Demokrasi ve SolEkonomi ve KamuculukEmek, Dijitalleşme ve GelecekToplumsal Adalet

5 Soru 5 Cevap: Bağımsız Sendikalar Üzerine | Umut-Sen Örgütlenme Uzmanı Başaran Aksu – Özgür Hacıoğlu

Yakın zamanda belediyelerde yaşanan TİS sürecinde mevcut sendikaların tutumu işçilerde memnuniyet yaratmamış, sorgulamalara sebep olmuştur. Belediyeler örneğinde görüldüğü gibi yetkili ve yerleşik sendika temsilinin yarattığı sorunlara karşı alternatif sendika arayışına giren işçiler bağımsız sendikalar ile tanışarak farklı bir örgütlenme modeli için çalışmalara başladılar. Ermenek’ten Soma’ya Uzel işçilerinden, Migros depo çalışanlarına, Bimeks işçilerinden, PTT taşeron işçilerine uzanan ve işçilerin örgütlenmesinde rol alan UMUT-SEN’i ve sendikacılığın geldiği noktayı örgütlenme uzmanı Başaran Aksu ile konuştuk.

Özgür Hacıoğlu (İVME Hareketi): Sizi Bağımsız Maden-İş’in Soma ve Ermenek’te gerçekleştirdiği direnişlerde yaptığınız konuşmalarla tanıdık. Kısaca Bağımsız Maden-İş örgütlenmesinden ve orada devam etmekte olan direnişten bahseder misiniz?

Başaran Aksu (Umut-Sen): Bağımsız Maden-İş Sendikası 2018 yılında, 13 Mayıs 2014’te Soma’da 301 işçi kardeşimizin yaşamını kaybettiği, Türkiye tarihinin en büyük işçi katliamının ardından görünür hale gelen, vahşi sömürü pratiklerine tepkisini dile getiren maden işçilerinin gerçekleştirdiği irili ufaklı yüzlerce tepki eyleminin içinde öne çıkan işçi arkadaşlar tarafından kuruldu. Bu heyet aynı zamanda katliamın ardından DİSK Yönetimi’nin alelacele gerçekleştirmeye çalıştığı örgütlenme girişiminde, DİSK’in tarihine olan duygusal bağ nedeniyle o dönem Dev Maden-Sen örgütlenmesi içerisinde yer alındı. 

Aynı dönem kurulmuş olan Soma Maden İşçileri Meclisi öncülüğünde komite-konsey çalışmaları yürüten maden işçileri, Dev Maden-Sen’i de örgütlediler. Sonra Dev Maden-Sen‘in bir ihaneti ile karşılaşıldı; öncesinde bizlere ve işçilere yönelik sarı sendika-devlet ve patronlar tarafından geliştirilen saldırılar, ardından da Dev Maden-Sen bölgeyi terk edince, bu örgütlenme içerisinde yer alan öncü işçiler Dev Maden-Sen’in kongresine talip oldular. 

İşçiler kongrede solcu-devrimci çevrelerden gençlerin kurduğu barikat ile karşılaştılar ve kongreye alınmadılar. İşçiler bu barikatı aşarak içeriye girdiler ancak bu sefer de karşılarında madencilikle ilgisi olmayan sosyalist amca/dede/ablaların oy kullandığı, mevcut yönetimi desteklemek için oraya getirilmiş bir grupla karşılaştılar. Sonuçta madenciler kongreyi kaybetti ve bu olay Dev Maden-Sen ile olan diyaloğun bitmesine sebep oldu. 

Sonrasında 2018 yılının aralık ayında Bağımsız Maden-İş öncü 50 işçi ile birlikte ilk olağan genel kurulunu yaptı. Ardından Şubat ayına gelmeden, örgütlenme çabasına henüz girişemeden, Soma Kömürleri’ne bağlı Atabacası – Işıklar – Geventepe Ocakları’nda uzun yıllardır sarı sendikacıların yaptığı protokoller nedeniyle tazminatlarını alamayan işçilerin mücadelesi başladı. Bugün itibari ile bir buçuk yıl oldu. 28 Temmuz 2020 tarihinde mecliste tazminatların ödenmesi konusunda torba yasa çıkartıldı ancak öncesinde sert mücadeleler ve gözaltılar oldu. Yargılamalar ve davalar halen sürüyor. 

Anayasa Mahkemesi’nin yollarda yürüyüş yapma yasağını kaldıran kararının arkasında yine o dönem tazminat hakkı mücadelesini sürdürürken açtığımız davalar var. Bu mücadele 28 Temmuz’da 12 Eylül sonrası dönemde ilk kez İş Kanunu’na işçiler lehine ek yaptıran karar çıkarttırarak bir başarıya imza attı. Yine biz bir örgütlenmeye geçmeden, bu sefer ağustos ayının sonuna doğru Uyar Madencilik işçileri geldiler. Onlarla da bu yılın neredeyse tamamına yayılan bir mücadele yürüttük. Sert bir süreç oldu, aynı dönemde Ermenek maden işçilerinin de bir örgütlenme talebi vardı. Orada da ağustos ayının sonunda iki maden işletmesinde işgal başladı. Yaklaşık 70-80 gün sürdü ve Ankara Yürüyüşü diye başladığımız Ermenek ve Soma kolunda devletin farklı müzakere çağrıları oldu. Soma kolu için İçişleri Bakanı’yla İzmir’de bir müzakere yaparak anlaşma yoluna gidildi. Ermenek kolunda ise mücadelemiz sürüyor. 

İşgale başladığımız iki işletmede de çözümler oluşturduk, kazanımlar sağladık. Fakat 60 günün ardından tazminatlarını alamamış olan iki yeni işletmedeki işçiler de mücadele sürecimize dahil olunca bu sefer önceki kazanımları ilan etmeden onların da sorunlarının çözümü için mücadeleyi sürdürme kararı aldık. Bugün Ermenek’teki direniş ısrarımız 150. gününde. Orada devletin uyguladığı bir sıkı yönetim var. Başyayla, Güneyyurt ve Ermenek’i kapsayan madencilerinin yaşadığı yerleşim alanlarına sendikamızın yetkili yöneticilerinin giriş çıkışlarının yasaklandığı, yoğun bir kolluk gücünün şehir merkezini abluka altına aldığı, 2-3 madencinin yan yana gelmesinin bile engellendiği, basın açıklaması hakkının fiilen ortadan kaldırıldığı bir tablo oluşturdular. Fakat ne işçilerde ne de bizim irademizde bir geri adım atmak söz konusu olmadı. 

Bağımsız Maden-İş bu özel koşullar altında ortaya çıktı. Neredeyse 7-8 yıldır kesintisiz şekilde devam eden bir örgütlenmenin ürünü olarak meydana geldi. Yoğun bir baskı ve sömürü altında yaşayan ve sermayenin, devletin, sarı sendikanın ve bunların etrafındaki paramiliter yapıların, milliyetçi-muhafazakar ağaların, tarikatların, irili-ufaklı çıkar gruplarının temsil ettiği bu oligarşik yapıya karşı direnen işçilerin, kararlı ve korkusuz bir örgütlenme ve bir arada durma talebinin bir ürünü olarak meydana geldi ve yolculuğuna böyle devam ediyor.

ÖH: Ülkemizde sermayenin haksız uygulamalarının son dönemde ciddi şekilde arttığını görüyoruz. KHK’larla başlayan cadı avı, pandemi döneminde kısa çalışma ödeneği, Kod-29, ücretsiz izin gibi uygulamalarla tavan yaptığını noktada emekçi direnişlerinin de baş göstermeye başladığını görüyoruz. Pandemi koşullarında emeğin durumunu ve mevcut direnişleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Yaşanan hak kayıpları geri alınabilir mi?

BA: Tabii bu Türkiye’de çok uzun yıllardır vardı, uzun yıllar derken aslında 2008 krizi sonrası dönemde işçi direnişlerinin kendiliğinden biçimlerinde ya da yerel ve sınırlı eylemler olarak hep vardı, var olmaya devam etti. İşçilerin yaşadığı bu ağır sömürü koşullarını, ağır hak kayıplarına karşı isyanlarını, itirazlarını, tepkilerini dile getiren kürsüler olarak yurdun dört bir yanında, organize sanayi bölgelerinin ve hizmet sektörünün yoğunlaştığı kent merkezlerinde işçi eylemlerini görebiliyoruz. 

Bu eylemler tabii hem pandemi ve biraz öncesi dönemde, hem de pandemi sonrası dünyada yeni kriz koşullarının görünür olmaya başlamasıyla birlikte kamuoyunda, özellikle “sol emek kamuoyu” diyebileceğimiz kamuoyunda popüler olan kültür ve kimlik meselelerinin arasında “işçiler dünyasında da bir şeyler oluyor, biz buraya da projektörlerimizi çevirelim” gibi bir gibi bir yaklaşım ortaya çıktı. Ama bu mücadeleler hep vardı ve biz o yıllardan bugüne işçilerin mücadelelerini, taleplerini duyurmakta oldukça güçlükler çekerek geldik. 

2015’de “Metal Fırtına” ile beraber, yani metal işçilerinin Bursa’dan İzmit’e, Sakarya’dan Trakya’ya, Ankara’ya, Kırıkkale’ye ve yurdun dört bir yanında sarı sendika Türk Metal’e karşı ayağa kalkışı, 30.000 işçinin istifa edişi ve kitlesel fabrika eylemleri de aslında emek kamuoyu ve sol kesimlerce uzaktan izlendi ya da takip edilmedi. Bunlar aslında Türkiye işçi hareketi tarihinin en kitlesel eylemlerini temsil ediyor. Yer yer de militan karakterli eylemler olup sarı sendikacılığa karşı geliştirilmiş ve Metal Fırtına sonrasında da bu işçi mücadelesi devam etmiştir. 

Pandemi ile beraber gündeme gelen Kod 29, aslında Kod 25/2; işten çıkış olarak hep vardı ve İş Kanunu’nda işverenlerin pandemi öncesinde de yoğun olarak başvurduğu yöntemdi. Kod 25/2 ve 29 ile kıdemsiz, ihbarsız ve damgalayarak işçiyi işten atmak, patronların vicdani bir yönü olmadığını, işçilere muhasebe düzeyinde rakamlar olarak baktıklarını ortaya koyan, duygusal bir bakışları olmadığını gösteren en maliyetsiz işten atma biçimi. Çünkü atılan işçilerin çok büyük bir bölümü dava açmak yoluna gitmez. Özellikle sınırlı iş imkanının olduğu yerel bölgelerde bu tarz davaların başka bir iş bulma imkanının önüne geçeceği korkusu ve dava açma bilincinin de olmaması sebebiyle Kod 29’dan atılan 10 işçiden 1’inin dava açtığı, 9’unun yıllara yayılan birikimlerinin patronlara hediye edildiği bir uygulamadır bu. Tabii konfederasyonların pandemi sürecinin başındaki yanlış stratejisi nedeniyle ücretli izni mecbur kılacak bir mücadele ya da bir dayatma yerine flu talepler öne sürdüler. Böylece işverenler ücretsiz izin ve 1.168 lirayla bir işçi ailesinin geçinebileceğini varsayan kölelik uygulamasını devreye soktular. 

Biz biliyoruz ki böyle olağanüstü dönemlerde gündeme getirilen bu tarz işçi düşmanı, köleci yasa pratikleri olağan dönemde de devam ettirildi. 12 Eylül 1980’den bu yana İş Kanunları, Sendika ve Toplu Sözleşme Kanunu ve işleri ilgilendiren Borçlar Kanunu, SSK Kanunu gibi kanunlar TOBB, TUSİAD, MÜSİAD yani işveren çevreleri tarafından, siyasi iktidarlar yoğun baskı altına alınarak peyderpey bu yasalar çıkarıldı ve kanunlar değiştirildi. Taşeron çalışma İş Kanunu’na sokuldu. İşyerleri parçalandı, örgütlenmeyi kırıcı bir işlevle işyerleri içerisinde farklı şirketlerin girmesine izin verildi. Aynı işyerinde on ayrı şirketten maaş alan işçilerin olduğu bir gerçeklik hakim kılındı. Bu yolla örgütlenmeler imkansız hale getirildi. Önemli bir bölümü paramiliter güçler, tarikatlar ya da yarı siyasi yarı mafyöz grupların elemanlarınca kurulmuş olan bu taşeron şirketler grev ve örgütlenme kırıcı olarak işyerlerine sokuldu. 

Böyle bir çalışma rejimi Türkiye’de hem aşağıdan gelen baskı hem de yukarıdan, kanun ve devletten gelen baskıyla hem de işçilerin sendikaları olan Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’in birkaç sendikasını da içerecek şekilde doğrudan işverenlerin sendika yöneticilerini belirlediği bizim sarı sendikacılık diye ifade ettiğimiz bir pratik eliyle konfederasyonlara da hakim oldu. Dolayısıyla sendikası olan kurumların da işçilerin elinden alındığı bir manzaraya gelince Kod 29, ücretsiz izin gibi uygulamalara da ancak Bağımsız Sendikalar, DİSK ve Türk-İş’te halen sınıf onurunu taşıyan birkaç sendikanın inat ve ısrarı ile memleketteki bütün işçi direnişlerinin, kürsülerinin bu mücadeleler üzerinden taleplerinin yansıtıldığı bir gerçeklik içindeyiz. 

Bunun içerisinde bir de pandemi öncesi süreçte hayata geçen Arabuluculuk Yasası var. İş akdi feshedilen 10 işçiden 1’i ancak dava açıyor, 9 tanesi ise masada anlaşma yoluna gitmek zorunda kalıyor. Çünkü hane borçluluğu çok yüksek, işçinin ihtiyacı çok yüksek. Mesela 100.000 TL alacağı varsa 20.000 TL nakit ödemeye razı geliyor. Mahkeme yoluna gitmiş olsa 100.000 TL’sini 2 yıl sonraki mahkeme sonucuna alabilecekken yüksek borçluluk ve ihtiyaç sebebiyle 20.000 TL’yi kabul etmek zorunda kalıyor. Kalan 80.000 TL’lik işçinin alın teri ise patrona sermaye birikimi olarak bu aşağılık mekanizmaya aktarılıyor. 

Aynı şey işyerlerinin kiralık işçilik yasasıyla hem özel istihdam bürolarının yaygınlaştırılması hem de işyerinde asıl işte %10 taşeron işçi çalıştırma uygulaması gibi örgütlenme kırıcı amaçlarla devreye sokuldu. Yine 10 yıllık olan işçinin ücret hakları ve alacaklarıyla ilgili dava açma süresi, 10 yıldan 5 yıla indirildi. Hatta geçtiğimiz aylarda işveren temsilcileri bu uygulamanın da aslında 1-2 yıla indirilmesi doğrultusundaki taleplerini utanmadan dile getirebildiler. 

Ortada aslında şeklen bir İş Kanunu, şeklen anayasada sendikal hakları ve özgürlükleri tanımlayan bir kanun var. Çünkü biz artık hem siyasi iktidarın hem de bakanlıkların doğrudan açık şekilde patron yanlısı olduğunu, işçi ve sendika düşmanı pratiklerini uygulamada neredeyse her vakada, her işçi talebinin eyleminde böyle bir düşman pratiğinin karşımızda cisimleştiğini görüyoruz.

ÖH: Son dönemde sizin içinde olduğunuz, sarı sendikalar ve sendika başkanlarının kabarık maaşları polemiği söz konusu. Ülkemizde sendikal yozlaşma nasıl aşılabilir? Bu noktada bağımsız sendikacılık modelleri ve Umut-Sen organizasyonu hakkında görüşlerinizi bildirebilir misiniz?

BA: Umut-Sen’i doğuran tartışmalar 2000’li yılların başından beri geliyor. Umut-Sen’in ilk politik zeminini hazırlayan çerçeve metni aslında Türkiye’deki hem işçi hareketindeki gerileme hem de sendikal hareketin yukarıda bahsettiğim işverenlerce, devlet kurumlarınca ve işveren patronlarının örgütlenmeleri ile ilgili. Burada MESS ve TİSK önemli noktada. 

TİSK üzerinde Koç Grubu’nun tarihsel bir birikimi ve gayreti var. 1970’li yıllardan beri Koç İnsan Kaynakları menşeli kadroların getirdikleri bu tarz sendikal deneyimlerle emek rejimi denetimi kurmak, kurumsallaştırmak, bunu resmi ve gayri resmi yollar ile işleme sokmak gibi tarihsel tecrübeleri var. Biraz bu gözlemlerle, işçilerin yalnızlığı, Türkiye’de yaşanan yaygın proleterleşme ve yoksullaşma gerçekliğini dikkate alarak sendikalardaki bu yozlaşma, sarılaşma ve neredeyse %95’inin doğrudan patronlar ve devlet kontrolüne geçtiğinin ve mevcut sendikaların giderek bürokratikleştiği, seçimin yapılmadığı ya da şeklen yukarıdan aşağıya çeteler eli ile şeklen sürdürülmesinin gözümüze batmasıyla yola çıktık. Buradan farklı bir platformun ihtiyacını hissettik ve Umut-Sen tartışmaları böyle başladı. 2008’de bu fikir bir şekle kavuştu. 

Umut-Sen’in işçi ve sınıf hareketi düzleminde davranışlarını, sınırlarını belirleyen 9 ilkesi var. Bu ilkeler doğrultusunda gerekli iş kollarında bağımsız sendikalar kurmak, halen demokratik seçimin ve tartışmaların, işçilerin demokratik haklarının ya da taleplerinin kapsandığı sendikalar varsa da bu sendikalarda demokratik muhalefetin desteklenmesi ya da bu sendikaların geliştirilmesi gibi bir anlayışı var. Tabii ki her iş kolunda sendika kurmak gibi bir durum söz konusu değil. 

Gerekli iş kollarında sarı sendikaların aşılamadığı, aşılamayacağı ve içeriden bir demokratik muhalefetle kırılamayacağı yerlerde işçilerce kurulan ve yönetilen, meclis komite tarzıyla devam eden, kendi işleyişini bu tarzda organize eden, bürokratik mekanizmalara ihtiyaç duyulmadığı, tersine tasfiye edildiği bir sendika pratiğinin mümkün olduğunu iddia ettik. Aslında 2008’den 2021’e geldiğimiz noktada da bunu değişik iş kollarında, değişik işçi hareketi ve havza örgütlenmelerinde ispat ettiğimizi düşünüyoruz. 

Bugün UMUT-SEN bu düzeyde konuşabiliyorsa bunun nedeni 2000’li yılların başından itibaren neredeyse ortaya çıkan her işçi direnişi ya da işçilerin örgütlenme talebinde alanda olduğu ve alanlara kendi bayrağını, simgesini, yayınını, dilini-tarzını taşımaya çalışmadan doğrudan işçinin sesini, talebini işçinin orada örgütlendiği sendikanın bayrağı neyse onu yükseltmeye çalışmasıdır. Her zaman işçinin yükselen talebini güçlendirmek ve sadece oradaki örgütlenmenin kazanmasına odaklandığı için bir ayrım noktası oluşturabildi. Özel bir sınıfın çıkarlarını, simgelerini taşıma aymazlığı içerisinde olmadığı ve bundan imtina ettiği için bir parça fark yarattı.

Sendikal yozlaşma dediğimiz şey sadece yüksek maaşlar meselesi değil. Sendikalarda herhangi bir denetim olgusu yok. Mesela işyeri temsilcileri ile ilgili sendikalar kanununda seçim ya da atama diyor. Seçim ya da atama noktasında sendikaların %70’i atamayı tercih ediyor. Genel merkezler kendi koltuklarını 30-40 yıl garanti etmek için kendilerinin adamı olacak, kendilerinin oradaki sopası olacak kişileri tespit edip bunları daha iş yeri düzeyinde kendi çetelerinin bir eklentisine dönüştürüyorlar. Sendika aidatları da doğrudan işçilerin bastırılmasına dönük sürecin finansman kaynağı olarak değerlendiriliyor. İşçilerden ortalama 150 TL aidat alınıyor. Dolayısıyla bu aidat sistemiyle de de işçilerin bastırılması sürecinde değişik gider kalemleri altında, örgütlenme gideri, eğitim gideri, temsil ağırlama gideri gibi çoğaltabileceğimiz gider kalemleri ile korkunç bir yağma sürdürülüyor. 

Şimdi maaşlar dediğimiz meseleye geldiğimizde, maaşlar aslında bu yağmanın çok sembolik bir kısmı. Sembolik kısmı diyorum ama orada da astronomik bütçeler kullanılıyor. Esas büyük yağmalar buradan servet biriktirme ölçeğinde yapılıyor. Sendikalar oteller açıyor eğitim tesisi altında değişik iştirakler kuruyor buralarda esas yağmasını faturalandırarak resmileştiriyor. Bunun herhangi bir denetimi yok. Bu tarz raporlar, mali denetim raporları gibi konular üzerinde çok detaylı durmadan, üzerinde derin tartışmalar ve sorgulamalar yapılmadan kongreye katılan işçilerin bir an önce elini kaldırıp indirdiği bir tiyatro biçiminde yapılmakta. 

Yeminli Mali Müşavir (YMM) denetimi diye yasanın tanımladığı bir şey var, YMM’de sendikanın müşterisi olmuş oluyor. O da müşterisini üzecek bir çalışmadan uzak durarak sendika muhasebesinin önüne koyduğu faturaları aklayıp her şey yasaya ve tüzüğe uygun olarak yapılmıştır diye kayıt altına alıyor. Yasaya göre YMM raporları ve dış denetim raporlarının hemen yayınlanması gerekmektedir. Yani sendikanın bir kitapçık basarak işçilere dağıtması, sendikanın internet sitesinde yayınlaması ve varsa gazete/gazeteleri yayınlaması gerekmektedir. 

Basit bir inceleme yaptığınız zaman ne Türk-İş ne Hak-İş ne DİSK’in çoğu sendikasında bu YMM raporlarının yayınlanmadığını, işçiden uzak tutulduğunu göreceksiniz. Bu mekanizma içerisinde maaşlarda da şöyle kalemler var, mesela Hak-İş ve Türk-İş s-Sendikalarında yaygın kullanılan hizmet ödeneği var. Hizmet ödeneğinde 4 yıllık bir dönemde şube ya da genel merkez yöneticisi 4 yıl çalışır ve bu görev süresinin sonunda 500.000 TL hizmet ödeneği alır. Bazı sendikalarda bunun 2.000.000 TL’yi geçtiği örnekler var. 

Bir de şu açıdan bakmakta fayda var. Türkiye’de profesyonel olarak 20 yıl, 30 yıl sendika yöneticiliği yapan kişiler var. Her 4 yılda bir yukarıda bahsettiğim tutarlarda işçi aidatlarından hizmet ödeneği alabiliyorlar. Hizmet ödeneği dışında farklı kalemler de var. Örneğin makam tazminatı, sorumluluk tazminatı, izin ücreti, yurt içi ve yurt dışı yolluklar, ikramiyeler var. Aşağı yukarı tüm sendikalarda ikramiye ödeneği var bu ödemeler 4 ayda bir ya da 6 ayda bir yapılmaktadır. DİSK Genel-İş örneğinde konuştuğumuz başkanın resmi olarak aldığı maaş 19.300 TL’ye geliyor. Fakat hizmet ödülleri, yolluklar vs. eklenince de Genel-İş yöneticisinin sendikaya brüt maliyeti 38.000 TL’yi buluyor. Mesela bu meblağ Türk-İş’e bağlı Yol-İş Sendikası’nda aylık ortalama 60.000 TL’yi buluyor. Hak-İş’e bağlı DOK Gemi-İş Sendikası’nda 2019 yılında ortalama maaş 85.000 TL idi. Aynı zamanda sendika başkanı aile şirketi gibi düşünerek oğlunu da genel sekreteri yapmıştı. Hak-İş Sendikalarında işçilik ile bağı, gerçekliği kalmamış doktor, akademisyen, avukat sendika başkanı olan kişiler var. 

Sendikal hareketin 2 dönem kuralının genel olarak sendikalarda uygulanmadığını görüyoruz. Sendika başkanları 2 dönem sonrası tekrardan işçi olarak çalışma hayatına devam etmiyorlar. Dolayısıyla işçilerden kopartılmış ve yozlaştırılmış bir işçi topluluğuna, işçilerin hak taleplerinin, toplu sözleşme süreçlerinin baskılanması üzerinden kurulmuş bir sendikal düzen var. 

Türkiye’de sendikalı işçilerin neredeyse %60’ı kamuda çalışmaktadır, özel sektörde örgütlenme ülkemizde çok zayıf noktadadır. Özel sektörde fiilen İş Kanunları, sendikal kanunların uygulanmadığını görüyoruz. Somutlaştırmak gerekirse, Çorum’da Ekmekçioğulları fabrikasında 90 işçi Birleşik Metal-İş sendikasına üye oldukları sebebiyle Kod 29 ile ahlaksız ilan edilerek işlerinden atıldılar. Aynı olaylar Cargill şirketinde de olduğunu görüyoruz. Kanunlarda korunmalarına rağmen işten çıkartılan sendika genel başkanları var. Örneğin PTT-Sen ve PTT Kargo-Sen genel başkanları Sendika Kanunu’nun 24. ve 25. Maddesine, Anayasa’nın 51. Maddesine rağmen işlerinden atıldılar. 

Devletin kurumu olan PTT kanun ve anayasaya rağmen İzmir ve İstanbul’da haklarını arayan sendika başkanlarını, yöneticilerini işten çıkartıyor. Bu noktada sarı sendikacılık da doğrudan işçi düşmanı, sendika düşmanı olarak konumlandırılmış durumda. Eskiden devletin gayri resmi nizamınca organize edilen, işçi hareketi ve emek rejiminin kendi unsurları da bu tarz örgütlenme kırıcı işlevleriyle buralarda konumlanıyorlar. DİSK’te bile bu arınma talebinin olduğunu görüyoruz. Hizmet ödülü gibi ahlaksız bir uygulamanın bile DİSK’e bulaştırılması çok acı verici. Sakarya’da, İzmit’te, Çerkezköy’de Lastik-İş sendikasında gördüğümüz olaylar bize durumun vahametini göstermektedir. İşçilerden kesilen aidatlar ile belli bir kesim sendika baronu zenginleşmektedir. Başka bir örnek vermek gerekirse DİSK Tekstil-İş Sendikası başkanını Çerkezköy, Çorlu, Trakya işçilerine sorarsanız işverenler ile gayri resmi anlaşmalar yaparak işçinin hakkını, hukukunu korumadığını, işverenlere peşkeş çektiğini görürsünüz, duyarsınız. 

Aynı soruları sendika yöneticilerine sorarsanız alacağınız cevaplar aynı olacaktır. Tabii biz burada DİSK’i neden daha çok konuşuyoruz? Çünkü Hak-İş ve Türk-İş ile kavga ediyoruz ve bu bahsi geçen sendikaların sınıfsal konumları artık açık ve net. Türk-İş birkaç sendikası hariç kaybedilmiş durumda. Hak-İş tamamen kaybedilmiş durumda. Geri kalan DİSK var. DİSK de büyük oranda ideolojik ilişkisel dolayımlarla kontrol altına alınmış durumda. İtiraz ederken, yozlaşma derken sanki toplumdaki afaki bir şeyden söz ediyormuşuz gibi görünüyor. Oysa bu, sol örgütlerin, çevrelerin, CHP ve HDP’nin de dahil edildiği ya da sessiz bırakıldığı, çıkar ilişkilerinin söz konusu olduğu bir ortamda cereyan ediyor ve bu yozlaşma ve çürüme korunup kollanıyor. Biz buna itiraz ediyoruz. İtiraz edince de bütün bu çevrelerin sarı sendikaların, onların etrafındaki devlet kurumlarının ve onların etrafındaki siyasi öbekleşmelerin, patronların hedefi haline gelmiş oluyoruz.

ÖH: Politik gündemde baskı ve şiddet kullanımının artmasının nedeni olarak seçim sath-ı mahaline girildiği yorumunu yaptınız. Ülke gündemi bakımından ittifakları ve solun içinde bulunduğu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

BA: Türkiye’de devlet şiddetinin örgütlü sol muhalif çevrelere yönelmesi ve bunun dönem dönem yükselmesi alçalması normal bir devlet pratiği olarak görülür. Bunun doğrudan hak arayan yurttaşlara, çiftçiye, işçiye, öğrenciye yöneliyor olması ve bu tarz bir yönelimden devletin imtina etmemesini açık bir saldırganlık pratiği olarak ortaya koyduğunu görüyoruz. Bu saldırganlık pratiğinin hem söylem düzeyinde hem fiziki kolluk gücüyle hem de yargı gücüyle alenileştiği dönemler aynı zamanda erken seçime doğru olağanüstü şiddet pratiklerinin görüldüğü oluyor. 

Sıradan insanların hak arayışlarına yapılan doğrudan saldırıların gerçekleştiği her dönemde ya Gezi Direnişi gibi olağanüstü tarihsel eylemler açığa çıkıyor ya da erken seçim, iktidar değişikliği gibi süreçler gündeme geliyor. Bir süredir siyasi iktidarın işçi karşıtı söylemleri kameralar önünde ifade etmekten kaçınmadıklarını, gülümseyerek grevleri yasakladıklarını rahatça ifade edebildiklerini görüyoruz. Siyasi iktidarların, toplumun önemli kesimlerini blokaj altında tutamadığını, farklı çıkarlara sahip sınıfları aynı koltukta toplayıp taşıyamadığını ve dolayısıyla belli sınıfsal kesimlerin taleplerine dayanmak zorunda kaldığını görüyoruz. Çünkü kriz ortamlarında bunlar ve geçmişteki gibi değişik sosyal politika dolayımları ile toplumu susturamıyor ve buradan rıza üretmekte güçlük çekiyor. 

Yani devletin kendini meşrulaştırmada ve rıza üretiminde bir krize girdiği koşullardayız. Dolayısıyla salt zorlamayla da bu iş bir yere kadar götürülür, tekrar toplumdan rıza alınabilecek bir düzlemin inşa edilmesi zorunludur. Siz artık böylesi bir çağda çok uzun bir süre Hitlervari bir rejim götüremezsiniz. Faşizmin salt sopa ile bir toplumu yönetmesi işi dünyanın bu koşullarında artık zor. İnsanlar artık bu tip diktatörlük pratiklerine karşı daha erken direnme yollarına başvurur ve sonuç alırlar diye düşünüyorum. Burada da solun konumlanışı dediğiniz durum var. 

Sol ağırlıklı olarak kültür kimlik alanında. HDP ve CHP geçmişte tanımlanan %35-%65 merkez-çevre denklemini teyit eden bir politik muhaliflik içerisinde. Bu biçimsel muhalefet biçimiyle ağırlıklı olarak CHP ve HDP’nin belirleyici olduğu, son tahlilde onların dışındaki bütün solun geliştirdiği her tür siyasal, toplumsal, ekonomik, mücadelenin tamamını emdiği ve parlamento düzleminde ya da siyaset düzleminde solun tamamını içerdiği bir biçimle karşı karşıyayız. Bu tablodan da açıkçası kimse rahatsız değilmiş gibi gözüküyor. Ayrıca 90’larda rastladığımız gibi bu iki siyasal gücün dışındaki sosyalistlerin yer aldığı politik oluşumlarda devrimcilik vurgusu çok yapılmıyor ve sosyalistim deniyor. 

Ben salt sosyalist vurgusunun yapıldığı her türlü projeyi öteden beri reformist bir proje olarak görüyorum. Son yıllardaki kullanımına baktığınızda sosyalist kelimesinin öyle bir tınısının da olduğunu görüyorsunuz. Burada bir mühendislik çabası var. Tabii bu odakta Türkiye’de CHP ve HDP’yi politik olarak baskı altına almak, onları daha soldan talepler ve ilkelerle bir yerlere doğru zorlamak gibi hedefler var. Bu bizim içinde olabileceğimiz ya da bizim tahayyül dünyamızda önemli bir yere koyabileceğimiz bir arayış değil. Kuşkusuz bunu yapan dostlar, çevreler var, yapmaları da makul. Çünkü burada bir boşluk görüyor bu insanlar. Ama bizim böyle bir düzlemde, bir arayışta yerimiz yok. Kuşkusuz burada olan insanlara karşı dostluk duygumuza dair bir şey söylemiyorum. Her tür politik çaba anlamlıdır, amacımız bunu yerin dibine sokmak değil. 

Esas mesele şudur: Türkiye’de sermaye devletinin en azından 1950’liler itibari ile kendisini dayandırdığı milliyetçi, muhafazakar, emekçi halk kesimleri %90 oranında proleterleşmiştir. Bunlar organize sanayi bölgelerinde, hizmet sektöründe ya da tarım alanında işçi ya da işsiz olarak konumlandırılmıştır. Bu sürecin kendilerini buralarda konumlandıran milliyetçi muhafazakar aktörlerin bir avucunun servet biriktirmesiyle sonuçlandığı ve bu servet birikiminin de emekçi yoksul kesimleri açlık noktasına doğru taşıyan ve onların kıdemine, ihbarına, maaşına, geleceğine bir bütün olarak el koyma biçiminde gerçekleştiği görülmüştür. 

Dolayısıyla burada huzursuzluk, bir arayış var. Bu arayış tekrardan bir sağ faşizan irade tarafından belirli oranlarda giderilebilir ya da devrimci bir gelişmenin önemli bir dinamiği olabilir. Biz stratejik bir ilke olarak devrimciliğin geliştirilmesinin temel yatağının burası olduğunu; bunu, yani sınıfsal bir odaklanmayı basitçe bir işçi hareketi ya da sendikal alan gibi değerlendiren; çevre, kimlik, kültür, cinsiyet, kadın, gençlik gibi vurgularla yapılan alan çalışması bakışıyla değil; bütünlüklü bir sınıf siyasetinin inşa edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Yoksa devrimcilik bitmiştir, bitirilmiştir. Bunda kuşkusuz devrimci öznelerin de çok büyük sorumlulukları vardır ancak esas olarak çok büyük saldırılar altında kaldığı için bitmiştir. 

Şimdi devrimciler vardır ve yeniden devrimcilik bilincinin kitle gerçekliği içerisinde inşası gibi bir sorumlulukla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyoruz. Bizim sorumluluğumuzun esas olarak buraya dair olduğunu düşünüyoruz. Kuşkusuz kitleler, işçiler seçim tercihlerinde bulunacaklar ve biz de dost gördüğümüz güçlere oy vermelerinde bir beyis olmadığını söyleyeceğiz. Bu oy verme işleminde kritik bir şey olmadığını, esas olarak toplumun yaşadığı bu açlık, yoksulluk ve sömürü gerçekliği ile yaşamsal bir pratik, fiziki bir bağ kurma dertlerinin olmadığını, söylemsel düzeyde içerme çabalarının olduğunu ve son tahlilde bu söylemsel içerilme çabalarının da düzene içerilme çabaları ile birebir aynı şey olduğu hakikatini bu tercihlerini yönlendirdiğimiz insanlara açıklıkla beyan etmeyi de görev sayarak telkin ediyoruz.

ÖH: Dünyanın pek çok noktasında ülke gündemine “sınıf” ve “sosyalizm” kavramlarının tekrar tartışılmaya başlandığını görüyoruz. Biz de İvme Hareketi olarak bu konunun tartışılması için bir süreç başlatmış bulunuyoruz. Sizce ülkemizde iktidar olacak bir sol öznenin ana karakteristikleri nelerdir? “Sınıf” bu noktada özne olmak yolunda bir alternatif teşkil edebilir mi?

BA: Komünizm ütopik bir arayış olarak Ekim Devrimi’ni görmüş bir dünyanın uzağında kaldı. Ve biz erekselci de değiliz. Kuşkusuz her mücadele bir erek içeriyor kendi içerisinde ama felsefi anlamda bir erekselcilik içinde de değiliz. Ama burada sınıf hakikati, sınıfın varlığı ya da sosyalizm arayışı bir zorunluluklar sonucu ortaya çıkıyor. Sınıflar vardır, sınıf mücadelesi her zaman vardır ama sermaye sınıfı, egemen sınıfın ideolojisi her dönemin etkin ideolojisi oluyor. 

Sosyalist düşünce de komünist düşünce de böyle sönük bir durumda ideolojik olarak büyük sıkıntılar yaşıyor ve kitlelerin yani dünyadaki emekçi, işçi sınıfının, proleteryanın kutup yıldızı olmaya devam etmiyor. Bu kutup yıldızı güçlü bir yön göstericilik özelliğini eskisi gibi barındırmıyor. Bu bir hakikat. Ama bu hakikatin de gökten gelecek bir mucize gibi değil de iradi bir tarafı var, biz onun tarafındayız. Bu hakikati tekrar tarihsel ve sosyal gerçeklikleri ile inşa etme çabasının tarafındayız. 

Zaten dönem dönem tarihin bittiği söylemleri ile küresel-neoliberal dünyanın tanrıları tarafından bu vaazlar yoğun biçimde, ideolojik bir bombardıman ile yapıldı ve solun geniş kesimleri de bu doğrultuda eğitildi. Bu durumda insanlar radikal demokrasi, çağdaş sosyalizm, demokratik sosyalizm gibi tartışma başlıkları altında aslında klasik sosyal demokrasi teorisinin de günümüz gerçekleri üzerinde işlevsiz kalmasıyla birlikte böyle ara ideolojik argümanlar ürettiler. Popülizm, etraf tartışmalarını da böyle görmek lazım. Burada esas olan sermaye sınıfının egemenliğinin devam ettirilmesine yönelik ideolojik peyzaj çalışmaları. Oysa hakikat olarak iki sınıf var ve bu iki sınıfın büyük bir kavgası var. Bu iki sınıfın da kendisine göre dönem dönem farklı sınıfsal tercihlerde bulunabilen, sınıf mücadelesinin yoğunlaşma düzeylerine göre ara katmanları var. Biz kendimizi devrim, sosyalizm dendiğinde hemen yarın olabilecek bir şeymiş gibi kandırmıyoruz. 

Bugün için Türkiye’de sol, dünyada sol nasıl gelişir? Kuşkusuz bunun küresel düzeyde yeni bir iklimin inşasını gerektiren tarafları var. Lokal düzeyde de bunun, dünya düzeyinde bir iklim inşa etmenin görevlerini yerine getirmek gibi mesuliyet var. Şimdi devrim ve sosyalizm ama nasıl? Bugünkü kavganın nesnel ihtiyaçlarını dikkate alan, bizi hakikatle yalan dünyasının atmosferi içerisinde yürütecek ve kitleleri buna yönlendirecek, aymazlıktan uzak bir mücadeleyle. Bugün temel olarak bir adaletsizlik var ve bu adaletsizlik herkesin durduğu noktadan görebildiği, tanımlayabildği ortak parametrelere sahip. 

Dolayısıyla bu parametrelerde bir sosyal adalet pratiğini; eşitlik, özgürlük söylemiyle sarmalanmış ve insanın, gençliğin, kadının politik özgürlük mücadelesinin merkezine sömürünün o yakıcı magmasını koyan; toplumun özgürleşme arayışı ile güçlü adaletsizlik olgularını bütünleştiren bir mücadele ile bizim anladığımız anlamda bir sol Türkiye’de yeniden var edilebilir. Yoksa öbür tarafı egemenlerin derdi olsun, bizim dert ettiğimiz kısım burası. Bu da memleketin dört tarafında Konya’da, Yozgat’ta, Edirne’de, Maraş’ta, Kars’ta, Adana’da kökleşecek maddi gerçeklik düzlemlerinin inşası ile mümkün olur. Toplumun en dibinde bulunan yoksullara kendi taleplerini, programlarını dayandırarak olur. 

Temelinde temsiliyette toplumu yönetecek sınıfsal kesimlerin değil, yani beyaz yakalıların, mühendislerin, doktorların, girişimcilerin değil, doğrudan toplumun emekçi sınıflarının yer aldığı, önderlik ettiği siyasal, toplumsal örgütlenme örneklerinin çoğaltılması ile mümkün olur. Toplumun beşte dördünün temsilden kovulduğu, milletvekili, belediye başkanı seçilemediği, asla temsil zeminlerinde yer alamadığı noktadayız. Devrimcilikle toplumun emekçi sınıflarının temsiliyetinin dayatılması, sosyal adalet, eşitlik, özgürlük vurgusu ile gerçekleştirilebilir. Temsiliyetinin güçlendirilmesi ile emekçiler, işçiler kendi sendikalarında, kendi belediyelerinde, kendi ülkelerini de yönetebilir vurgusunun etrafında bir sol gelişmenin uzun vadede olabileceğini düşünüyorum. Yürüttüğümüz toplumsal pratiklerde de bunun böyle bir stratejik yönelimin karşılığı olduğunu her gün teyit eden göstergelerle görüyor ve izliyoruz.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu