzuncu yüzyıl cumhuriyetçiliği neyi savunuyordu?

BRUNO LEIPOLD: En temelde cumhuriyetçiler demokrasi fikrine ilişkin belirli bir anlayışa sahiptiler. Erkeklere genel oy hakkı tanıyan ama bundan çok daha fazlasını taahhüt eden demokratik rejimler yaratmaya çalışıyorlardı. Gerçek bir aktif halk egemenliği kurmak için temsilciler üzerinde kapsamlı bir kontrol, yurttaşlardan oluşan bir kamu yönetimi istiyorlardı. Bu arada, on dokuzuncu yüzyıldaki liberallerin demokrasiye aynı şekilde bağlı olmadıkları sıklıkla unutulmaktadır; genel oy hakkını desteklememişler, bunun yerine oy verme gereklilikleri olarak mülkiyet ve eğitim niteliklerini ön plana çıkarmışlardır.

Cumhuriyetçiliğin bir diğer ayırt edici ve bu çeşitli taahhütleri birbirine bağlayan unsuru onların özgürlük anlayışıdır. Cumhuriyetçiler özgürlüğün keyfi gücün yokluğu anlamına geldiğine inanırlar. Yani üzerinizde size ve yaşamınıza istediği gibi müdahale etme gücüne sahip bir efendiniz olduğunda özgür değilsiniz demektir. Bu efendi iyiliksever olsa da ve çoğunlukla istediğinizi yapmanıza izin verse bile hala özgür değilsinizdir. Çünkü hala size hükmeden, hala üzerinizde kontrol edemediğiniz bir güce sahiptir. Bu da siyasi alanda geleneksel bir cumhuriyetçi endişe olan mutlak monarşinin eleştirilmesine yol açar. Ancak cumhuriyetçiler on dokuzuncu yüzyılda özgürlük anlayışlarını kapitalizm de dahil olmak üzere yeni ortaya çıkan keyfi güç veya tahakküm biçimlerini eleştirmek için de kullandılar.

Cumhuriyetçiler genel olarak kapitalizme karşı oldukça eleştireldir ve bu durum kolaylıkla unutulmaktadır. Kapitalist patronların işçilerini tahakküm altına almasına itiraz ediyorlardı. Ancak özel mülkiyeti ortadan kaldırmak yerine evrenselleştirmeye inandıkları için kapitalizm eleştirilerinde sosyalizmden ayrılırlar. Yani temelde küçük köylüleri, küçük zanaatkârları ve benzerlerini destekleyen bir ekonomi politiğe sahipler. O halde on dokuzuncu yüzyıl cumhuriyetçiliğinin geniş resmi demokrasiye bağlı, halkçı bir ekonomi politiği savunan ve özgürlük vizyonuyla bunları birbirine bağlayan bir ideolojidir.

HUGO DE CAMPS MORA: Marx’ın cumhuriyetçi toplumsal programın pek çok bölümüne katılmasına rağmen cumhuriyetçi değil sosyalist bir ekonomi politiği savunmaya karar verdiğinden bahsediyorsunuz. Marx neden küçük ölçekli bağımsız üreticilerin özel mülkiyetinin evrenselleştirilmesini desteklemedi?

BRUNO LEIPOLD: Marx başlangıçta küçük ölçekli bağımsız üreticilerin özel mülkiyetinin evrenselleştirilmesi fikrini küçük burjuvaca bir ideal olarak reddeder. Ancak daha sonra, Kapital’de, William Clare Roberts’ın da belirttiği gibi bu konuya daha sempatik yaklaşır. Bu belki de Uluslararası Emekçiler Birliği’ndeki zanaatkârlarla doğrudan ilişkisinden kaynaklanmaktadır. O dönemde cumhuriyetçiliğin popülerliği göz önüne alındığında, Marx’ın retorik stratejisi bu idealin gerçekten bireysel bağımsızlık sağladığı için ne kadar çekici olduğunu göstererek başlamaktır.

Daha sonra, ne kadar çekici olursa olsun, kapitalist sanayinin ilerlemesiyle bu idealin buldozerle bir kenara atılacağını ileri sürmektedir. Marx’ın cumhuriyetçi ekonomi politiğe karşı ileri sürdüğü argüman, özgürlüğü tesis etme girişiminin piyasa zorunluluklarının gerçekleriyle çatışacağıdır; yani zanaatkârların giderek daha fazla yapamadığı, büyük ölçekli endüstrinin ve onun proleter işgücünün verimliliğinin onların yerini aldığı mümkün olduğunca ucuza üretme zorunluluğu. Bu nedenle Marx özgürlüğün ancak farklı bir ekonomi politik ile sağlanabileceğine inanır. Üretim araçlarının ortak mülkiyetine, işçi kooperatiflerine ve ekonominin demokratik planlamasına dayanan bir ekonomi politik.

HUGO DE CAMPS MORA: Amerikalı tarihsel sosyolog Robert Brenner’ın “dikey” (vertical) ilişkiler kavramı ya da filozof Soren Mau’nun “sessiz zorlaması” (mute compulsion) gibi Marksist açıklamaları yineleyerek kapitalistlerin bile piyasa güçlerine uymak zorunda olduğunu savunuyorsunuz. Sizce piyasa kanunlarının herkese hâkim olduğunu vurgulamak neden bu kadar önemli?

BRUNO LEIPOLD: Marx’ın ekonomi politik eleştirisinin bir parçası olarak bunu vurgulamak benim için büyük bir önem taşıyor. Kapitalizm eleştirimizi sadece bireysel keyfilikle sınırlayamayacağımızı anlamamız önemli. Elbette Marx, kapitalist işverenlerin tek tek işçileri tahakküm altına aldığı ve onları işyerinde her türlü korkunç keyfi müdahaleye maruz bıraktığı fikri hakkında kapsamlı bir şekilde yazmıştı. Bu, işçilerin kapitalizmde neden özgür olmadıklarına dair hikâyenin bir kısmını anlamak için kesinlikle çok hayati bir yoldur. Bu da Marx’ın Cumhuriyetçilerle paylaştığı bir şeydir. Ancak Marx bunun ötesine geçmemiz gerektiğinde de ısrar etmiştir.

Kapitalizmde tahakküm aynı zamanda kişisel olmayan ya da soyut bir fikirdir; tüm toplumun piyasa zorunlulukları tarafından tahakküm altına alınmasıdır. Bu da tek bir kişiye ya da tek bir kapitaliste indirgenemez. İşte bu yüzden, Marx’ın analizinde, iyi yürekli ve işçilerine iyi ödeme yapmak isteyebilecek iyi niyetli kapitalistler bile piyasa tarafından işlerinden olacakları için bunu yapmaya zorlanırlar. Bu piyasa tahakkümü fikri, işyerimizdeki bireysel ilişkilerden daha derin bir tahakküm düzeyini yakalamayı amaçlamaktadır. Ve daima iki tahakküm biçimi arasındaki etkileşimi anlamaya çalışmamız gerekir.

HUGO DE CAMPS MORA: Kitabınızda da açıkladığınız gibi, Marx’ın en çok öne çıkan biyografileri onu on dokuzuncu yüzyıla yerleştirerek ilgisini yalnızca o dönemle sınırlandırdığı izlenimini veriyor. Buna karşılık, siz kitabınızın “Marx’ın düşüncesinin tarihsel bağlamı içinde incelenmesinden kazanılacak çok şeyin olduğunu düşünen bir ruh” ile yazıldığını savunuyorsunuz. Marx’ın çalışmalarını tarihsel bir perspektiften incelemenin neden aydınlatıcı olabileceğini düşünüyorsunuz?

BRUNO LEIPOLD: Genellikle siyasi düşünce tarihi alanında çalışma yaparken düşünürleri kendi bağlamlarına yerleştirmenin merkezi bir öneme sahip olduğuna inanıyorum. Bana göre bu yaklaşım o dönemde içinde bulundukları siyasi tartışmaları yeniden inşa etmek ve ne gibi müdahalelerde bulunmaya çalıştıklarını görmek anlamına geliyor. Ve bu işi Marx ile yapmanın özel bir yararı var. Bildiğimiz gibi Marx, belki de diğer sözüm ona kanonik düşünürlerin hepsinden çok daha fazla şekilde birçok katmanlı, taraflı yanlış temsillere maruz kalmıştır. Marx’ın durumunda bağlamsalcı bir yaklaşımın yapabileceği şey bu yanlış yorumlama katmanlarının bazılarından sıyrılmasına yardımcı olmak ve yazdığı dönemde ne yapmaya çalışmış olabileceğine geri dönmeye çalışmaktır.

Maalesef yakın tarihli bazı Marx biyografileri, Marx’ı bağlamsallaştırmanın onu depolitize etmenin bir yolu olduğuna dair bir bakış açısıyla yazılmıştır. Gareth Stedman Jones’un ve Jonathan Sperber’in biyografilerinin bazı gerçek değerleri var ancak Marx’ı kendi bağlamına geri koyarsak onu bir şekilde tarihe geri yerleştireceğimize inanıyor gibi görünüyorlar. Aksine, bağlamsalcılığın Marx’ın sadece soyut felsefi tartışmalarla meşgul olmadığını, siyasi rakipleri, siyasi müttefikleri olan ve metinleriyle insanları fikirlerine çekmeye çalışan siyasi bir aktör olarak canlandırabileceğini düşünüyorum. O dönemde yaşayan diğer insanların kim olduğunu ve neyi savunduklarını anlamadan Marx’ın ne yapmaya çalıştığını tam olarak anlayabileceğimizi sanmıyorum.

HUGO DE CAMPS MORA: Marx’ın çalışmalarının üç farklı evrede sınıflandırılabileceğini ve bu evrelerin Marx’ın kendi döneminin cumhuriyetçi geleneğiyle ilişkilenme biçimine göre ayrıldığını iddia ediyorsunuz. Bunların hangileri olduğunu kısaca açıklayabilir misiniz?

BRUNO LEIPOLD: Evet, ilk aşama Marx’ın en erken siyasi uğraşını temsil ediyor. Bu, Prusya’nın bir parçası olan Rhineland’da gazete editörü olduğu zamandır. Her ne kadar bu dönemde sıklıkla bir liberal olarak yorumlansa da bunun kısmen bazı yorumcuların liberalleri cumhuriyetçilerden net bir şekilde ayırt etmelerini sağlayacak tarihsel bağlamla doğru bir şekilde ilgilenmemiş olmalarından kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü bu noktada onun oldukça karmaşık bir siyasi stratejiye sahip olduğunu kabul etmiyorlar.

O dönemde var olan siyasi baskının bir sonucu olarak Marx dışarıya karşı cumhuriyetçi ve radikal olamazdı. Kendini kamusal alanda söylenebileceklerle sınırlamak zorunda kaldı. Yine de onun cumhuriyetçi bağlılıkları kamuya açık gazeteciliğinde (ve özellikle yayımlanmamış özel yazılarında) göze çarpmaktadır. Bunların arasında ister Prusya hükümdarı, ister seçkin Prusya bürokratları, isterse de basın sansürcüleri olsun, keyfi iktidarla ilgili genel bir endişe yer almaktadır.

Daha sonra 1844 yılı civarında bu cumhuriyetçi pozisyondan yavaş yavaş komünizme nasıl yöneldiğine bakıyorum. Marx’ın komünizme dönüşünün var olan komünizme bir dönüş olmadığını vurgulamak benim için önemli; zira komünizm o dönemde son derece anti-politiktir. Marx’ın yaptığı şey cumhuriyetçi mirasını- yani siyasete ve demokrasiye olan bağlılığını – komünizmine dahil etmektir. Daha sonra da zaten bir tür cumhuriyetçi komünizm olduğunu söyleyebileceğim şeyi kuruyor. Ancak aynı zamanda bu dönemde, daha radikal siyasi fikirlerinden bazılarının kaybolduğunu da iddia edebilirim. Esasen temsil ve kamu yönetimine yönelik erken dönem eleştirilerinden bazıları ilk yazılarındaki kadar belirgin değildir. Ancak Paris Komünü‘ne cevaben ortaya çıkan üçüncü dönemde, bu erken dönem radikal cumhuriyetçi bağlılıkların geri geldiğini ve bunların Marx’ın sosyal cumhuriyet olarak adlandırdığı şeyin önemli parçaları haline geldiğini düşünüyorum. İşte bu halkın kendi hükümeti ve kamu yönetimi üzerinde kapsamlı bir kontrol ve katılıma sahip olduğu bir cumhuriyettir. Marx, bu siyasi kurumların toplumsal dönüşüm için kesinlikle gerekli olduğunu düşünür. Benim görüşüme göre, bu son aşama onun cumhuriyetçiliğinin ve sosyalizminin kapsamlı bir sentezidir.

HUGO DE CAMPS MORA: Marx’ın çalışmalarında siyasetin ve siyasi kurumların önemini vurgulamakta ısrar etseniz de onun birçok kez “siyaset karşıtı” bir düşünür olarak sunulduğu doğrudur.

BRUNO LEIPOLD: Marx’ın siyasi olmadığı yönündeki eleştiri beni en çok hayal kırıklığına uğratan eleştirilerden biri çünkü Marx’ın çalışmalarıyla çok sınırlı bir ilişkiye ya da bağlamını anlamamaya dayanıyor. Marx’ın, örneğin 1848 devrimlerine giden yolda yapmaya çalıştığı şeyin, kendi döneminde var olan egemen anti-politik sosyalizm biçimlerine karşı çıkmak olduğu son derece açıktır.

Bu kişiler, kelimenin tam anlamıyla, bir devrimde işçilerin cumhuriyeti desteklemek için ortaya çıkmaması gerektiğini savundular. Bu arada şu noktayı da vurgulamak isterim: Marx’ın zamanında sosyalizmin ne kadar anti-politik olduğunu bugün gerçekten bilmiyoruz. O dönemde pek çok sosyalist, cumhuriyetin monarşi kadar işe yaramaz olduğunu ve bir şekilde insanlara sosyalizmi barışçıl bir şekilde yaymaları için ilham verecek çeşitli komüniteryen deneyler yapmamız gerektiğini düşünüyordu. Marx bunu çılgınca ve tehlikeli buluyordu. Bu anti-politik unsurlara karşı çıkmak onun en büyük katkılarından biridir. Bu nedenle, çalışmalarının o tarihsellik içinde yeniden inşasını gerçekleştirdikten sonra Marx’ın anti-politik bir düşünür olarak görülemeyeceği bana çok açık geliyor.

HUGO DE CAMPS MORA: Marx’ın komünist bir toplumda siyasetin rolünün sona ereceğine inandığı da ileri sürülmüştür.

BRUNO LEIPOLD: Bu, kitabın en sonunda ele aldığım bir karmaşıklık. Bence Marx’ın siyaset karşıtı olduğuna dair ileri sürebileceğiniz en iyi iddia gelecekteki komünist bir toplumda siyasetin ve devletin ortadan kalkacağı fikridir. Bunun en iyi ihtimal olduğunu düşünsem de yine de yanlış olduğunu söyleyebilirim. Bence bu yanlış çünkü devletin ortadan kalkması ile siyaseti birbirinden ayırmamız gerekiyor. Marx’ın devletin ortadan kalkacağını söylediği aşikâr, ancak bu, geniş anlamda ortak meseleler hakkında yetkili karar verme mekanizması olarak tanımlayabileceğimiz siyasetin ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor. Marx’ın bunun ortadan kalkacağını düşündüğünü gösteren herhangi bir kanıt göremiyorum.

Her halükarda buna inanmak oldukça absürt bir şey olurdu. Komünist bir toplumda siyasetin devam edeceğine ve etmesi gerektiğine inanmak için çok güçlü cumhuriyetçi nedenler vardır. Bunlar içerisinde, sınıflı bir toplumu yeniden tesis etmeye dönük oligarşik dürtüyü tamamen ortadan kaldırabileceğimiz fikrine dair cumhuriyetçi bir şüphecilik de yer almaktadır. Bu sebeple radikal demokratik kurumların toplumu bu oligarşik tehditlerden korumak için gerekli olduğuna inanıyorum.

HUGO DE CAMPS MORA: Sizin de belirttiğiniz gibi, Marx hayatının sonlarına doğru ve özellikle Paris Komünü’nden sonra, sosyalizmi gerçekleştirmek için hangi siyasi kurumların gerekli olduğu sorusuyla ciddiyetle ilgilenmiştir. Marx’ın öngördüğü sosyal cumhuriyetin burjuva cumhuriyetinden farkı nedir?

BRUNO LEIPOLD: Başlangıç olarak, bir burjuva cumhuriyetinin Marx’ın düşündüğü türden bir sosyal cumhuriyetle ortaklaştığı kurumlardan bahsedebiliriz. Genel oy hakkı ve eşit yurttaşlık haklarına bağlılık açısından örtüşmektedirler. Marx bu kurumların çok önemli olduğunu düşünse de burjuva cumhuriyetlerinde temsilin işleyiş biçiminin yanlış bir temsile dönüştüğüne ve halkın da sonunda seçkin bir sınıf tarafından yönetildiğine inanır. Dolayısıyla Marx, gerçekten halkın kontrolü altında olan bir cumhuriyeti savunur; bununla da temsilcilerinizi kontrol etmenin önemine odaklanan bir cumhuriyeti kasteder. Özellikle, temsilcilerinize bağlayıcı talimatlar verdiğiniz, temsilcilerin geri çağrılabildiği ve çok daha sık seçimlerin yapıldığı zorunlu vekalet denilen şeyi savunur.

Savunduğu bir diğer kurum ise devlet bürokrasisinin dönüşümüdür. Halktan ayrı olarak var olan bu elit profesyonel organın yerine, benzer şekilde geri çağırma kontrol mekanizmalarına tabi olacak, büyük bir kısmının seçilmesiyle bir anlamda tam anlamıyla halkın kontrolü altına gireceğini düşünüyor. Sanırım bu sosyal bir cumhuriyetin burjuva cumhuriyetinden ne kadar farklı olacağına dair düşünceleri hakkında bir fikir veriyor.

Marx’ın argümanı, bugün demokrasi olarak adlandırdığımız şeyin bir anlamda demokrasinin neye benzeyeceğinin çok daha liberal bir versiyonunun zaferi olduğunu göstermektedir: bir anlamda genel oy hakkına olan cumhuriyetçi inancın, devletin ve temsilcilerinin bizim kontrolümüzün dışında olduğu, geniş ölçüde liberal kalan bir mimariyle birleştirilmesidir.

HUGO DE CAMPS MORA: Kitabınız çalışmanızdan yararlanılabilecek çeşitli kaynaklar öneren bir ek bölümle sona eriyor. Bunu akılda tutarak, on dokuzuncu yüzyılda Marx ve cumhuriyetçilik üzerine yapılacak bir çalışma günümüzün zorluklarına uygun bir sosyalizm vizyonunun biçimlendirilmesine nasıl katkıda bulunabilir?

BRUNO LEIPOLD: Siyasetin kimi zaman oldukça araçsal bir anlamda, sanki siyasi kurumların tasarımı önemli değilmiş ya da sosyalizme ulaşmak için geliştirdiğimiz siyasi kurumların sonrasında gerçekten bir önemi yokmuş gibi düşünülmesi sosyalizm için kesinlikle bir sorun olmuştur. Marx’a cumhuriyetçilik üzerinden bakmanın sağlayacağını umduğum bir kaynak siyasetin aslında toplumsal özgürleşmenin merkezinde yer aldığı içgörüsüdür. Kaynaklar açısından sağlamasını umduğum ikinci şey ise bugün özgürlüğün ne anlama geldiği konusunda oldukça dar bir anlayışa sahip olmamızdır. Özgürlüğü genellikle müdahalesizlik olarak düşünürüz; devlet ya da bir başkası bize müdahale etmediğinde özgür oluruz. Bu fikir, sözde kimse bizi bu ilişkilere zorlamadığı için işimizde özgür olduğumuza inanmamızı kolaylaştırır.

Bence kapitalizmin insanları neden özgür kılmadığını göstermek için ele alabileceğimiz daha ilginç bir özgürlük versiyonu var. Cumhuriyetçi özgürlüğün, özgürlükten ne anladığımıza dair önemli bir şeyi yakaladığını düşünüyorum; birileri sizin üzerinizde keyfi bir güce sahip olduğunda özgür olmadığımızı, sizi aşağılayabileceklerini, size istedikleri gibi davranabileceklerini ve bunu yapmasalar bile, yalnızca bu güce sahip oldukları gerçeğinin sizi artık özgür kılmadığını ki bu çok can alıcı bir cumhuriyetçi içgörüdür.

Bence bu Marx’ın özgürlük konusundaki görüşünün çoğunlukla göz ardı edilen bir parçasıdır. Bir nevi bugün muhafazakârların ve liberallerin özgürlüğün değeri hakkındaki konuşmalara hükmetmesine izin verdik. Bence sosyalistler olarak sahip çıkmamız gereken bir değer bu. Ve eğer bunu yapacak olursak bence cumhuriyetçi özgürlük özgürlükten ne anlamamız gerektiğinin bir parçasıdır.

Çeviri: Alper Kara

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu